Versay Anlaşması Sonrası Almanya

Burak Köylüoğlu
  1. Dizlerinin Üzerine Çökmüş Bir Dev: I. Dünya Savaşı Sonrası Almanya
  2. Versay Anlaşması Sonrası Almanya
  3. Hiperenflasyonun Kıskacındaki Almanya
  4. Almanya Devler Sahnesine Dönüyor: Almanya’nın 1920’li Yıllardaki Altın Yılları
  5. Neden 1930’ları Hatırlamalıyız? 1929 Büyük Buhranı
  6. Neden 1930’ları Hatırlamalıyız? 1929 Büyük Buhranından II. Dünya Savaşına Giden Yol
  7. Neden 1930’ları Hatırlamalıyız? II. Dünya Savaşının Başındaki Stratejik ve Ekonomik Görünüm

Bir önceki yazımda, (Dizlerinin Üzerine Çökmüş Bir Dev: I. Dünya Savaşı sonrası Almanya) Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında yaşadığı bunalımı ve savaşın galipleri tarafından kendisine dikte ettirilmiş olan Versay Barış Anlaşmasını anlatmıştım.

Almanya’nın 28 Haziran 1919 tarihinde kabul etmek zorunda kaldığı çok ağır şartlar taşıyan Versay Barış Anlaşması, toplum içinde tehlikeli bir inanışın yavaş yavaş kök salmasına yol açar. Bu inanışa göre aslında Alman Ordusu, Müttefikler karşısında savaşı kaybetmemiş, ancak monarşiyi yıkmak isteyen politikacılar, sosyalistler ve Almanya’nın Musevi vatandaşları, Alman Ordusu cephede savaşırken ülkede karışıklık yaratarak Almanya’nın savaşma kapasitesini sabote etmiştir.

İşin gerçeği ise Alman Orduları savaşın son yılında yeni oluşturduğu teknikleri kullanarak, 1918 Büyük Bahar Taarruzu ile 1914-1917 dönemindeki statik savaşı ortadan kaldırmış ve art arda zaferler kazanarak Paris’in 70 km. yakınına kadar ilerlemiştir. Ancak deneyimsiz ama zinde Amerikan birlikleri tarafından takviye edilen Müttefikler, Almanların tüm rezervlerini de tüketmesini fırsat bilerek aralıksız olarak sürdürdükleri 100 günlük taarruz dizisi ile savaşı kazanmışlardır.

Müttefiklerin savaşın son döneminde asker sayısı ve silah açısından niteliksel ve niceliksel üstünlüğü o kadar netti ki, Almanların son 100 gün boyunca kazanabildikleri tek bir muharebe, tutunabilecekleri tek bir savunma hattı bile kalmamıştır. 1916-1917 döneminde büyük bir kaynak ayırarak kurmuş oldukları, tam bir mühendislik harikası olan Hindenburg Savunma Hattı da (Hindenburg Hattı 1917 yılında tüm müttefik taarruzlarına karşı dalgakıran gibi dayanmış, daha sonra Almanların 1918 Bahar Taarruzu ile cephe gerisinde kalmıştır.) Eylül 1918 sonunda pek çok noktadan delinmiştir.

1918 Kasım ayına gelindiğinde, Müttefiklerin ağır şartlarını kabul ederek ateşkes talep eden Almanların savaşacak kaynağı kalmadığı gibi, Müttefiklerin ablukası ve savaş sanayi için tarım üretimi aleyhine aktarılan kaynaklar (sentetik gübre için gerekli hammaddelerin önemli bir kısmı Almanya’nın 1918 Bahar Taarruzu için gereken top mermisi üretimi için kullanılmıştır.) Almanya’yı açlığa mahkûm etmiştir.

Askerlerin ve politikacıların savaş sonrası halka anlattıkları ise bundan çok farklıdır.

Genelkurmay başkanı olarak Almanya’nın tüm savaş faaliyetini son iki yıl boyunca en üst düzeyde yönetmiş olan General Erich Ludendorf, 1918 Eylül’ünde savaşı askeri olarak kesinlikle kazanamayacaklarını İmparator II. Wilhelm’e ifade etmiş ve derhal diplomasi kullanılarak ateşkes görüşmelerine başlanmasını, cepheyi daha fazla tutamayacaklarını belirtmiştir.

Aynı Ludendorf savaştan hemen sonra “Almanya’nın arkadan bıçaklandığını” ifade edebilecek kadar rahat yalan söyleyebilmiştir.

Bu yalana, savaşın son iki senesinde Erich Ludendorf ile beraber fiilen Almanya’yı yönetmiş olan Mareşal Paul von Hindenburg da (İmparator II. Wilhelm bu dönemde arka planda kalmış, Almanya savaşın son iki yılında Luderdorf ve Hindenburg ’un yönetiminde kâğıt üzerinde bir monarşi, fiilen askeri bir diktatörlüğe dönüşmüştür.) iştirak etmiştir.

İşin daha da garip tarafı savaştan sonra iktidara gelen soysal demokratlar da, bu yalana sarılmıştır. Cumhurbaşkanı Karl Ebert savaştan dönen Alman askerlerine “Hiçbir düşman sizi yenemedi.” diyebilmiştir.

Hâlbuki Alman Ordusu içinde gerçekten tek yenilmemiş birlik, anavatandan ikmal almadan tam 9,000 km ötede, 4 yıl boyunca Afrika’nın güneyinde savaşmış, kendisinden 15 kat daha güçlü Müttefik Birlikleri karşısında bağlamış ve bu süre zarfında önemli zaferler kazanmış olan Paul von Lettow-Vorbeck komutasındaki Alman Afrika Ordusudur. Lettow-Vorbeck ve hayatta kalan askerleri Almanya’ya geri döndüğü zaman, lime lime olmuş kıyafetleri ile Brandenburg Kapısından zafer yürüyüşü yapan tek Alman birliğidir.

Ekonomik yönden ezilmiş, savaşta kaybettiği yakınlarının acısı ile travma geçirmiş, açlık içinde yaşayan Alman Halkı, Almanya’nın Rusya’ya diz çöktürüp ardından, Batı Cephesinde Paris yakınına kadar ilerleme başarısı sonrasındaki 100 günde savaşı nasıl kaybettiğini anlayamamıştır.

Birkaç gözü pek politikacı ve asker hariç, kimsenin gerçekleri anlatmaya niyeti yoktur.

1919 yılında Versay Anlaşmasının imza edilmesinin ardından, iktidardaki sosyal demokratlar aşırı sağ ve milliyetçi grupların baskısını daha da sert hissetmeye başlamıştır.

1920 Martında, hükümeti daha önce komünistlere karşı desteklemiş olan paramiliter bir silahlı güç olan Freikorps, aşırı milliyetçi bir gazeteci Wolfgang Kapp ve Berlin garnizon komutanı Walther von Lüttwitz önderliğinde darbe yapar. Darbenin arkasındaki asıl figür eski Genelkurmay Başkanı Ludendorf ’tur. Alman Ordusu darbecilere direnmez, hatta genel olarak destek verir. Freikorps her ne kadar paramiliter bir yapıda ve eski savaş gazilerinden oluşmuş bir silahlı güç olsa da, Alman Ordusu içindeki kritik pozisyonlarda destekçileri bulunmaktadır.

Hükümet Berlin’i darbecilere terk ederek, Stuttgart’a kaçmak zorunda kalır.

Hükümet Stuttgart’tan, halka ve işçilere hitap ederek, genel greve gitme çağrısında bulunur. Ülke genelinde 12 milyon işçi greve gider (Almanya tarihinde gerçekleşmiş en büyük grevdir.). Ülkede hayat neredeyse durur. Darbeciler her türlü tehdidi savurmasına rağmen, işçiler grev ve pasif direnişe devam ederler.

Hatta o dönemde pek tanınmayan bir figür olan Hitler, Münih’ten Berlin’e darbeye katılmak için uçmasına rağmen, uçağı işçilerin ele geçirdiği bir havalimanına inmesi sonucu, tutuklanmaktan ve olası bir ölümden şans eseri kurtulur.

Darbeciler, genel grev ile suyu, elektriği, ısınmayı sağlayan gazı kesilmiş Berlin’i kontrol etmelerine rağmen, diğer şehirlerdeki destekçileri ile iletişim kuramazlar. Daha fazla kan dökülmeden bu girişimin bitirilmesi için hükümetteki sosyal demokratlar ve demokratik sağı temsil eden partiler, darbeciler ile müzakereye başlar. Darbe liderlerine serbestçe yurtdışına gitme ve kısmi af sözü verilir. Hatta kendilerine sahte pasaportlar ve kimlikler dahi teklif edilir. Başarısız darbe girişimi sonrası, darbecilere gösterilen müsamahanın genişliği, Hitler tarafından unutulmayacaktır.

Darbe girişiminden 1 ay sonra, Alman Endüstrisinin kalbi olan Ruhr Bölgesinde, komünistlerin organize ettiği bir işçi ayaklanması başlar. Hükümet, bu ayaklanmayı bastırmak için orduyu ve hükümetin yeniden yanında yer alan Freikorps’u kullanır. Ülke genelindeki işçi ayaklanmaları 1921 yılına kadar devam eder.

İktidardaki Sosyal Demokratların, işçi ayaklanmalarını bastırmak için Freikorps’u kullanmaları, Almanya’daki politik solun derin bir şekilde bölünmesine neden olacaktır. Politik solun bölünmesi ise, tam 12 yıl sonra Hitler’in ülkeyi ele geçirmesini kolaylaştıracaktır.

1920 yılında Almanya’yı şoke eden başka bir olay ise, önemli bir kömür ve sanayi bölgesi olan Saarland’ın Fransızların baskısı ile Almanya’dan koparılarak, fiilen Fransız kontrolüne geçmesidir.

Versay Anlaşmasının hükümleri çerçevesinde, aynı yıl Eupen-Malmedy Bölgesi de Belçika’ya terk edilir.

1921 yılında artan enflasyon ve Versay Anlaşması’nın yükü toplumun tüm kesimlerini germeye devam eder. Versay Anlaşmasını imzalayan delegasyonun başı, eski maliye bakanı Matthias Erzberger suikasta uğrar. Almanya’da monarşinin ortadan kalktığını, cumhuriyetin ilan edildiğini kendi inisiyatifi ile halka açıklamış olan eski şansölye Philipp Scheidemann ise suikasttan kıl payı kurtulur.

Bu arada, uluslararası arenada Müttefikler arasındaki görüş ayrılıkları daha da netleşmiştir.

İngiltere; imparatorluğun dört bir köşesindeki ayaklanmalar ve Yunanistan’ın Türkiye’yi işgal etme projesini desteklemek ile uğraşırken, ABD Müttefiklerden siyasi anlamda tamamen kopma noktasına gelmiş, Almanya’nın Ren Bölgesinde yer alan kendisine tahsis edilmiş olan işgal bölgesindeki birliklerini geri çekmeye başlamıştır.

Versay Anlaşmasını, Almanya’ya tavizsiz bir şekilde, ısrarla dayatmaya çalışan tek ülke Fransa’dır. Fransa’nın Türkiye’ye dayatılmış olan Sevr anlaşmasından ilk geri adım atan ülke olması, Fransız işgalindeki bölgelerimizdeki Kuvayı Milliye direnişi olduğu kadar, Fransızların İngiltere’nin aksine Almanya’ya odaklanmak istemesidir.

Almanya, Versay Anlaşmasının ilk halkasını, Sovyetler Birliği ile 1922 yılında yaptığı Rapollo Anlaşması ile kırmayı başarır. Bu anlaşma ile uluslararası sistemin parya olarak muamele ettiği Almanya ve Sovyetler Birliği (her iki ülke de o dönemin Birleşmiş Milletleri olan League of Nations’a alınmamıştır.) arasında önemli bir işbirliğinin temeli atılmış olur. Almanya, Versay Anlaşmasının ağır silahlar, tanklar, modern savaş gemileri ve uçakların üretilmesi ve geliştirilmesi konulu yasağını, tüm geliştirme, deneme ve üretim faaliyetlerini Sovyetler Birliği topraklarına taşıyarak delme olanağını elde eder. Karşılığında, Sovyetler Birliği de, Almanya’dan kritik bazı teknolojiler transfer etme olanağı bulur.

Sovyetler Birliği, 1917 Ekim Devriminden sonra ilk defa uluslararası arenada Kurtuluş Savaşını yürüten Ankara Hükümeti ve Almanya ile uluslararası ilişkiler ve stratejik bağlar kurmuş olur. Ülkede 1918-1922 arasındaki iç savaş sırasında iktidarını korumaya çalışan komünistler, İngiltere ve Fransa’nın Çarlık yanlılarını nasıl destekleyip, silahlandırdığını; kritik konumdaki Rus topraklarını nasıl işgal ettiğini unutmamıştır.

İki devlet arasındaki bu anlaşma, açıkça yazılı ifade edilmese de, iki eski imparatorluğun topraklarından pay alarak yeniden doğan Polonya’ya karşı bir işbirliğinin başlangıcını oluşturur.

Rapollo Anlaşması her iki ülke için de son derece başarılı bir anlaşmadır. Anlaşmanın gerçekleşmesindeki en önemli pay, Alman Dışişleri Bakanı Walther Rathenau’ya aittir.

Walther Rathenau Almanya’nın en önemli şirketlerinden AEG’nin kurucusu, başarılı bir işadamı ve yaratıcı bir mühendis olarak tanınmıştır. Kendisi tam bir organizasyon ve “turnaround management” ustasıdır. İş hayatı boyunca, çok sayıda başarısız işletmeyi satın alarak reorganize etmiş ve bu şirketleri AEG Grubuna maharet ile entegre ederek büyük bir sanayi grubu yaratmıştır.

Rathenau, I. Dünya Savaşında, Alman Sanayisinin savaş koşullarına uyarlanmasında çok kritik bir rol oynamış, “Amerika Program” ismi ile anılan (Almanya’nın savaşı kazanabilmesi için ABD’nin sanayi kapasitesine ulaşması gerektiği hesabı ile programa “Amerika Program” ismi verilmiştir.) endüstriyel atılım projesinin kilit yöneticilerinden biri olmuştur. Özellikle Almanya’yı savaş sırasında adeta nefessiz bırakan Müttefik ablukası karşısında yarattığı tedarik zinciri (supply chain) çok kritik hammaddelerin alternatiflerini savaş sanayisi için devreye sokmuştur.

Savaştan sonra, Rathenau aslen politik görüşü merkez sağda yer almasına rağmen sosyal demokratların kurduğu hükümette dışişleri bakanı olarak yer almıştır. Stratejik bakışı, Almanya’nın Versay Anlaşmasına uyar gibi görünerek, bu sistemin tüm halkalarını tek tek sabır ile orta vadede kırmak üzerine kuruludur. Sovyetler Birliği ile yapılan Rapollo Anlaşması da bu stratejinin eseridir.

Rathenau uzun süreden beri, Musevi kökenli olması nedeni ile aşırı sağcı grupların hedefidir. Nitekim Rapollo Anlaşmasından iki ay sonra aşırı sağcı bir örgütün suikastı sonucu hayatını kaybedecektir.

Almanya’nın politik sistemi neredeyse günlük anlamda değişen, dostların düşman, düşmanların dost olabildiği garip bir yumak şeklini almıştır. Üstüne üstlük Alman İmparatorluğu, savaş sonrasında federal bir cumhuriyete dönüştüğü zaman, her politik akımın federal düzeyde de ayrı kırılımları oluşmuş, ülke sayısız örgütlerin ve fraksiyonların cirit attığı bir yapıya dönüşmüştür. Hatta işin içine Hristiyanlık öncesi inanışların yüceltildiği bir takım mistik akımlar da girmiş, bunlara inananların oluşturduğu tarikatlar da politik güç kazanmaya başlamıştır.

Almanya’nın tek sorunu politik istikrarsızlık değildir.

I. Dünya Savaşının Almanya’nın ihracat pazarlarını yok etmesi, Müttefiklerin boğucu ablukası, savaşta aşınma derecesine kadar kullanılan sanayi donanımı ve demiryollarının durumu, Versay Anlaşmasının yüklediği yüksek tazminat yükü, savaş sonrası politik istikrarsızlık, darbe girişimleri, grevler ve ayaklanmalar, Alman Ekonomisini önemli ölçüde bozmuş durumdadır.

Alman Ekonomisinin bu durumu çok daha dramatik gelişmelere yol açacaktır. Bir sonraki yazım olan Hiperenflasyonun Kıskacındaki Almanya bu dönemi anlatacaktır.

Burak Köylüoğlu

Bu  yazı dizisi 1919’dan 1945’e kadar  süren olayların  dramatik hikayesini anlatmayı  amaçlıyor.  Eğer bu yazı dizisinin tamamını okumak isterseniz:

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!