Trevanian (1931-2005) unutulmaz eseri Şibumi’yi 1979 yılında yayınlarken zaman dünya tam bir stagflasyon fırtınasından geçiyordu. ABD Vietnam Savaşı’nı kaybetmiş, ABD’nin müthiş ikiz bütçe ve ödemeler dengesi açığı, Bretton Woods sistemini çökertmiş (Nixon Shock, Ağustos 1971), ABD dolarının altın ile sabit paritesi kopmuş, Amerikan doları hızla diğer büyük ülkelerin para birimlerine karşı değer kaybetmiş, Amerika’da yükselen enflasyon küresel ekonomiye yayılmıştı. Araplar ise İsrail’e karşı Yom Kippur savaşını (Ekim 1973) kaybettikten sonra Batı’ya karşı petrol ambargosuna başlamıştı.
Bretton Woods sisteminin çöküşü ile petrol ambargosu ile birleşince 1970’lerde dünyayı yüksek işsizlik, yüksek enflasyon ve düşük büyüme sarmıştı. Bir de bunun üzerine tüm dünya bir terör fırtınası içinde idi. Küba Füze Krizi sonrası Sovyetler Birliği, ABD ile doğrudan bir silahlı çatışma olasılığını göze almak yerine, asimetrik bir mücadele doktrinini benimseyerek amip gibi çoğalan sayısız terör organizasyonuna destek verir hale gelmişti.
Dünya ve Batı ülkeleri özellikle 1970’lerde tam bir tedhiş ve terör eylemleri dalgası altında idi. Banka soygunları, uçak kaçırmalar, suikastlar, bombalamalar, adam kaçırmalar olağan haberler haline gelmişti.
Trevanian, (ya da sonradan ortaya çıkan gerçek ismi ile Rodney William Whitetaker), Şibumi’yi kaleme aldığında bu karmaşık ve enflasyonist dalgadan olağanüstü kazanç elde eden uluslararası enerji karteline karşı mücadele eden bir uluslararası suikastçıyı, Nikolai Hel’i, bir anti kahraman olarak yaratmıştı.
Şibumi müthiş bestseller olmasının ötesinde bir felsefe kitabı idi. Romanın adını taşıyan birçok felsefe kulübü kurulmuştu.
Kitabın kahramanı Nicholai Hel; Bolşevik Devriminden kaçan bir Rus kontesi ile kısa süreli sevgilisi bir Alman subayının ürünü idi. Ancak Hel’in gerçek babası annesinin son sevgilisi, Şangay’ı işgal eden Japon ordusu komutanı General Kishikawa olacaktı. Japon generali, Hel’i tam bir Japon aristokratı gibi yetiştirecek, annesinin ölümünden sonra II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’ya götürecekti. Hel savaş devam ederken büyük bir “Go” ustası olan Otaki-San’ın yanında yetişecek ve basitliğin ve zarafetin felsefesi Şibumi’yi keşfedecekti.
Savaş sonrasında Amerikan işgalinde bir hayat sürmeye çalışan Hel, General Kishikawa’nın savaş suçlusu olarak yargılanacağını öğrendiği zaman, babasını bu utanç verici tiyatrodan kurtarmak için hapishanedeki açış görüşte şahdamarına indirdiği tek bir el darbesi ile öldürmüştü. Hel, gerçek babası olarak gördüğü generale bir samurayın şerefli bir ölümünü hediye etmişti.
Amerikalılar, ellerindeki büyük propaganda aracını yitirince Hel’e inanılmaz işkenceler yapmış ve bir süre hapiste tutmuştu. Hel’in yeteneklerini kullanmaya karar veren CIA, onu sonu mutlak ölüm olan imkânsız bir görevi kabul etmesi karşılığında serbest bırakmış ve böylece Hel’in uluslararası suikastçı kariyeri başlamıştı.
Şibumi romanı da Hel’in 1970’lerde kendisini Bask Bölgesindeki şatosunda emekliliğe ayırdığı zaman mesleğine geri dönmesini tetikleyen olayları anlatıyordu.
Trevanian bu eseri ile Hel’in hayatını ve felsefesini anlatırken, aslında tam bir Amerikanizm ve kapitalizm karşıtı bir manifesto oluşturmuştu. Bu manifesto bir sosyal sosyalist ya da komünist bir temelde değildi tersine Trevanian bu eğilimleri çocukça buluyordu.
Gerçekten de bu akımlar toplumu yapay yöntemler ile eşitliğe zorlayarak, üretkenliği düşürüp, tepedeki yönetici sınıfına ayrıcalıklar yaratmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Sosyal demokrasi ise sosyalizm ile liberalizm arasında bocalayan, insancıl görünen ama çoğu işlevsel uygulamasını hayata geçiremeyen ve bunları merkez sağa kaptırmış bir politik akımdır.
Meşhur muhafazakâr politikacı ve İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli, bir keresinde başarısının anahtarını İşçi Partisi’nden aşırdığı fikirler olduğunu söylemişti. Almanya’nın unutulmaz şansölyesi Otto von Bismarck Batı Dünyasında ilk modern sosyal devlet kurumlarını kurarken, işin teorisini sosyalistlerin ve sosyal demokratların fikirleri ile oluşturmuştu.
Kapitalizm ise demokrasi kavramının ambalajı altında paketlenmiş çoğunlukla oligopol piyasa oyuncularının ekonomiye egemen olduğu bir sistemdir. Demokrasi bu sistemin albenisi olan ambalajıdır.
Size Şibumi’den müthiş bir alıntı vereyim.
“It is a truism of American politics that no man who can win an election deserves to.”
“Amerikan politik sistemindeki gerçek şudur: Hak eden kimse seçimi kazanamaz.”
Evet, gerçekten de bu söz demokrasinin yazılı olmayan kurallarından biridir. Bugün Joe Biden, Emmanuel Macron, Boris Johnson veya Justin Trudeau gibi politikacıların siyasetin en tepesinde olması çok şaşırtıcı değildir.
Nitekim Joe Biden gibi çoktan emekli olması gereken renksiz bir profilin Demokrat Parti içinden başkan adayı olarak Trump’ın karşısına çıkarılmasını, ABD başkanlık seçimini kazanmasını, sonra da Ukrayna Savaşı ile Batı’nın lider şövalyesi haline gelmesini pek de sürpriz olarak görmemek gerekir.
Demokrasi olarak bildiğimiz sistemin temeli ortalama insanın tercihlerine dayanır
Yine Şibumi’ye dönelim.
“But we are in the age of the mediocre man. He is dull, colorless, boring—but inevitably victorious.” Artık, vasat insanların çağındayız. Bunlar sıkıcı, renksiz, sıradan ama (sayısal çoğunlukları ile) çok güçlüler.”
Gerçekten de insanoğlu artan nüfusuna rağmen ne kadar sıradanlaştı: K-Pop (aman Defne duymasın), moda ve kozmetik endüstrisinin tüm kadınları aynı şekle sokma gayreti, tüketimin yüceltildiği, pek az kullanılan ürünlerinin evlerde ve dolaplarda istiflendiği, erkeklerin maskülin eğilimlerini dışa vurulmasının özendirildiği, zenginlerin Veblen mallarına olan düşkünlüğü, geliri düşük toplulukların Giffen mallarının peşinde koşmak zorunda kalması, aptalca TV kanallarına ve sosyal medyada harcanan zaman, “reality” şovları, yetenek yarışmaları, değeri şişmiş veya şüpheli varlıklara yatırım yaparak zengin olma düşüncesi vs.
Go üstadı Oteka-San’ın öğrencisi genç Nicholai’a olan uyarısı da anlamlıdır.
“Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür. Fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder. Hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tek düzelikleriyle kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır.”
Unutulmaz politikacı ve İngiltere Başbakanı Winston S. Churchill boşuna şu unutulmaz sözü söylememişti. “Many forms of government have been tried, and will be tried in this world of sin and woe. No one pretends that democracy is perfect or all-wise. Indeed it has been said that democracy is the worst form of Government except for all those other forms that have been tried from time to time.…’
“Acıların ve hataların egemen olduğu bu dünyada pek çok politik sistem denenmiştir. Demokrasinin ideal ya da mükemmel bir rejim olduğu söylenemez. Aslında demokrasi, şu ana kadar denenmiş olanları hariç tutarsak en kötü politik rejimdir.” 11 Kasım 1947. Ki bu söz söylediğinde faşizm tehlikesi ortadan kalkmasına rağmen Hitler’den çok daha güçlü ve en az Hitler kadar acımasız bir kimlik olan Stalin’in yönettiği ve savaşın en önemli muzafferi Sovyetler Birliği, Batı’ya meydan okur hale gelmişti.
Churchill müthiş zekâsını yine kelimeler ile oynayarak kullanmış, demokrasinin diğer sistemler arasında kötülerin içindeki en iyisi olduğunu ifade etmişti. Gerçi bu söz Churchill’in en parlak sözü değildir. En parlağını epilog kısmına sakladım…
İngilizler II. Dünya Savaşı sırasında Başbakan Churchill’i bir kurtarıcı ve kahraman olarak görmüş, ancak Avrupa’da savaş zaferle bittikten sadece iki ay sonraki genel seçimde Churchill’in başkanı olduğu Muhafazakâr Parti yerine muhalefetteki İşçi Partisine çoğunluğu ve hükümeti vermişlerdi. Ne de olsa İşçi Partisi’nin seçim vaatleri İngiliz halkına pek tatlı gelmişti. Yetmiş yıl sonra Brexit halk oylamasının sonucu aynı derecede şaşkınlıkla karşılanmıştı. Oylamaya katılanların çoğunluğu Brexit’in ne olduğunu tam kavramadan oy vermişti.
Ortalama seçmen sadece idealden uzak işleyen demokrasileri yaratmıyor, demokrasilerin karşısındaki otokrat rejimlerin liderleri de geniş insan topluluklarının isteklerini ve kimliklerini benimsemek zorunda kalıyor.
Yeni Soğuk Savaşın diğer kutbundaki iki büyük ülkenin liderleri, Rusya Başkanı Vladimir Putin ve Çin Komünist Partisi Genel Sekteri Xi Jinping de toplumlarının milliyetçi ve irredentist (yayılmacı) arzuları ile hareket ediyor. Rusya lideri, Ukrayna Savaşı’na karar verdiği zaman uluslararası politika kadar iç politikanın faktörlerini de gözetmişti. Xi Jinping’in Taiwan ve Güney Çin Denizi meselelerini birer jeopolitik fay hattına çevirmesinin Çin için aslında uzun vadeli hiçbir stratejik faydası yoktur. Bu hamlelerin amacı “Büyük Çin” idealine inanan yüz milyonların arzularını tatmin etmektedir. Tabii Xi Jinping’in de uzun ve güçlü iktidarının ömrü de uzamaktadır.
Dünyada eli kemerindeki tabancanın kabzasına gitmeye yatkın kovboy tipi liderlerin sayısı arttıkça, sistemdeki riskler artmaya devam edecektir. Üstelik artık masada pazarların, hammadde kaynaklarının, ekonomilerin değil ülkelerin ve milyonlarca insanın kaderinin bahse konulduğu bir satranç oyunu oynanmaktadır.
Yine Şibumi’ye dönelim ve Nicholai Hel’in kitlelerin sevgilisi bu hesapsız ve maskülin karakterleri nasıl ifade ettiğini görelim:
“Amerikan kültürünün tipik kahramanı kovboylardır: Kaba saba, eğitimsiz, Viktorya çağının göçmen kırsal işçileri.”
Satrançta pozisyon veya hamle üstünlüğünü elde etmek için taş feda etmeye “gambit” denir. İçinde yer alan gambit satranç müsabakaları sert ve haşindir. Bazen karşılıklı gambitler ile oyun iyice sertleşir ve belirsizleşir. Yalnız taş fedası ile oyuncu hedeflediği pozisyon üstünlüğünü elde edemezse, oyunu kaybeder.
Amatörler, gambit varyasyonlarını çoğunlukla safça kullanır. Onlar gambitleri temelsiz bir cesaret için, profesyoneller ise kazanmak için kullanır.
Son jeopolitik oyun olan Ukrayna Savaşı da amatörlerin tercih ettiği karşılıklı gambitlerden oluşan bir müsabakaya benziyor.
Rusya, kendi ekonomisini ve ülkenin itibarını feda ederek, Ukrayna’nın bir bölümünde üstünlük sağlamayı hedeflerken, ABD-İngiltere ekseni ise Ukrayna’nın yakılıp yıkılması pahasına, Rusya’yı (Ukrayna’nın NATO üyesi olmasını gündeme getirerek) kışkırtmıştı.
Uluslararası toplum savaş çıktığında ilk önce heyecanlanmış, daha sonra ise sadece sivillerin savaştaki trajedisi gündemde kalmıştır. Savaş her ne kadar içinde olanlar için bir trajedi ise de dışarıdan izleyen insan toplulukları konuşulmaya değer, renkli ve heyecanlı bir tiyatrodur. İnsanlar bu tiyatroyu izlerken, aslında geri planda uluslararası güç dengesi yeniden oluşmaktadır.
Gerçi Nicholai Hel Şibumi’de satranç gibi karmaşık bir oyunu şöyle küçümser: “Go ile satrancı karşılaştırmak, felsefeyi, muhasebe tutmakla karşılaştırmaya benzer.”
Uluslarası güç kartları son iki yüzyılda yaklaşık 40-50 yılda bir yeniden dağıtılır.
Küreselleşme ve yeni tip kapitalizm bize küresel ekonomideki son büyük paradigma değişiminin nasıl olduğunu gösterdi. Hatırlayınız 1980’lerde başlayan neo-liberal akımın bayraktarlığını yaptığı deregülasyonlar özellikle finans sektöründe tehlikeli çatlaklar oluşturmuştu. İlk önce 1990-1991 Japonya Varlık Balonu gibi büyük bir dersi gözden kaçırdık. Sonra 1997 Asya Krizi geldi. Daha sonra 2000 Dot.Com balonu patladı. Esas ders finansal sistemin bir anda çökebileceğini gösteren 2008 Küresel Ekonomik Krizi oldu. Bu müthiş krizin oluşturduğu muazzam sistematik zararı ilave para yaratarak giderilebileceğine inandık. En sonunda büyük merkez bankalarının bilançoları 31 trilyon USD büyüklüğe ulaşırken, eski düşman yeniden dirildi: Küresel olarak yayılan yapışkan bir enflasyon ve patlamaya hazır varlık balonları. Tıpkı bir nükleer santraldeki soğutma sisteminin bozularak, sıcaklığın yakıt çubuklarını tek bir kütle gibi davranmaya itmesi (critical mass) ve sonucunda reaktörün kontrolsüz bir zincirleme reaksiyona girmek üzere olması gibi…
Monetarizm akımının ve neo-liberal politikaların en büyük üstadı Prof. Dr. Milton Friedman (1912-2006) acaba bugünkü beceriksiz profilleri görse ne derdi? Artık parasal tabanı daraltarak, aynı zamanda faizleri arttırmak için çok geç kalındı…
Üstelik bu kez küresel enflasyon hem parasal kökenli hem de maliyet ve arz sıkıntısı kökenli. Para yaratılırken alkışlayan kitlelere yüksek ve yapışkan enflasyon miras kalırken, ellerinde para değil varlıklar bulunan az sayıda ama görece zengin oyuncular servetlerini katladılar. İktisadın temelini anlamayanlar için on yıllarca emeğin karşılığı olan satın alma gücü, küresel enflasyonun kitleler üzerindeki görünmez eli ile kayboldu gitti.
İnsan topluluklarının neden hep aynı hatayı yapıyor olması anlaşılabilir. Hayat onlar için inşa edilmiş bir cins “The Matrix” filmi. Doğuyor, okula gidiyor, çalışıyor, kariyer yapıyor veya mesleğinde usta oluyor , kendi gibi yaşayacak çocuklar yetiştiriyor, emekli oluyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Hayatı, tüketmek ve emeğinin karşılığında kazandığını kar olarak büyük oyuncuların cebine koymak ile geçiyor. Tıpkı “The Matrix” ‘deki insan bedenlerinin bir canlı pil olarak kullanılması gibi. Mevcut küresel ekonomik sistem insanlara gereksinimi olmayan ürünleri almaya ikna ederek bu geniş toplulukların hayatını büyük kurumların karlılığına ve kurumsal değer artışına dönüştürüyor.
Veya tersini yani bir sosyalist “cenneti” düşünelim. Bu kez insanların emekleri, sosyalist devlet gibi koca bir verimsizlik abidesi aracılığı ile devletin gücünün maksimizasyonuna dönüşecektir.
Basit bir örnek: Son beş senede her biri, bir bilgisayarın gücüne ulaşmış akıllı telefonları satın almak ve değiştirmek için kaç günlük çalışmanızın bedelini harcadınız? Bu telefonların özelliklerinin yüzde kaçını kullanıyorsunuz?
Çok büyük bir kitle bunları sadece basit fotoğraflar çekmek, konuşmak, mesajlaşmak veya başkalarının hayatına göz atmak için (sosyal medyayı kullanmanın tanımı) kullanıyor.
Veya beğendiğiniz bir otomobili almak için kaç aylık gelirinizden vazgeçtiniz? Ben bir profesyonel yöneticiyim, uzmanlık alanım kurumsal finans ve ekonomi ama temelde düşünce sistemim itibari ile bir mühendisim.
Bir mühendis olarak şu muhakemeyi yapıyorum: Kullandığım otomobilin ağırlığı yaklaşık 1.5 ton ve ben de 75 kg ağırlığındayım. Bu otomobil beni tatiller hariç her gün 50 km. taşıyor. Şehir trafiğindeki ortalama hızım 45 km. ve şu an bu otomobil enflasyonist bir ortamda bir küçük servet haline gelmiş durumda. Bu küçük servetin bütün yaptığı iş 75 kg. bir cismi her gün ortalama 45 km/saat hız ile 50 km. taşımak. Bir de kullandığı pahalı yakıtın çok azı hareket enerjisine dönüşüyor, kalanı sürtünme ve zehirli gazlarla sonuçlanan kimyasal tepkimeler ile harcanıyor.
Otomobil dediğimiz ürün, karmaşık ama aslında felaket derecede kötü bir termodinamik veya iktisadi bir makine. Daha da felaket olan bu araçları kullanan insanlar. Bu kadar pahalı, karmaşık ve verimsiz makineler, bir trafik şeridinde aracı tutmaktan aciz insanlar tarafından kullanılıyor. Tabii bu makineler erkeklerin maskülin eğilimlerini tatmin eden modern ürünler olarak pazarlandığı gibi, sektörün parlak zekalı pazarlama stratejisyenleri kadınlara yönelik olarak özgürlük ve mobilite temalı yaklaşımları kullanıyor.
Ne yazık ki ben bir Nicholai Hel değilim: Şibumi’nin kahramanı Hel, şatosunun arazisine hiçbir otomobil sokmadığı gibi, tüm servetine rağmen, sadece ihtiyaç duyduğu zaman kullandığı çok eski bir Volvo otomobil sahibi idi. Tıpkı İkea’nın kurucusu Ingvar Kamprad (1926-2018) gibi…
Bu kadar verimsiz bir aracı bir prestij objesi gören insan topluluklarını görünce Şibumi’yi anımsıyorum. İçten yanmalı motor teknolojisinin 130 yıldan beri neden egemen olduğu sorusunun yanıtını çok iyi biliyorum. Yanıtı öğrenmek isterseniz Daniel Yergin’in The Prize: The Epic Quest for Oil, Money and Power ölümsüz eserini okumanızı öneririm.
Veya evlerdeki dolaplarımızı düşünelim. Bir gün sevgili eşime şunu söyledim: “Şimdi şu gardırop ağzına kadar giysi ile dolu. Sen benden çok daha kurumsal finans bilimine hakimsin. Gardırobun ve içindeki giysilerin maliyetini; gardırobun işgal ettiği alanının değeri ile kıyasla. Üzerine bunların zaman maliyetini koy. Hangisi daha fazla?” Yanıtı şöyle aldım: “Yaşın ilerledikçe sıkıcı bir adam oldun Burak!”
Güldüm geçtim ve konuyu değiştirdim.
Keşke bu konuşma Avrupa’nın moda ve kozmetik devi LVMH’ın hakim ortağı olan Arnauld Ailesi’nin Paris’te çok katlı bir mağazayı (La Samaritaine) renove etmek için yaklaşık 750 milyon Euro’yu nasıl harcayabildiği ile devam etseydi.
Tekrar Şibumi’ye döndüm: “Bir insan gereksinimleri ve sahip olduklarını dengelediği zaman mutlu olur. Pekâlâ, bu dengeyi nasıl sağlayabiliriz? Bazıları arzularına yetecek varlığı elde etmeye çalışır. Bu aptalcadır. Bunu bedeli aşırı çalışma, kendini tüketme, sonsuz pazarlıklar ve gereksiz ve insanı tüketen mücadeleler içinde yaşamaktır. Akıllı olan ise arzularını azaltarak, sahip oldukları ile eşitlemektir. Bu da bedelsiz olan keyiflerin değerini keşfetmek ile olur: Bask dağları, doya doya gülmek, şiir okumak, bir dostun ikram ettiği bir kadeh şarap, yaşlı veya şişman kadınlarla flört etmek.” Altmışlı yıllara ayak basmış Le Cagot, dostu Nicholai Hel’e öğüt verirken…
Hel’in muzip Bask’lı dostu Le Cagot’un tercihlerini bilemem ama benim için hayatta insanı mutlu edebilecek bedelsiz o kadar çok kavram var ki…
Nicholai Hel’in kapitalizmin doruğundaki Amerikan toplumunu değerlendirirken düşünceleri gerçekten çok çarpıcı:” Amerikalılar yaşam standardını yaşam kalitesi ile, fırsat eşitliği ile kurumsal vasatlığı, ataklık ile cesareti, maçoluk ile adam olmayı, keyif ile zevki karıştırmayı beceriyor.”
Hel’in eleştirisi aslında kapitalizmin görünmez eli ile toplumun muhakemesinin nasıl etkilendiği üzerine.
Bugün Ukrayna Savaşı ile Batı, insan hakları ve barış şampiyonluğu yaparken, Nicholai Hel ile genç Hannah’ın şu diyaloğunu hatırladım:
Hannah: “Bir ulus için böyle genellemeler yapmak doğru mu sizce?”
Nicholai Hel: “Genelleme ancak bireylere, kişilere uygulandığı zaman yanlış sonuçlar verir. Kalabalıkları tanımlarken her zaman gerçekçi bir yöntemdir. Senin ülken de demokrasi ile yönetiliyor. Yani kalabalığın diktatörlüğü ile.”
Hannah: ”O havaalanında dökülen kanlardan Amerikalıların sorumlu olduğunu reddediyorum. Masum çocuklar, ihtiyarlar…”
Nicholai Hel: “6 Ağustos tarihi sana bir şey ifade ediyor mu?”
Hannah: “6 Ağustos mu? Hayır. Neden?
Nicholai Hel: “Boş ver.”
Epilog:
Bölüm I: Burak Köylüoğlu’nun notu:
6 Ağustos 1945 tarihinde, bir B-29 ağır bombardıman uçağı Hiroşima üzerine 64 kg. ağırlığında bir uranyum bombası bırakmıştı. Amerikalılar bu küçük bombaya kendi mizah anlayışlarına uygun bir şekilde “Little Boy“ olarak adlandırmışlardı. 9 Ağustos 1945’te ise bu kez başka bir B-29 Nagazaki üzerine bir plütonyum bombası bıraktı. Bunun tasarımı daha farklıydı, ateşleme mekanizması bombanın içindeki basınç artışı ile reaksiyonu tetiklemek prensibine dayalı idi. Tasarımı nedeni ile “Fat Man” olarak isimlendirilmişti. Her iki atom bombasının atılışında gökyüzünde birer B-29 daha mevcuttu. Görevleri aşağıdaki müthiş patlamayı mükemmel bir şekilde filme çekerek belgelemekti.
Şibumi’nin kahramanı Hel, Hannah’a yine merhametli davranmıştı. Ben olsaydım, genç Hannah’a “Trail of Tears” vakasından başlayarak, günümüze kadar temel bir beş dakikayı geçmeyen bir tarih dersi verirdim.
Bölüm II: Churchill ve Lady Astor’ın atışmaları…
Sir Winston S. Churchill ile ilk İngiliz kadın milletvekili Lady (Vikontes) Astor’ın araları her ikisi de İngiliz Muhafazakar Partisi mensubu olmasına rağmen pek iyi olmamıştı. Churchill kadınların seçilme hakkı konusunda zamanı çoktan geçmiş bir düşünce hali ile direniyordu.
“Bir kadının Avam Kamarası’na girişi, banyoma izinsiz girmesi kadar utanç vericidir.” Winston S. Churchill
Lady Astor’ın yanıtı efsanevidir: “Siz bu konuları dert edecek kadar yakışıklı değilsiniz.”
Churchill çok sonraları rövanşını alacaktı. Bir resepsiyonda rastladığı Lady Astor’ı görmezden gelip, elini sıkmamıştı. Lady Astor’ın sözleri epey sertti:
“Winston, sizin ile evli olsaydım, çayınıza zehir koyardım.”
Churchill şu müthiş yanıt ile karşılık verecekti:
“Madam, sizin ile evli olsaydım, o çayı içerdim!”
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.