Uzun bir dönemden beri Türkiye Ekonomisi’nde büyümekte olan temel bir sorunun iyice belirgin bir hale geldiği görülüyor. Bu sorunun tanımı, özel sektördeki verim düşüklüğü ve yüksek borçlanma düzeyidir. Hemen bazı gerçeklere beraber göz atalım.
Türkiye’deki en yaygın ekonomik yanılgılardan biri, özel sektörün ihracat odaklı olarak çalıştığının düşünülmesidir. Rakamlar ise tersini söylüyor: Orta Vadeli Plan öngörüsüne göre 2017 sonu GSYH (GDP) 847 Milyar USD olması beklenirken, aynı dönemde öngörülen beklenen ihracat 156.5 Milyar USD’dır. Diğer bir deyişle 2017 yılında GSYH’nın sadece %18.5’unu ihracat oluşturacaktır. Bu hesaplamada yeni seri GSYH rakamlarının açıklanamayan unsurlarını ve ihracatın içindeki “altın ticaretinin” etkileri şimdilik göz ardı edilmiştir. Bu oranın Güney Kore’de %36, Meksika’da %42 düzeyinde olduğunu saptamakta fayda var.
İSO ilk 500 ve ilk 1000 sıralamaları da, özel sektörün iç piyasa odaklı olarak çalıştığını göstermektedir. Ülkenin en büyük sanayi tesislerine sahip kurumlar; ağırlıklı olarak petrokimya, beyaz eşya, otomotiv, demir çelik, temel gıda üreticileridir. Bu firmaların önemli bir kısmı halka açıktır. Halka açık olanların verileri de satışların içinde ihracat payının nispeten düşük oranda kaldığını göstermektedir.
Aslında özel sektör, ağırlıklı olarak kendisi için karlı görünen ve zahmetsizce mal ve hizmet satabildiği iç piyasaya yönelik çalışmaktadır. Yurtiçi pazardaki karlılığın başlıca nedeni, özel sektörün bir şekilde gümrük ve navlun maliyetleri sayesinde korunması ve siyasi belirsizlikten, yasal ortama kadar olan sorunlara bağışıklık göstermiş olması yolu ile rekabet gücü sağlayabilmesidir. Aslında özel sektörün sıkça şikâyet ettiği faktörler, küresel oyuncuların Türkiye pazarına girmelerini zorlaştırdığı için, özel sektör için zorlaştırıcı olduğu kadar koruyucu bir kimliktedir.
Yukarıdaki faktörlerin etkisi ile, Türk özel sektörünün egemen olduğu sektörlerde üretilen mal ve hizmetlerin fiyat esnekliği olması gerektiğinden daha katıdır. Sektörel ve bölgesel oligopolleşme son derece yaygındır. Bu sayede özel sektör verimlilik artışı olmaksızın, kolayca fiyatlama mekanizmaları ile verimsizlik noktalarını son tüketiciye aktarabilmektedir.
Özel sektörün iç piyasada edinmiş olduğu konum nedeni ile ürün gamı statik, ürün gelişimi durağandır. Oligopolleşmeye karşı kamu denetiminin eksikliği bu durağanlığı teşvik etmektedir. Rekabet Kurumunun kamu gelirlerini arttırıcı yönde, arada sırada ceza kesiyor olması da işin hoş görünümlü bir ambalajıdır.
Türk Özel Sektörü, 2002-2008 döneminde kamu kesimindeki özelleştirmelerin kamu borçlanma tutarını aşağıya çekmesi ve 11 Eylül 2001 olayları sonrasında oluşan bol ve düşük faizli para arzı (ki bu değişken 2008 Küresel Ekonomik Krizinin en önemli nedenidir.) ile yurtiçi pazara yönelik olarak kapasite odaklı büyümüştür. 2002 yılında (2001 krizinden sonraki ilk normal yıl) 230.5 Milyar USD GSYH’na karşı 36 Milyar USD olan ihracat yapıldığı ve ihracat/GSYH oranının %15.6 olduğu göz önüne alınırsa, son 15 yılda ihracata dayalı büyüme meselesi, bir hayalden öteye geçmemiştir.
Türkiye’nin ihracat haritasına bakıldığı zaman da temel parametrelerin değişmemiş olduğu anlaşılmaktadır. Ülkenin ihraç kalemleri, otomotiv, otomotiv yan sanayi, hazır giyim, demir çelik ürünleri, beyaz eşya, elektronik ürünler ve tarım ürünleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Küresel markaların lisansörlüğü altında yapılan otomotiv ihracatını ve beyaz eşya/elektronik ihracatı bir yana konulduğu zaman; Türkiye’nin küresel çapta son tüketiciye sattığı yüksek katma değerli önemli tutarda mal ya da hizmet yoktur. Ya da diğer bir bakış açısından bakılırsa aynı durum Türk kurumların marka algısı anlamında da geçerlidir, Türkiye’nin anlamlı bir küresel markası yoktur. Son 20 yılda ihracatın mal ve hizmet anlamında bileşenleri pek değişmemiş, en önemli değişim otomotiv ve otomotiv yan sanayi alanındaki ihracatın payının artması olmuştur.
Daha da dikkat çekici bir değişken de Türkiye’nin nisbi rekabet gücüdür. World Economic Forum tarafından her yıl yayınlanan “Global Competitiveness Report” isimli çalışmaya göre Türkiye 2017-2018 raporunda rekabet gücünde Dünya’da 53. sıradadır. Türkiye’nin 2002-2003 raporunda 54. sırada olduğu düşünülürse; özel sektörün yarattığı katma değerin küresel bazda nispi yerinin son 15 yılda değişmediği açıktır.
Türkiye’nin çok yönlü ekonomik karnesini yansıtan 2017-2018 küresel rekabet endeksindeki bazı değişkenler son derece dikkat çekicidir. Bu rapora göre, Türkiye’nin en zayıf olduğu alanlar; işgücü pazarındaki verimlilik (127. sırada), sağlık ve ilköğretim kalitesi (84. sıra), finansal sektörün gelişmişlik düzeyi (80. sırada), kurumsal yapı (kamu ve özel sektör, 71. sırada), iş birimlerinin çok yönlülüğü (business sophistication, 67. sırada) ve innovasyon ( 69. sırada) sayılabilir. Türkiye’nin tek çekici tarafı pazar büyüklüğü (14. sırada) olarak sayılmış, bu faktörün güçlü olması istatistiksel olarak Türkiye’yi rekabet gücünde, ortalamada 53. sıraya ancak taşıyabilmiştir. Rapora göre, iş yönetimini zorlaştıran ilk üç faktör; politik belirsizlik ve stabilite eksikliği, finansal kaynaklara ulaşım ve yeterince eğitilmemiş işgücü olarak sayılmıştır.
G20 Ülkeleri içinde 17. sırada olan Türkiye’nin rekabet gücünün küresel ekonomiler arasında 53. sırada yer alması çok açık bir gerçeği ortaya koymaktadır: Dünya’da rekabet etmek gibi zor bir misyon yerine, iç pazardaki pazar payı ve karlılık düzeyi ile yetinme eğilimi.
Türkiye’nin GSYH’nın küresel Dünya Ekonomisi içindeki payının uzun vadede %1.70’i geçememesinin nedeni de budur.
Bu veriler; özel sektörün lojistik, tedarik zinciri yönetimi, üretim tekniği, ürün stratejisi, insan kaynakları yönetimi, finansal yönetim, maliyet yönetimi, hazine yönetimi, raporlama, iç denetim, kurumsallaşma, stratejik yönetim gibi temel iş yönetimi faktörlerindeki geri kalmışlığını açıklamaktadır: Rekabetçi olamamak ve rekabetçi olmayı gerek duymayan düşünce yapısı. Tarihsel açıdan bakarsak, bu temel faktör Osmanlı İmparatorluğu’nu batırmış, Türkiye Cumhuriyeti’ni de ulaşması gereken çıtadan geri çekmiştir.
Ülkelerin rekabet gücündeki nispi duraklama ve zayıflamanın etkisi son derece tehlikelidir. Bu eğilime, üstelik bir taraftan da borçluluk düzeyindeki artış ekleniyor ise, yaklaşan tehlikenin etkisi yıkıcı olabilecektir.
Tüm bu çıkarımlar sonucu akla gelen vurucu soru şudur: Rekabet gücündeki duraksama ve ülke içinde üretilen katma değerin bileşenlerinin yıllar itibari ile değişmemesine rağmen, son 20 yılda yüklenilen borç ne için alınmıştır? Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonunun son açıklanan verilere göre (TCMB, Temmuz 2017) -449.9 Milyar USD gibi devasa bir rakama ve bu rakamın öngörülen 2017 GSYH’nın %53’üne ulaştığı düşünülürse bu sorunun yanıtları dikkat ile düşünülmelidir.
Son dönemde KGF teminatı ile dağıtılmış olan kredilerin TL kaynak talebini nasıl bozarak yüksek maliyetler oluşturmasına rağmen, %16 üzeri yıllık bileşik faizli kredilerin nasıl kapış kapış alındığı da önemli bir işarettir.
Türkiye Neo Keynesyen politikalar ile özel sektörün karşı karşıya geleceği krizi ertelemiştir. Ancak zaman özel sektör için hızla tükenmekte ama rekabetçiliğin değişkenleri konusunda hiçbir anlamlı gelişme sağlanamamaktadır.
Küresel Ekonomik Krizinin yönetiminde bir sonraki aşama olan gelişmiş ülkelerdeki bilanço küçültme ve faizlerin arttırılması süreci başladığı zaman bu değişim çok daha zor ve maliyetli olacaktır.
Neyse belki de bu zor konuları analiz etmek yerine, Türk basınının “amiral gemisi” Hürriyet Gazetesi’nin “değerli” ekonomi yazarı Vahap Munyar’ın söyleşi şeklindeki ekonomi yazılarını okuyarak gerçeği keşfetmeliyim.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.