Uzakdoğu’nun yükselişi ve küresel ekonomideki payının artması, Çin’in 2000’li yılların başından itibaren yükselişi ile oldukça dikkat çeker bir konu haline gelmiştir. Aslında işin gerçeği, Sanayi Devrimi öncesinde zaten Çin’in dünya ekonomisi içinde GSYH (GDP) olarak lider ülke olduğudur. Çin 1600’lü yılların başından Sanayi Devrimine kadar uzun bir kültürel, bilimsel ve siyasi bir duraklama içinde olması ile bu üstünlüğünü Batı’ya kaptırdı. Çin; Sanayi Devrimi ile liderlik konumunu 19. yy.’da yitirdiği gibi, Batının süper güçleri karşısında art arda ve utanç verici bir dizi yenilgiye katlanmak durumunda kaldı. Çin’in 19. Yüzyıldaki çöküşü çok süratli ve dramatik olsa da, 20. Yüzyılda katlanmış olduğu zorluk ve acıların boyutu uygarlık tarihinde az rastlanır ölçüdedir. Çin’in 1930’lu yıllarda Japon militarizmine karşı savaşı, II. Dünya Savaşındaki ölüm kalım mücadelesi ve kanlı bir iç savaş süreci(1945-1949) ve Kore Savaşı (1950-1953) ülkeyi tamamen tüketmiş olmasına rağmen, bugün Çin’in gelmiş olduğu noktanın içinde yaklaşık 6000 yıllık imparatorluk tarihinin mirası önemli bir yer tutmaktadır.
1970’li ve 80’li yıllarda da Uzakdoğu Mucizesi kavramı Japonya ile beraber anılır durumda idi. Japonya, klasik literatüre göre II. Dünya Savaşında uğramış olduğu müthiş yenilgi sonrasında, William Edwards Deming’in kalite yöntemlerini benimseyerek müthiş bir atılım yapmış ve 1980’li yıllarda dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelmiştir. Deming’in tarihte az bulunan bir deha olduğu tartışılmazdır ama size klasik ekonomi literatüründe yazmayanları aktarmak isterim. Deming’den çok daha önce Japonlar teknik anlamda oldukça ilerideydi. Japon endüstrisi daha 1937 yılında dünyanın en büyük tonajlı savaş gemileri olan Yamato ve Musashi’yi (her biri 65,000 ton) yapmayı başlamış, 1939 yılında hizmete sokmuş olduğu Mitsubishi A6M avcı uçağı (Zero olarak da bilinir) ile Alman Messerschmidt, İngiliz Spitfire ve Amerikan Kittyhawk P-40 uçaklarını teknik ve kalite anlamında geçebilmiştir. Japonya’nın, Amerikan savaş gemilerine eş değer bir kalitede 1939-1945 arasında tam 3,450,000 ton savaş gemisini denize indirdiğini hatırlayalım. Bu gerçekleri ve sayıları bugünün hoş ama eksik “management” derslerinde bulamazsınız. Japonya mucizesi temel olarak bu muazzam teknik altyapıya dayanmaktadır. Japon şehirlerinin alan olarak %80’nin 1945 yılının ilk 8 ayında yok edilmiş olmasına rağmen, Japonya’nın dirilişi sadece 15 yıl almıştır.
Yaygın literatürü bir kenara bırakırsak, gerçek Uzakdoğu mucizesi kavramının tek sahibi Güney Kore’dir. Kore’nin tarihi Antik Çağdan Ortaçağa kadar parlak bir dönem üzerine kurulmuş olsa da, Kore ne Çin gibi büyük ve lider bir ülke olabilmiş, ne de Japonya gibi uzun bir süre kendini doğal olarak sömürgecilere karşı koruyabileceği bir coğrafyaya sahip olmuştur. Üstelik Kore; Çin ve Japonya arasında dönem dönem tampon bir devlet olmanın sıkıntılarını yaşamıştır. Kore’nin trajedisi 1910 yılında Japonya tarafından ilhak edilmesi başlayacaktır. Belçika’nın Kongo üzerindeki zalim yönetimi dünya sömürgecilik tarihinde en kötü yönetim olarak tartışmasız olarak birinci sırada yerini almış olsa da Kore’nin Japonya tarafından idare edildiği 1910-1945 dönemi de şüphesiz bu sıralamada ikinci sıradadır. II. Dünya Savaşı’nın sonunu getiren dramatik olaylar içinde Sovyetler Birliği’nin Japonya’ya savaş ilanı ve başlattığı Mançurya Stratejik Taarruzu ile beraber (ki bu taarruz Japonya’nın teslim oluşunda iki atom bombası kadar etkilidir), Kore’nin Kuzeyi fiilen Sovyet işgaline girmiş, güneyi de ABD etki sahası altında kalmıştır. Soğuk Savaşın başlangıcı ile süper güçlerin ilk bilek güreşi Berlin Ablukasından (Haziran 1948-Mayıs 1949) sonra Kore’de olacaktır. Kore Savaşı, iki enerjik çocuğun tahterevallide yukarı ve aşağıya salınmasına benzeyecek ve sonuçta tarafların birbirine üstünlük sağlayamaması ile sonuçlanacaktır. Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang iki defa el değiştirmesine rağmen, Güney Kore’nin başkenti Seul tam dört defa el değiştirmiş, her el değiştirişte muzaffer tarafın ilk işi karşıt görüşlüleri toplu bir şekilde ortadan kaldırmak olmuştur. Bundan 70 yıl önce Seul sokaklarında binlerce sivil komünist ya da kapitalist olduğu gerekçesi ile sistematik bir şekilde kurşuna dizilmekte idi.
Savaş bittikten sonra Güney Kore’nin zorlukları bitmemiştir. Ülke savaş sırasında tam anlamı ile yakılmış yıkılmış, ülkede 1910’dan itibaren Japonların sistematik olarak Kore’nin bilim adamları ve düşünürlerini ortadan kaldırmış olması nedeni bilim ve düşünce üretecek bir akademisyen ve düşünür eksikliği hissedilmektedir. Sermaye birikimi neredeyse mevcut değildir.
Kore Savaşı (ve Polonya, Çekoslovakya’daki Sovyet darbeleri ile Berlin Ablukası) Amerikan stratejistleri telaşlandırmış; Uzakdoğu’da Sovyet etkisinin sınırlanması için Güney Kore’yi tam bir işgal bölgesi gibi yönetilmesini sağlamışlardır. Bu dönemde Güney Kore’nin ABD’nin 51. Eyaleti olarak anılması boşuna değildir. Amerikan etkisi ülkede 1950-1980 döneminde tam mutlak güce sahip askeri liderlerin başa gelmesini sağlamıştır. Bu liderlerin uzun ve kesintisiz yönetimleri Güney Kore’de demokrasiden uzak bir politik ve ekonomik istikrar sağlamıştır. Özellikle 1963-1979 döneminde askeri bir cunta ile ülkeyi yönetmiş olan Park Chung-hee, iyi tasarlanmış beş yıllık kalkınma planları ile ülke ekonomisini bir 3. Dünya ekonomisinden gelişmekte olan ekonomilerin en önüne taşımıştır. Chung-hee’nin stratejisi “Chaebol” olarak bilinen büyük kurumları devlet politikasına entegre ederek, 5 yıllık kalkınma planlarını başarı ile yürütmesidir. “Chaebol” kavramı aslında Japon “Zaibatzu” kavramının tam bir kopyasıdır. Ülkedeki sınırlı sermaye birikimini devlet teşvikleri ile az sayıda ve ülke içinde nispeten büyük holdingleri çevresinde oluşturma stratejisi, 1800’lü yılların sonundaki Japon ekonomik modelinden alınmıştır. İronik bir şekilde 5 yıllık kalkınma modeli de Sovyetler Birliği’nin 1920’li yıllarda Batı ile sanayileşme farkını kapatmak üzere oluşturduğu merkezi planlama yapısının bir benzeridir. Bu modeli genç Türkiye Cumhuriyeti de uygulamış ve oldukça başarılı olmuştur. 1960’lı yıllarda Güney Kore’nin rakibi olan Kuzey Kore’den çok daha geri bir ülke olduğunu not etmek gerekir. Kuzey Kore; Sovyetler Birliği, Doğu Almanya ve Çin’in yardımları ile büyük bir sanayi atılımı yapmış; özellikle demir-çelik ve kimya alanında önemli bir ağır sanayi envanteri oluşturmuştur. Güney Kore de benzeri bir yol izlemiş ama bu yolda çok daha verimli bir şekilde ilerlemiştir. 1960’lı yıllarda başkent Seul çevresinde büyük sanayi bölgeleri oluşturulmuş, devlet ve özel sektör yani “Chaebol”’ler arasında tam bir görev paylaşımı sağlanmıştır. Kamu özel sektörün sermaye yetersizliği ile kurmakta zorlanacağı demir çelik gibi, çimento, gübre, kimya gibi temel girdileri üretecek devasa tesisler kurarken, özel sektörü de bu girdileri kullanabileceği sanayi dallarına yönlendirmiştir. LG, Samsung ve Hyundai “Chaebol”’ları 1960’lı ve 1970’li yıllarda ekonomide boy göstermeye başlamıştır.
Türkiye’nin II. Dünya Savaşından sonraki yolu demokrasi denemeleri ve askeri müdahaleler ile oldukça inişli çıkışlı olmuş; 1980’li yıllara kadar askeri rejimin gözetimi altında olmasına rağmen siyasi iktidarlar sık sık değişmiş ve ekonomide kalıcı bir devlet politikası yaratılamamıştır. Güney Kore bu dönemde demokrasi denemesine girmeden, otokratik bir rejim altında planlı ve kamunun bir uzantısı gibi davranan “Chaebol” sistemini geliştirmiştir. Bu rejimde işçi sınıfının ücretleri düşük tutulmuş, sendikalar ve sol siyasi eğilimler acımasızca bastırılmış ancak devlet aynı zamanda işçilerin bir aile modeli ile çalıştırılmasını “Chaebol” sistemine dayatmıştır. Askeri cunta, yerel para birimini USD, Yen ve DM gibi para birimleri karşısında zayıf tutarak ve işçilerin maaşları ve örgütlenmeleri üzerinde baskı yapmış; sistemi ihracat üzerine kurmaya çalışmıştır. Devletin, işçi sendikalarını mutlak bir şekilde kontrolüne almış olduğu bu dönemde, iş dünyası yeni bir terim ile tanışmıştır: Devletin güdümündeki sendika sistemine “sarı sendika” (yani Güney Kore sendika sistemi) denilmiştir. 1960’lı yılların sonu ve 1970’li yıllarda Batıda ve Türkiye’de işçi sınıfının hakları için mücadele ettiği ve sol akımların gücünü arttırdığı dönem, Güney Kore’deki siyasi ve ekonomik sistemin karşıtı gibidir. Bu dönemde Güney Kore’de halk tipik bir Uzakdoğulu toplumun davranış şekli ile çok çalışarak, az kazanıp az tüketerek ve apolitik bir yaşantı ile önemli bir fedakârlıkta bulunarak “Chaebol” sistemine müthiş bir sermaye birikimi yaratmıştır.
Bu gelişimi Dünya Bankası rakamlarında da izlemek mümkündür. 1960 yılında G.Kore’nin GSYH’sı 3.95 Milyar USD ve kişi başı milli geliri sadece 120 USD’dir. Buna karşın Türkiye 1960 yılında tam 14 Milyar USD GSYH ve yaklaşık 500 USD kişi başı milli gelire sahiptir. 1960 yılında Türkiye’nin nüfusunun yaklaşık 28 milyon ve Güney Kore’nin ise yaklaşık 25 milyon kişi olduğunu not edelim. 1970 yılına geldiğimiz zaman resim değişmeye başlamıştır. Bu tarihte G. Kore 9 milyar USD GSYH’a ulaşırken, Türkiye’nin GSYH’ı 17.1 milyar USD’a ancak gelebilmiştir. Türkiye’nin 1970’de milli geliri 560 USD’da kalırken; Güney Kore kişi başı gelirini 280 USD’a çıkarabilmiştir. Üstelik Türkiye’nin 1960’lı yıllarda düşük enflasyon, yüksek büyüme ile geçirmiş olduğu 1965-1971 dönemi tam bu döneme isabet etmektedir.1980 yılına geldiğimiz zaman rakamlar daha da şaşırtıcı bir hal almıştır. G. Kore bu tarihte yaklaşık 65 milyar USD GSYH’a ulaşırken Türkiye’nin GSYH’ı 68.7 Milyar USD’dır. Kişi başı gelirde ise Türkiye ve G. Kore yaklaşık 1800 USD ile denk hale gelmiştir. 1970-1980 arasındaki USD bazındaki GSYH rakamları arasındaki büyük farklar 1970’li yıllarda Nixon Shock ve Petrol Krizi ile Amerikan Dolarının büyük oranda iç değer kaybından kaynaklanmaktadır.
Özet ile 1960’lı yıllarda bir Afrika Ülkesi düzeyinde yola başlayan Güney Kore 1980 yılına gelindiği zaman Türkiye ile ekonomik eşitliği sağlamış durumdadır. Türkiye’nin kayıp 1970’li yıllarının bu yarışta etkisi açıkça görülmektedir.
Bu ilginç hikâyeye devam edeceğim.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.