IMF, Nisan 2020’de yayınlamış olduğu geleneksel “World Economic Outlook” raporunda pandeminin küresel GSYH’ye olan çarpıcı etkisini açıkça ortaya koydu. Rakamlar korkutucu görünüyor.
IMF’in öngörüsüne göre pandemi döneminin kaybedenlerinin gelişmiş ülke ekonomileri olduğu, kazananların ise Çin ve Hindistan ekonomileri olduğu görülüyor. Gelişmekte olan birçok ülkede ve AB’nin sorunlu ülkeleri olan İtalya ve İspanya’da ise borç krizi riski artmış durumda.
IMF tahminlerine göre gelişmiş ülkelerin GSYH’si ancak 2022 yılında, 2019 düzeyini yakalayacak gibi görünüyor. Ülkeler arasında bu muazzam GSYH büyüme farklılığı birçok dengeyi bozacağı gibi, mevcut jeopolitik dengeyi de bozacak.
Mevcut jeopolitik denge nasıl oluştu? Kısa bir analiz…
Dünya ekonomisinde yazılı olmayan ve oyun teorisinden gelen çok temel bir kural vardır: Ülkelerin en önemli stratejik hedeflerinden biri de küresel milli gelir içindeki payını sürdürülebilir bir şekilde arttırmaktır. Bu gösterge, Türkiye’nin 1945’ten sonra, kısa dönemler dışında, ekonomi alanında başarısız olduğunun en önemli delilidir.
Literatür; bize ülkelerin ekonomik gelişim hızının, jeopolitik dengeleri nasıl değiştirdiğini, ülkelerin jeopolitik anlamda güçlerinin ise ekonomik başarıya nasıl tahvil edildiğini gösteriyor.
Bugünkü ekonomik ve jeopolitik dengeleri size kısaca anlatabilmem 75 yıl önceye dönmek istiyorum.
II. Dünya Savaşı’nın galipleri muazzam bir birleşik ekonomik ve askeri güç ile Mihver Devletleri’ni kesin bir yenilgiye uğratmış olan ABD, Sovyetler Birliği ve Britanya İmparatorluğu idi.
Britanya İmparatorluğu ve Fransa; 1945 sonrasında sömürge imparatorluklarını bir şekilde korumaya çalıştı. Ancak I. Vietnam Savaşı (1946-1954) ve Süveyş Krizi (1956), Fransız ve İngiliz sömürge imparatorluklarının devam edemeyeceğini, ekonomik ve politik anlamda ortaya koydu.
Fransızlar ne yazık ki bu dersi İngilizler kadar hızlı alamadılar ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı, 1960 gibi ileri bir tarihte Fransa’yı politik anlamda neredeyse yıkacak duruma geldi. Eğer II. Dünya Savaşı’nın kahramanı Charles De Gaulle yeniden politika sahnesine dönmeseydi, Fransa’da planlanmış askeri darbe başarılı olacak ve ülke dipsiz bir kuyuya düşecekti. 1960’larda Fransa-Almanya ekseni oluşurken, İngiltere de ABD’nin vazgeçilmez bir stratejik ortağı olmayı tercih etti.
Batı Almanya ve Japonya’nın Soğuk Savaştaki ekonomik başarıları; iyi eğitimli ve çalışkan nüfuslarına, bilimsel ilerlemeyi tüketici ürünlerine hızla dönüştürme kabiliyetlerine, akılcı ve sabırlı bir dış politikaya, soğuk savaşın ekonomik yükünü akıllıca ABD ve NATO üzerine bırakmalarına dayanıyordu. Her iki ülke de Bretton Woods para sistemini ustaca kullanarak, ABD dolarına düşük değerli parite ile bağlanmış Alman markı ve Japon yeni sayesinde önemli bir dış ticaret fazlası verdi. Bu dönemde her iki ülke de 1980’lere kadar ABD’nin politik anlamda buyurgan tavrına akılcı bir sabır gösterebildi. Savaş sonrası yarattıkları ekonomik mucize, bu iki ülkenin zamansız olarak ABD’ye meydan okumaları sonucunu getirmedi. Tersine Batı Almanya ve Japonya, soğuk savaşta ABD’nin vazgeçilmez ortakları haline gelerek, zaman ile ABD boyunduruğunu derece derece atmayı başardı.
ABD’nin Soğuk Savaşı sonrası hızlı ekonomik büyümesi, 1960’larda Vietnam Savaşı ve 1973 ile 1979 petrol şokları ile sarsıldı. Ancak ABD’nin ne kadar esnek bir ekonomiye sahip olduğu 1980’lerde neo-liberal ekonomik politikalar ile yaptığı atılım ile kendini gösterdi.
Neo-liberal ekonomik politikalar her ne kadar daha ileride 2008 Küresel Ekonomik Krizi’nin hazırlayıcısı olsa da, 1980’lerde Batılı ekonomilere müthiş bir dinamizm kazandırarak, 1970’lerden beri durağan bir konumda olan Sovyet ekonomisini iyice gölgede kalmasına yol açtı. Sovyetler Birliği’nin 1980’lerin ikinci yarısında havlu atarak, tarih sahnesinden barışçıl bir şekilde çekilmesinin arkasında bu önemli faktör yatar.
1980’li yıllara girerken Japonya küresel ekonominin 2. büyük ekonomisi haline gelmişti. Bu yıllarda Japon tehlikesi ABD basınında sıklıkla işlenir oldu. Amerikan medyasında Japonlar sinsice Amerikan teknolojik sırlarını ele geçiriyor, Amerikan şirketlerini satın alıyor ve ABD’yi ahtapot gibi sarıyordu. Bu hikayeler 1990-1991 yıllarında Japonya’da gerçekleşen muazzam ölçekli gayrimenkul ve bankacılık krizi ile bitti. Bu büyük kriz Japonya’yı o kadar derinden sarstı ki, Japonya için kayıp on yıllar (lost decades) dönemi başladı.
Soğuk savaşın bitmesi ile dünyanın üç büyük ekonomik değer yaratan merkezi şu şekilde oluştu: ABD, AB (Birleşik Almanya-Fransa ekseni altında) ve Japonya. Soğuk Savaşın bitimi ile Doğu Avrupa sürat ile Almanya-Fransa eksenindeki AB’nin ekonomik ve politik sahasına girerken; ABD, OPEC ülkelerinin 1973 petrol ambargosunun rövanşını sürat ile alacaktı.
Birinci Körfez Savaşı’nın başlaması ile II. Dünya Savaşı’nı hukuken, soğuk savaşı fiilen bitiren nihai barış anlaşmasının (Treaty on the Final Settlement with Respect to Germany) imzalanması gibi dramatik olayların aynı aylarda gerçekleşmesi rastlantı değildir. ABD, 1973 ve 1979 enerji arzı şoklarının bir daha tekrarlanmamasını sağlamakta kararlıydı.
Nitekim ABD 1990-2020 arasında Ortadoğu’daki egemenliğini tahmin edilemez ölçülere taşıdı. 1973’te Batı Dünyası’na kafa tutmuş Ortadoğu ülkeleri 2020’lere geldiğimizde fiilen Amerikan protektoryası haline gelmiştir.
1945 yılında Potsdam Konferansı nasıl dünyanın politik, ekonomik ve sosyal düzenini belirlemiş ise, 1990’da Ağustos-Eylül aylarındaki gelişmeler yeni dünya düzeninin temellerini ortaya koymuştu.
Sistemin temelleri şu prensiplere dayanıyordu: Küreselleşme, arz yönlü (supply-side) ekonomik politikalar, deregülasyonlar ile ekonomik aktivitenin hızlanması, ABD’nin büyük bütçe ve dış ticaret açıkları vererek, bu açıkların küresel ekonomik sistemi büyütmesi, düşük maliyetli insan gücünün üretime katkısı ile gelişmiş ülke tüketicilerinin refahının arttırılması.
İşte bu yeni sistemin prensipleri; düşük maliyetli işgücü ile küresel büyümeyi sağlayacak bir büyük oyuncunun ortaya çıkışını sağladı: Çin Halk Cumhuriyeti.
Çin’in 1990-2020 arasındaki yükselişi son derece göz alıcı oldu. Ancak 2008 Küresel Ekonomik Krizi sonrasında Çin’in rolünün fazlaca dışına çıktığı ve mevcut politik ve ekonomik sisteme meydan okuduğu yorumlandı. Özellikle Çin-Rusya ekseninin oluşumu, Şangay İşbirliği Örgütünün etkinliğini arttırması, Çin’e muazzam bir ekonomik sağlayacak olan “Belt & Road” stratejik projesi, 5G gibi kritik teknolojilerde Çin’in öne geçmesi Batı Dünyasında tedirginlik yarattı.
2020’li yıllarda yeniden soğuk savaş tehlikesi
Amerikan yönetiminin, Çin’in ekonomik ve politik gelişmesi konusundaki endişesi kendi açısından oldukça yerindedir. ABD, Çin’e baktığı zaman kendisini 19. yüzyılda ekonomik süper güç yapan gelişmelerin tekrarlandığını görüyor.
I. ve II. Sanayi Devrimleri’ni yaratan Britanya İmparatorluğu’nun küresel ekonomik liderliği, ABD’nin bu devrimlerin prensiplerini ölçeklendirerek kendisine daha büyük fayda yaratması ile sona erdi. ABD, İngiltere’den “ithal” ettiği bu prensipleri daha büyük bir nüfus, daha iyi işleyen kurumlar ve muazzam bir doğal zenginlik birleştirerek 1871 yılında Britanya İnparatorluğu’nu ekonomik büyüklük anlamında geçti.
Çin’in gelişim örneği ABD’nin yükselişine fazlaca benziyor: Büyük bir coğrafya, verimliliği artan nüfus, zengin doğal kaynaklar, diğer gelişmiş ülkelerin teknolojilerini “reverse engineeering” ile adapte etme hızı, yaratılan değer zincirinde hızlı yükseliş.
Daha da önemlisi Çin, kendi ekonomik sahasını oluşturmak için “Belt & Road” projesi gibi atılımlara önem veriyor, para birimi yuanı bir rezerv para birimi haline getirmeyi hedefliyor. Çin, Batı Almanya’nın 1960’lardan sonra yumuşak bir güç olarak diplomatik ve ekonomik gücünü nasıl arttırdığını çok iyi analiz etmiş.
ABD yönetimlerini orta vadeli perspektifte en çok düşündüren gelişme Çin’in kişi başı gelirinin artması ve iç pazarının büyümesidir. Çin’in hali hazırda kişi başı geliri 10,098 USD ile (2019, IMF tahmini ) dünya ortalamasına yakındır. Çin’in gelişmiş ülkeler sınıfına yani kişi başı GSYH’nın 20,000 USD bandını geçmesi halinde, Çin ekonomisinin dış pazarlara olan bağımlılığı azalmış olacak ve Çin’in küresel ekonomideki ölçeği yakalanamaz bir hale gelecektir.
Üstelik Çin, Japonların aksine Uzakdoğu Asya’da emperyal ve kanlı bir geçmişi olmaması nedeni ile daha kolay devletler arası ilişkileri yönetebiliyor. Örneğin Japon liderlerin meşhur Yasukuni Tapınağı’na ziyaretleri II. Dünya Savaşı’nın bitmesinden 75 yıl sonra dahi tüm bölgede diplomatik gerginlikler yaratıyor.
Çin’in en büyük ekonomik dezavantajları ise, serbest piyasa ekonomisinin düzeltici mekanizmalarına sahip olmaması (yapıcı yıkım gibi), kaynakları verimsiz dağıtan devlet kontrolündeki finansal sistemi, bazı sektörlerde yanlış planlama ile yaratılan fazla kapasiteler şeklinde sayılabilir.
Çin’in en önemli ekonomik zayıflığı ise; ABD’nin uygulayabileceği tarifelere karşı halen oldukça zayıf olmasıdır. 15 Ocak 2020 tarihinde imzalanmış ABD-Çin Faz 1 ticaret anlaşması, Pekin’in Washington ile bir ticaret savaşına girmemek için ödün vermekten kaçınmayacağını gösterdi.
Ancak ABD ve hatta AB, pandemi sonrasında Çin’in bu salgında ihmali olduğu gerekçesi ile Çin’e belli bir fatura çıkarabilir. Bu fatura da Çin getirilecek ilave tarifeler olacaktır.
Çin’in bir başka sorunu da ABD’nin Çin’in çevresinde kurmuş olduğu “cordon sanitaire”’dir. Bu muazzam güvenlik kuşağı Japonya’dan başlayıp, Güney Kore, Tayvan ile devam ederek Filipinler’e kadar Çin’in tüm deniz ve ulaşım yollarını kapsamaktadır. Bu kordonu ABD Pasifik donanması ve “batmaz uçak gemileri” olan Okinawa, Guam ve Saipan üsleri desteklemektedir.
Pasifikte savaşı hukuken bitirmiş olan San Francisco Anlaşması (1951) halen Çin ve Rusya tarafından tanınmadığı gibi Uzakdoğu’da deniz egemenliği ve adacıkları konuları karmaşık bir haldedir.
Çin’in bu soruna yanıtı yapay adalar kurarak kara sularını genişletmek, uçak gemisi grupları kurmak ve karadan denize füze teknolojisini geliştirmek olmuştur.
1990’da Almanya ile yapılan toplu barış anlaşmasının aksine, Uzakdoğu’da tartışmalı konuları çözmek üzere tüm tarafların imza ettiği son ve kesin bir barış anlaşması halen yapılmış değildir. Konuya meraklı okuyucularım için San Francisco Anlaşması’nı tanımayan Çin ve Sovyetler Birliği’nin (ve ardılı Rusya’nın) Japonya ile ayrı ayrı barış anlaşmaları yapmış olduklarını not düşmem gerekir.
Pandemi sonrasında Hong Kong’un statüsünün değişmesi ve Tayvan (hukuken Çin Halk Cumhuriyeti toprağıdır) konusu bir anda bölgede yeni gerilimler yaratabilir.
Dünyanın bir diğer jeopolitik fay hattı da Ukrayna ve Baltık Cumhuriyetleri’nden geçiyor. Gerçi buradaki jeopolitik fay hattında yeni bir hareket yok. Kırım’ın Rusya tarafından yutulması ve Ukrayna’nın Donbas bölgesinin ayrılıkçıların eline geçmesi konuları zımnen kabul edildi. Almanya-Fransa ekseni, ABD yönetiminin aksine Rusya ile yeni sorun istemiyor.
Dünyanın üçüncü fay hattı olan Ortadoğu Bölgesi İran ve Suriye dışında sakin görünüyor. Ancak Trump, başkanlık seçimi öncesi bir İran sorunu yaratabilir.
3 Kasım 2020’de yapılacak ABD Başkanlık seçimleri son derece önemli. Afrika kökenli Amerikalı George Floyd’un polis tarafından kötü muamele ile öldürülmesi ve çıkan olaylar, zaten bölünmüş olan Amerikan toplumunu daha da böldü. Seçilme olasılığı son olaylar nedeni ile popüleritesi azalan Trump yönetimi seçim öncesinde Çin-Rusya eksenine karşı atabileceği bir adım ile mevcut jeopolitik fay hatlarını hareketlendirebilir. Ki bu fay hatlarının başında Hong Kong meselesi ve Tayvan konusu gelmektedir. Hong Kong meselesi tam 180 yıllık bir konu, Tayvan meselesi de 70 yıllık bir konudur. Her ikisi de hukuken Çin toprağı olması nedeni ile Çin için kırmızı çizgilere sahiptir. Trump Yönetimi, bu iki konuda Çin’e karşı adım atması halinde, var olan gerilim daha da tırmanabilir.
Ancak bütün bu sorunların arkasındaki temel mesele, küresel ekonomik sistemden daha fazla pay almak için arka planda yürüyen amansız ekonomik mücadeledir.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.