Napolyon Savaşları sonrası dünya düzenini belirleyen Viyana Barış Konferansı (1815), İngiltere’nin lideri olduğu tek kutuplu bir dünya yaratmıştı.
Britanya İmparatorluğu’nun 1815 sonrası pozisyonu; Roma Cumhuriyeti’nin Kartaca’yı II. Pön Savaşı’nda (MÖ 201) mağlup ederek tek süper güç haline gelmesine; Amerika Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaşı kazanması (1991) sonrasındaki durumuna çok benzer.
Bu arada yazı dizisinin önceki yazılarını okumadıysanız, sırasıyla ilk yazıdan başlayarak okumanızı öneririm.
Küresel Düzenin Hikayesi, I. Bölüm, Westfalya Düzeni (1648-1789)
Küresel Düzenin Hikayesi, II. Bölüm, Fransız Devrimi’nin Öyküsü (1789-1799)
Küresel Düzeninin Hikayesi, III. Bölüm, Napolyon Savaşları (1799-1815)
Küresel Düzenin Hikâyesi, IV. Bölüm: Viyana Düzeni
Hatta 1815-1914 arasındaki döneme bazı bilim insanları; Roma Cumhuriyeti’nin meşhur Pax Romana teriminden türetilen “Pax Brittanica” olarak tanımlar. Bu tanım Britanya İmparatorluğu’nun muazzam ekonomik, askeri ve diplomatik gücü ile küresel sistem büyük bir küresel savaşa girmeden, hızlı ve sürekli olarak büyümesini tarif etmiştir. Aynı terim 1991 yılında ABD için “Pax Americana” olarak ileriye atılsa da bu hayali tanım 11 Eylül 2001 tarihindeki büyük ölçekli terör saldırıları ile rafa kaldırılacaktı.
Viyana Kongresi sonrasında İngiltere’nin karşısında tek büyük güç müttefiki Rusya İmparatorluğu kalmış olmasına rağmen, Rusya’nın benzersiz kara gücü Avusturya İmparatorluğu ve Prusya tarafından dengelenmişti. İngiltere’nin ezeli rakibi Fransa ise Viyana Kongresi’nde fazla örselenmemiş, bir büyük güç olarak sistemde muhafaza edilmişti. Artık Fransa’nın Napolyon Savaşları sonrası Avrupa’da macera araması artık olanaksız haldeydi. Savaşın dört muzaffer gücü Britanya, Avusturya, Prusya ve Rusya; Fransa’nın sınırlarını sanki çelik bir kuşakla ördükleri güçlü siyasi ve askeri ittifaklar oluşturmuşlardı. Nitekim Fransa 1815’ten sonra asla Avrupa hâkimiyeti kurmayı hedefleyen bir macera arayamayacaktı. Viyana Kongresi ile Avrupa, çetin Fransa lokmasını sindirmişti.
Viyana Kongresi’ne davet edilmemiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya düzenindeki yeri ve kaderi de bu yıllarda belli olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu en güçlü olduğu kabul edilen 16. yüzyıldan beri gerilemesi, 1774-1815 döneminde iyice hızlanmıştı.
Nitekim Napolyon Savaşları devam ederken, Rusya’nın askeri gücünü iyice aşındırmış olduğu bir döneme denk gelen 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşında dahi, Osmanlılar yenilgiye uğramış ve Ruslar bu savaşta Beserabya’yı ele geçirerek ilk defa Balkanların kapısına dayanmıştı. Ki koca bir Rus ordusu Aralık 1805’te Austerlitz’de Napolyon karşısında perişan edildikten sonra bu savaşın Osmanlılar tarafından kaybedilmiş olması manidardır.
Osmanlılar çok daha feci bir yenilgiyi 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda görecek, Ruslar Balkanlar’daki tüm müstahkem mevkileri geçerek, eski imparatorluk başkenti Edirne’yi zapt edecek, diğer bir Rus ordusu Doğu Anadolu’ya girerek, Erzurum’u fethedecekti. Bu savaş ile ilk defa Osmanlı İmparatorluğu sınırlarındaki toprak kayıpları dışında, kendi sınır boyundan uzak bir bölgesinde bir bağımsızlık savaşını da kaybederek, Mora Yarımadasında Yunanistan Krallığı’nın kuruluşunu kabullenecekti.
Osmanlı İmparatorluğu, Britanya İmparatorluğu gözünde Rusya’ya karşı korunması gereken önemli tampon bir devlet kimliğinde idi. Dünyanın tek süper gücü, müttefiki ve aynı zamanda rakibi olan Rusya’nın asla ve asla bir denizler aşırı bir askeri ve ticari güç olmasına izin vermemekte kararlı idi.
İngiltere’nin bu stratejik yaklaşımı, Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünü belki de 60 yıl daha uzatacaktı. İngilizlerin çok daha ileride 1877-1878 Rus-Osmanlı savaşından sonra bu stratejisinden vazgeçmesi sonrası, imparatorluğun sonu artık belli olacaktı.
İngiltere’nin 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne bakışı ile, ABD’nin 1946 sonrası Türkiye’ye bakışı da çok benzerdir. ABD; 1941-1947 arası müttefiki ve 1948’den sonra rakibi olan Sovyetler Birliği’nin genişleyen nüfusunu sınırlamak için Türkiye’nin toprak bütünlüğünü Sovyetler’e karşı korumayı garanti etmişti.
Biz tekrardan 19. yüzyılın baş döndürücü ekonomik ve politik olaylarına dönelim.
19. yüzyılın başında İngiltere’yi benzersiz kılan sadece jeopolitik gücü değildi. Sanayi Devrimi, İngiltere’ye tartışılmaz bir üstünlük sağlayacaktı. Sanayi Devrimi; 1776 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, 1830 ve 1848 devrimleri, 1917 Ekim Devrimi gibi “politik devrimlerin” aksine ağır ve dereceli bir gelişimdi.
Sanayi devriminden önce tarımda önemli bir devrim yaşanmış, 1700-1850 arasında ürün mahsulleri dönüm başına 2.5-3 misli artmıştı. Charles Towshend’in nöbetleşe ekim (crop rotation) buluşu, İngiliz tarım bilimci Jetro Thull’ın geliştirdiği tohum makinesi ve ekim makinesi gibi yöntemler bir anda kişi başı ve alan başına tarım prodüktivitesini inanılmaz ölçülerde arttırdı.
Tarım prodüktivitesinin artışı tüm Avrupa’da nüfus artışını desteklerken, Thomas Newcomen, Matthew Bolton ve James Watt’ın buhar makinesi buluşunu ayrı yönlerden geliştirmesi sanayi devrimini ateşleyecekti. İnsan gücü yerine kömürün yakılarak suyu buhar haline getirerek buharın genleşme kuvvetini hareket enerjisine çevirme fikri bir anda kâğıt, iplik, çelik, dokuma gibi iş kollarının çıktısını tahmin edilemez düzeye getirecekti. Uygarlık artık insanın tarımsal ürünleri tüketerek kazandığı enerjiyi, kas gücü yolu ile işe dönüştürmenin alternatifini bulmuştu. Kömürün içinde saklı enerji buhar makinesi ile muazzam bir hareket enerjisine dönüşüyordu. Rotaryen yani dairesel güç aktarımının makineler içinde uygulanması ile buhar makinesinin gücü birçok üretim sürecinde kullanılacaktı.
Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de başlaması tesadüf değildi. Britanya İmparatorluğu dönemine göre liberal ve olgun devlet kurumlarına sahipti. Mülkiyet hukuku kapsamlı ve girişimcileri destekler durumdaydı. İngiltere’de kömür ve demir bol, kaliteli ve yüzeye yakındı. Bunları çıkarmak devrimin başında kolay ve ucuz idi. İngiltere’de görece işçilik ücretleri ise genel olarak yüksek idi.
Bu ekonomik değişkenler, parlak fikirler ve buluşlar ile birleşerek muazzam bir devrimi yaratmıştı. Britanya İmparatorluğu’nun Yedi Yıl Savaşları’ndan (1756-1763) sonra olgun bir denizaşırı imparatorluk haline gelmiş olması ise devrimi daha da hızlandıracaktı. Çünkü imparatorluğun Kuzey Amerika, Hindistan, Okyanusya, Afrika’daki kolonileri (sömürgeleri) arzu edilen hammaddeleri istenilen fiyatlara sağladığı gibi, İngiltere’nin sanayi çıktısı ise son ürün olarak arzu edilen fiyatlardan bu pazarlara gönderiliyordu. İngiliz kolonilerinin hammadde ihracı ve son ürün ithalatı anlamında söz hakkı olmadığı açıktı ve hiçbiri Amerikalıların bağımsızlıklarını kazandıkları şekilde ekonomik, politik ve askerî açıdan örgütlü değildi.
Sanayi Devrimi İngiltere’ye ve daha sonra Batı’ya öyle bir ekonomik, askeri ve politik güç verecekti ki, dünyanın geri kalanının yüzyıl boyunca Batıya kafa kaldırması olanaklı olamayacaktı. Eğer Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Sanayi Devriminin olgunlaşmasından sonra yapılsaydı muhtemelen o da başarısızlığa uğrayacaktı.
Batının bu muazzam gücünün karşısında 19.yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu kesin bir gerilemeye girecekken, 19. yüzyıla kadar dünyanın en büyük ekonomisi olan Çin İmparatorluğu ise daha feci bir çöküşe gidecekti. Ancak buraya özellikle not düşmem gerekir ki, diğer ulusların aksine Osmanlı ve Çin imparatorlukları, dünyanın büyük ve kadim devletleri olan Hindistan ve Mısır’ın aksine hiçbir zaman bir Batı sömürgesi veya kolonisi haline dönüşmeyecekti.
Endüstri Devrimi aynı zamanda şehirleşmenin de yolunu açmıştı. Devrim öncesi İngiltere’de şehirlerin nüfusu toplam nüfusun %20’si iken, yüzyıl sonra şehirlerin toplam nüfusu, toplamın %80’nini oluşturacaktı. Endüstri Devrimi insan gücünü ise sonuna kadar sömürecekti: Çalışma saatleri günde 16 saati bulduğu gibi, insanlar neredeyse sadece uyumak için eve gider durumdaydı. Tarım devrimi insanları tarımda işsiz bırakıp, şehirlerde köle gibi çalışacakları bir ortam yarattığı için insanların şehirlere göç edip, atölye ve fabrikalarda çalışmaktan başka bir çaresi kalmamıştı. Özellikle hızla gelişen tekstil ve dokuma sanayinde çocuklar ve kadınlar (ince elleri nedeni ile rağbet görüyordu) hiçbir kural olmaksızın çalıştırılıyordu.
19. yüzyıl edebiyatının önemli bir bölümünün bu trajediyi yazıya dökmüş olması şaşırtıcı değildir. Daha da kötüsü kömürün bu kadar sınırsızca kullanılması şehirlerde su ve havanın kirlenmesine yol açacaktı. Avrupa şehirleri böyle büyük bir nüfusu sağlıklı yaşatacak şekilde planlanmamıştı. Roma’nın milattan sonra 476 yılında düşüşünden sonra, Roma’nın sıhhi bilgilerinin önemli bir kısmı ya kaybolmuş ya da unutulmuştu. Mesela 19. yüzyıla damgasını vuran İngiltere Kraliçesi ve Hindistan İmparatoriçesi Victoria’nın eşi Prens Albert saray tuvaletinden kaptığı tifo ile hayatını kaybedecekti ki, sıradan işçilerin yaşantısını siz düşünün.
Diğer yandan ise İngiliz Tarım Devrimi’nin Avrupa’ya yayılması ile Avrupa’nın nüfusu inanılmaz ölçüde artmaya devam edecekti. Avrupa’nın 1750 yılında toplam nüfusu 140 milyonken, 1850 yılında 266 milyona çıkacaktı. Sanayi Devrimi hızla büyüyen (ama sefalet içindeki) nüfusun kişi başı prodüktivitesini ayrıca arttırarak, Avrupa ile dünyanın kalanı arasındaki güç farkını daha da açacaktı.
Size, Sanayi Devriminin gücünü basitçe anlatmayı başaran ve her zaman yapıtlarını hayranlıkla okuduğum Harvard Üniversitesi ekonomi ve tarih profesörü David Landes’in sözlerini aktarmak isterim: “ İngiltere gücünün doruğunda olduğu 1870 yılında, yılda 100 milyon ton kömür kullanıyordu ki, bu miktardaki kömürden yaratılan enerji, aynı dönem şartları içinde 850 milyon yetişkin erkeği (bu erkeklerin eşleri ve çocukları hariçtir) besleyecek gıdanın vereceği kaloriye eşdeğerdir. İngiltere’nin 1870 yılındaki nüfusu (sömürgeleri hariç) sadece 31 milyon kişi idi. Endüstri Devrimi’nin muazzam verimlilik artış gücünü bu basit örnekten anlayabiliyoruz. Yine İngiltere’nin aynı yıl buharlı makinesinin beygir gücü, 40 milyon yetişkin erkeğin kas gücüne eşitti.
Tabii bu muazzam prodüktivite artışı dünyanın tüm dengelerini bozdu. Avrupa’nın dünya üretimi içindeki payı 1800 yılında %28.1 iken, 1880 yılında %61.3’e çıkacaktı. ABD yarışa daha sonradan katılmasına rağmen 1800 yılındaki %0.1 oranındaki payını 1880 yılında %14.7’e çıkararak İngiltere’nin ardından 2. sıraya gelecekti. ABD’nin 1871 yılında GSYH anlamında İngiltere’yi geçerek ilk sıraya ulaştığını, 1880’den sonra da hızla sanayileşerek toplam üretim payında da birinci sıraya geldiğini not edelim.
Esas felakete uğrayanlar ise İngiliz sömürgesi olan Hindistan ile kadim dünyanın en büyük devleti Çin idi. Çin 1800 yılında dünya üretiminin tam %33.3’ünü gerçekleştirirken, 1880 yılına geldiğinde payı %12.5’a kadar gerilemişti. Çin’in toplam üretimdeki payı Boxer Savaşı’ndan sonra 1900 yılında %6.2’ye kadar düşecekti. Hindistan ise henüz tam sömürgeleşmediği 1750 yılında dünya üretiminin %24.5’unu yaparken, 1880 yılında payı %2.8’e kadar düşmüştü!
Bugün Çin’in liderleri asla Batı’ya karşı 19.yüzyılda kaybedilen sanayi prodüktivitesini ve felaketler ile biten Afyon Savaşları’nın ile Boxer Savaşı’nın trajik sonuçlarını her zaman hatırlar durumdadır.
Endüstri Devrimi, sadece üretimi değil ulaştırma ve haberleşmeyi de kökünden değiştirmişti. Mesela İngiltere’de yol şebekesi haydutlar ile kaynayan bir çamur deryası iken, devrim ilk önce ülkenin su yollarını geliştirerek 3600 km. uzunluğunda ticaretin geliştiği karmaşık bir kanal sistemi yaratmıştı. Daha sonra ise buhar gücünün çok kuvvetli çekiş gücüne sahip makineler yaratacağını keşfeden İngilizler demiryolunu yaratmışlardı.
Britanya İmparatorluğu Endüstri Devrimi’nin ikinci safhasında anavatanı kolonileri ile telgraf ve buharlı gemiler ile bağlanmış muazzam bir güç haline gelmişti. Daha Napolyon Savaşları sırasında demiri işleme becerisi ile çok sayıda ve kaliteli tüfek ve toplar yapan İngilizler, hızla ağızdan dolma tüfeklerden; sapması azalan, ateş hızı, menzili artan kuyruktan dolma tüfeklere geçmiş, 1860’lardan sonra ise Gatling ve Maxim tipi ilk makineli tüfekleri üretmişlerdi. Açık denizlerin tartışmasız hâkimi olan İngiliz Kraliyet Donanması, bu kez buhar gücü ile işleyen gambotlar ile Nijer, Yangtze, İndus gibi büyük nehirlerden girerek Afrika, Çin, Hindistan’daki sömürgeciliklerini perçinledi.
Meşhur ekonomist ve istatistikçi William Stanley Jevons İngiltere’nin gücünü şöyle özetliyordu:
“Kuzey Amerika ve Rusya ovaları bizim tahıl tarlalarımızdır, Chicago ve Odessa bizim ambarlarımız, Kanada ve Baltık bizim kereste ormanlarımızdır. Avusturalya’da koyun çiftliklerimiz vardır. Arjantin ve Kuzey Amerika’nın batısında öküz sürülerimiz otlar, Peru altınını bize gönderir. Güney Amerika ve Avusturalya’nın altını Londra’ya akar. Hindular ve Çinliler bizim için çay yetiştirir. Kahve, şeker ve baharat çiftliklerimiz Hint Adaları üzerindedir. İspanya ve Fransa’da üzüm bağlarımız, Akdeniz’de ise meyve bahçelerimiz yer alır. ABD’nin Güney Eyaletleri bize pamuk sağlar.”
Dikkat ederseniz bu söylem, bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin yönetim çevrelerindeki bakışın tıpa tıp aynısıdır. Britanya İmparatorluğu 18. yüzyılın güçlü bir merkantilist imparatorluğundan hızla sanayileşmiş ve modern kapitalizmin sistemin ayrılmaz bir parçası olduğu tek bir süper güç haline gelmişti.
Ancak İngilizlerin nispi üstünlüğünü sağlayan değişkenler çok hızlı bir şekilde kopyalanacaktı. İmparatorluğun eski on üç kolonisi olan ABD kıta büyüklüğündeki zengin topraklarında ve göçmenler ile artan nüfusu ile yeni teknolojileri bir kaldıraç gibi kullanacaktı.
Daha da önemlisi Viyana Sisteminde çatlaklar oluşmaya başlamıştı. 1830 yılında Fransa’da mutlak monarşiye dönüşe karşı tepki “Romantik Devrimler” dizisini tetikleyecekti. İngilizler bu devrimler dizisine kayıtsız kaldı ama ardından patlayacak olan 1848 Devrimi her şeyi değiştirdi.
Bu devrim Endüstri Devrimine karşı güçlü bir reaksiyon idi. Daha da önemlisi Ruslar Avusturya’da çıkan Macar isyanına karşı müttefiklerine yardım için ordularını Macaristan’a sokarak bir güç gösterisi yapmıştı. 1848 Devrimleri Avrupa’yı sarsmıştı ama asla bir 1789 Fransız Devrimi kadar kesin sonuçlu olmamıştı. Ancak işçiler arasında sosyalist düşünceleri ilk defa yayılmaya başlamıştı. Rusya, 1848 Devrimlerinde Avrupa’nın jandarması rolünü daha ileriye taşıyacak ve kendisi için zamansız bir hamle yapıp Osmanlı İmparatorluğu’na “coup de grace” yani bitirici vuruşu indirmeye karar verecek. Ancak İngiliz-Fransız-Osmanlı-Piemont koalisyonu Kırım Savaşı’nda Rusya’ya diz çöktürecekti.
1848 Devrimi ve Kırım Savaşı ile Viyana Düzeni sarsılmaya başlamıştı.
Binlerce kilometre batıda ise Amerikalılar tartışmalı bir bölge olan Texas üzerinden Meksika ile savaşa girmek üzere idi. Avrupa’nın muazzam müstakhem mevkiilerinin yanında bir gecekondu gibi kalan ahşap Los Alamos kalesinde yaşananlar ise ABD’yi büyük güçler sınıfına sokacak olaylar dizisinin başlangıcı idi.
Burak Köylüoğlu
1 Ekim 2023
Yeni yazılardan haberdar olun.