Türkiye’nin bir süreden beri devam eden olumsuz ekonomik seyri, 10 Ağustos 2018 Cuma günkü şok ile daha da kötüleşti. Türk Lirası 1 USD+1 Euro sepetine karşı, 25 Haziran 2018’e göre %37, yılbaşına göre %66, 1 yıl öncesine göre %79 değer kaybetti. İki yıllık gösterge DİBS’in faiz oranı %24.80’ne, 10 yıllık tahvillerin faiz oranı %22.11’e yükseldi.
Bu gelişmeler sonrası BDDK’nın banka genel müdürlerini toplantıya çağırdığı söylentisi yalanlandı. Keza ECB’nin Türkiye’de iştiraki ve yüksek kredi ilişkileri olan Avrupa bankalarını uyardığı bilgisi de tam doğrulanmadı.
Seçim sonrası Türkiye piyasalarındaki bozulmanın temel nedenlerinden birincisi; ABD-Türkiye ilişkilerinde artan gerginlik ve ABD’nin Türkiye’den talep etmiş olduğu istekler dizisinin karşılığını elde etmek üzere açıkça ekonomik silahlar kullanmaya başlamasıdır.
İkincisi de ekonomi yönetimdeki uzun süreli tercihler ve bu tercihlerin oluşturduğu politikanın getirdiği risklerdir. Diğer bir deyiş ile bu krizin barutunu ekonomi politikaları oluştururken, ABD ile Türkiye arasındaki gerginlik ve ABD yönetiminin kullandığı yöntemler de barutu ateşleyen meşale olmuştur.
İlk önce barutu ateşleyen ABD baskısını kısaca analiz edelim.
ABD ve Trump ne istiyor?
ABD- Türkiye ilişkileri; Johnson Mektubu (5 Haziran 1964), Kıbrıs Barış Harekatı (20 Temmuz 1974), 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM tarafından kabul edilmemesi ve 4 Temmuz 2003 “Çuval Olayı” vakalarından beri ilk defa bu kadar gergin hale gelmiştir. 10 Ağustos günü Türkiye piyasaları açılır açılmaz, TL varlıklar aşırı satış baskısı altında değer kaybederken, orta vadeli ekonomik planın açıklandığı saatlerde ABD Başkanı Donald J. Trump’ın Twitter hesabından Türkiye’nin ABD’ye olan çelik ve alüminyum ihracatına ilave vergi getirdiğini açıklaması ile TL’nin değer kaybı hızlandı.
Trump’ın tweet mesajını aynı şekilde aşağıya alıyorum:
“I have just authorized a doubling of Tariffs on Steel and Aluminum with respect to Turkey as their currency, the Turkish Lira, slides rapidly downward against our very strong Dollar! Aluminum will now be 20% and Steel 50%. Our relations with Turkey are not good at this time!”
ABD Başkanı’nın yukarıda yer alan tweet mesajının, Johnson Mektubu’nda yer alan kaba ifadeler ile yarıştığı görülüyor.
ABD Başkanı Donald J. Trump ve yönetimi görmeye alışkın olmadığımız bir yönetim tarzı izliyor. Trump’ın yönetim tarzını çözmek için 1987 yılında yayınlanmış olan “Art of the Deal” kitabını okumanızı öneririm.
ABD Başkanı; kısa vadeli hedeflerden bir zincir oluşturarak, taktik başarılardan stratejik bir başarı elde etmek isteyen bir CEO-Başkan rolü üstlenmektedir.
Trump’ın temel doktrini şu prensiplere dayanmaktadır.
1. ABD’nin rekor ikiz açıklarından ilki olan cari dengedeki yüksek açığı azaltmak ve bunun için gerekirse korumacılık silahlarını kullanmak. Gerekirse tüm ticari blokların işleyişini yeniden müzakereye açmak ve konuyu ikili müzakerelere indirgeyerek ABD’nin pazarlık gücünü arttırmak. Para politikasında da ABD Dolarına önemli para birimleri karşısında değer kaybettirerek ABD sınırları içindeki üretimi desteklemek.
2. Keynesyen politikalar ile kamu harcamalarını arttırarak ABD’deki büyümeyi canlı tutmak ve düşük olan işsizlik parametresini daha da düşürmek.
3. Göçmen girişini zorlaştırarak, iş gücü piyasasının esnekliğini bir parça daha katılaştırmak. Bu gelişimi halk kitlelerinin desteğine tahvil etmek.
4. ABD askeri harcamalarını optimize ederek, bir kısım askeri harcama yükünü AB Ülkeleri ve Japonya’nın üstlenmesini sağlamak.
5. Çin’in siyasi, ekonomik ve askeri gücünün ilerleme hızını yavaşlatmak. Jeopolitik olarak Çin’i kuzeyde Japonya’dan başlayarak, G.Kore, Taiwan, Filipinler, Endonezya’dan oluşan zincir ile kontrol etmek ve olanaklı ise Rusya’yı Çin ekseninden kopartmak.
6. Ortadoğu’da ise İran’ı izole ederek, ABD’ye bağımlı olan Körfez Ülkeleri üzerindeki İran baskısını azaltmak. İsrail ile ilişkiyi daha da güçlendirmek.
Trump’ın yukarıdaki stratejik hedeflere ulaşmak için pazarlık masasına her zaman güçlü oturup, görece zayıf rakiplerine karşı ilk önce kabul edemeyecekleri talepler koyarak, ilk pazarlık pozisyonundan küçük ödünler verip, pazarlığı zafer ile kapatmaya yönelik bir tekniğe sahip olduğu anlaşılıyor. Bu pazarlık tekniğinde de asla bloklar ve ülke grupları ile aynı anda masaya oturmayıp, zamanlamasını ve yerini seçtiği mini krizler çıkararak hedefine ulaşmayı tercih ettiği görülüyor.
Trump’ın Türkiye’den taleplerinin kendi ABD iç siyasetine yönelik yaratmış olduğu papaz krizinden daha ötede olduğu anlaşılıyor. ABD yönetimi, Türkiye’den Pentagon’un (ve NATO’nun) çok rahatsız olduğu S-400 alımından geri dönmesini, İran yaptırımlarına Türkiye’nin destek olması, Kuzey Irak ve Suriye konusunda Türkiye’nin oluşan fiili durumu kabul etmesi, nükleer santraller konusunda Türkiye’nin orta ve uzun vadede uranyum zenginleştirmemesini ya da nükleer santralin işleyişi sırasında üretilebilecek plütonyumu kullanmamasını sağlamak gibi gibi talepler masaya gelmiş gibi görünüyor.
Bu taleplerin kapsamı ve taleplerin masaya konuş şekli, ABD ve Trump’ın kendi eline çok güvendiklerini gösteriyor.
Türkiye’nin uluslararası alanda yapması gerekenler:
Türkiye’nin yapacağı ile ilk hamle ABD ile gerilimi azaltacak, geçici ve uzun vadeli etkileri olmayan ödünler verip, Trump’ın aldığı ödünleri ABD iç siyasetinde başarı olarak ilan etmesine razı olmaktır. Trump’ın 6 Kasım 2018 tarihinde yapılacak ara dönem seçimlerini çok önemsediği ve senato, temsilciler meclisi ve eyaletlerde güç kaybetmemeye çalıştığı, çok iyi biliniyor.
Burada İsmet İnönü’nün Johnson Mektubuna olan reaksiyonunu hatırlayalım. İnönü, 1964’de başlatmak üzere olduğu Kıbrıs Harekâtını ABD baskısı ile ertelemiş ancak buna rağmen Türkiye Kıbrıs’tan vazgeçmemiştir. Nitekim 10 yıllık hazırlık döneminden sonra, Batı Dünyası’nı saran ekonomik zorlukların yarattığı karmaşa da fırsat bilinerek harekât 1974 yılında yapılmıştır. İnönü’nün 1964 yılında geri adım atarken söylemiş olduğu tarihi sözünü unutmayalım:
“Dünya yeniden kurulur, Türkiye de onun içinde yerini alır.”
Türkiye’nin yapması gereken de budur.
Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde AB Ülkeleri ve özellikle Almanya-Fransa ekseni ile ilişkilerini orta ve uzun vadeli olarak güçlendirmesi gerekmektedir. Türkiye’nin en önemli ticari partnerleri AB ülkeleridir. Türkiye’ye gelen turistlerin çoğunluğunu Rusya Federasyonu ile beraber AB ülkeleri vatandaşları teşkil etmektedir. Türk bankacılık sisteminde de AB bankalarının önemli bir iştirak payı bulunmaktadır.
Aynı zamanda AB Ülkeleri de Trump’ın ekonomik ve siyasi politikalarından rahatsız durumdadır.
Ayrıca Kopenhag Kriterlerine dönüş ülkeye yeni bir demokrasi ve hareket özgürlüğü soluğu verecektir.
Ortadoğu politikasında da Türkiye sınır güvenliği ve terörizm ile mücadele anlamındaki prensiplerinden ödün vermeden, artık bölgede taraf olmaktan çıkmalıdır.
Ekonomik anlamda yapılması gerekenler:
İlk ulaşılması gereken hedef döviz kurlarının artışının önünü kesmektir. Döviz kurları yükseldikçe, TL faizleri ve enflasyonu da peşinden yükseltmekte, bu üçlü yükseliş piyasadaki oyuncuların riskini arttırdığı gibi; reel sektörün ve bankacılık sektörünün zorlanmasına yol açmaktadır. Döviz fiyatları arttıkça, döviz likiditesi sorunu oluşmakta, döviz likiditesi sorunu bir yerden sonra TL likiditesi sorununa dönüşmektedir.
Daha da önemlisi artan döviz kurları nedeni ile çok temel ekonomik göstergelerin de bozulmasıdır. Örneğin kur sepeti arttıkça, TL cinsinden hesaplanan GSYH’nın döviz karşılığı azalmakta, bu da cari açık/GSYH, uluslararası yatırım pozisyonu/GSYH, kişi başına düşen gelir gibi hayati oranları da bozmaktadır. Ülkenin temel oranlarının bozulmasının, dış yatırımcının risk endişesinin artmasından, yatırımı karşılığı talep edeceği net getiriye kadar geniş bir etki alanı bulunmaktadır. Hangi yatırımcı artan kurlar nedeni ile cari açığın, GSYH’sına oranı %8-9 bandına bir anda ulaşmış bir ülkeye yatırım yapmak ister? Yaparsa da hangi getiriyi ister?
Artan kurlar tabii ki Marshall-Lerner Kuramı ile cari açığı belli bir vadede daraltacaktır ama kısa vadedeki oransal bozulmayı engelleyemeyecektir.
Döviz kurlarındaki artışın bir diğer önemli etkisi de reel sektör üzerindeki etkisidir. Değerli ekonomist Atilla Yeşilada zaten TÜSİAD üyeleri ve ISO 500 firmasının türev ürünler ile kendilerini hedge etmiş olduğunu ama bu ürünleri pek kullanmayan orta ve küçük ölçekli firmaların kısa pozisyonda olduğunu savunuyor. Ben aynı düşüncede değilim. Bu tez doğru olsaydı, büyük kurumsal segmentin içinde yer alan bu firmaların bir bölümünün açıktan, bir bölümünün de perde arkasından borçlarını yapılandırmaya çalışmaz idi. Hatırlarsanız USD/TL 3.50-3.90 aralığını hızla kapattığı zaman Ülker ve Doğuş Grupları yapılandırma niyetlerini açıklamışlardı. Şimdi ise durum daha vahimdir. Bir de şunu hatırlamak gerekir. Türkiye’de bu kadar büyük döviz kısa pozisyonunu hedge edecek bir piyasa derinliği hiç bir zaman olmadı. Yabancı bankaların da bu boyutta üstelik orta/uzun vadeli TL riskini almış olduğuna da inanmıyorum.
Özel sektörün kısa pozisyon değerlendirilmesi konusunda çok önemli bir kavrsal hata yapılıyor. Şöyle ki, yayınlanan özel sektör kısa pozisyonu konsolide bir nokta değere eşittir. Bu değer, bilanço anlamında bir stok yani nokta değerdir. Bu değer, kısa döviz pozisyonuna sahip olan kurumlar ile uzun döviz pozisyonuna sahip olan kurumların toplam pozisyonlarının netini oluşturur. Buradan hareket ile kısa pozisyon taşıyan kurumların, konsolide pozisyondan çok daha yüksek bir kısa poziyon açığı taşıdığı ortaya çıkar.
Herkes bilanço pozisyonu ile kafa yorarken ilave olarak konuya başka bir boyut katayım. Bir de işin maliyet-fiyat pozisyonu var. Bilançoda kısa pozisyonu olmayıp, YP’ye endeksli maliyet yapısı olan ve fiyat esnekliği yüksek son ürünler üreten kurumların hali ne olacak? Bilanço olarak kapadığınız pozisyonu, kısa ve orta vadeli maliyet-fiyat ilişkisinde kapatamayabilirsiniz. Bunun en güzel ispatını giderek açılan TÜFE-ÜFE makasında bulabilirsiniz. Türkiye’nin en büyük kurumlarının pek azında bu şekilde hazine yönetimi yapacak finansal know-how var.
Özet ile reel sektörün işi çok zor.
Bu neden ile para politikasında TL faizlerde 500 baz puanlık artışın yanı sıra, Hazine de güncellenmiş TL faiz oranları ile sadece yabancı yatırımcıya yönelik TL ilave borçlanmaya gidebilir. Bu hamle ile elde edilen döviz TCMB’ye depo edilerek, TCMB’nin cephanesi arttırılabilir.
Merkez Bankasının vadeli repo işlemleri ve TL-YP depo takası rolü ile yetinmeyip, sürat ile pasif bir oyuncu halinden çıkması gerekiyor.
Kamu tarafında yapılacaklar bitmedi. Tüm ithal son tüketiciye yönelik ürünlerin talebine basmak için kuvvetli bir vergi artışı gerekiyor. Bir de artık tamamlanmak üzere olan veya anlamlı bir maliyet yüklemesi yapılmış projeler hariç tüm projelere tam bir fren gerekiyor. Hem yüksek finansal riskiniz olacak, hem jeopolitik riskleriniz olacak hem de uzun vadeye yayılmış Neo-Keynesyen bir politika izleyeceksiniz. Bu sürdürülmesi mümkün olmayan bir politikadır . “Hard currency” basmıyorsanız ve cari fazlanız yok ise, Keynesyen politikalar uzun vadede tasarruf açığı ve sonucunda yüksek cari açık yaratır. Sonraki durak yabancı para likidite krizi, sonraki durak da yerel para krizi ve kredi tıkanmasıdır.
Bu önlemleri almaz isek, kur, faiz, YP likidite, TL likidite, enflasyon sorunları daha da tırmanır. Resesyona ve hatta depresyona girebiliriz. Ekonomik durgunluk ve yükselen faiz ile oluşan likidite sorunu talebi otomatik keser, krizin bu derece büyük hali, cari açık problemini çözer ama aynı zamanda özel sektör, bankacılık sektörü ile tüketiciler üzerinden de dev bir silindir halinde geçer.
Bir değerlendirmeyi de meşhur ekonomist Paul Krugman’ın son yazısında Türkiye’ye sermaye kontrolleri getirmesi önerisi konusunda söyleyeyim. Krugman geçici de olsa sermaye kontrollerinin getirilmesini ve döviz likidite sorununun bu şekilde aşılabileceğini belirtmiş. Bu hamle 1994 ve 2001 krizinde dahi her türlü bedeli ödeyerek savunduğumuz borca sadıklık ilkesini rafa kaldırır ve özellikle Türkiye’de elini taşın altına koymuş Avrupa ve Ortadoğu kökenli sermayedara zarar verir. Türkiye, moratoryuma gitmeye alışkanlık haline getirmiş bir Latin Amerika Ülkesi ya da tarihinde yedi defa batmış bir Yunanistan değildir.
Son olarak ABD ile olan ilişkiler konusunda da şu tarihsel örneği vereyim. Sovyetler Birliği ve bugünkü Rusya’da hiçbir zaman akıldan silinmeyen bir söz vardır. Bu söz 1960’larda Batı Almanya ile SSCB’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra ilişkileri normalleştirmeye çalıştığı dönemde Moskova’da duvarlara yazılmıştır.
“Hiçbir kimse unutulmaz, hiçbir şey unutulmaz.”
Bu sözü İnönü’nün meşhur “Dünya yeniden kurulur, Türkiye de onun içinde yerini alır.” sözü ile harmanlayarak yolumuza devam etmemiz gerekiyor.
ABD ile ilişkide bugün atılacak adımları, Trump yönetimi sonrasını da düşünerek atmayı unutmayalım.
Diplomaside gerçek ustalık kriz dönemlerinde ortaya çıkar. Bu ustalığın şifrelerini Talleyrand’ın Napolyon Savaşları bitiminde Rusların Paris’i işgal etmesi sonrası muazzam diplomasisi ile Fransa’yı yeniden büyük devletler arasına sokmasında ve 1949 yılından 1963 yılına kadar Almanya’yı yöneten Konrad Adanaeur’ın Almanya’yı yeniden Avrupa’nın merkezine oturtmasında bulabilirsiniz.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.