İş hayatıma 1990’lı yıllarda kurumsal bankacılık alanında başladığım zaman bankacılık tam bir uzmanlık mesleği idi. Kurumsal bankacılıkta başarılı olmak için sektör bilgisi, mükemmel bir muhasebe ve finansal analiz yetkinliği, hazine ve türev ürünleri bilgisi, derin bir dış ticaret bilgisi gerekirdi.
Sektör o dönemde gevşek bir regülasyona tabi idi. Yasal regülasyonun gevşek olması bankaların organizasyon yapısını nispeten yatay tuttuğu gibi, kilit çalışanlara önemli sorumluluk ve yetkiler tanıyordu. O dönemde genç bir bankacı olarak kullandığım yetki ve sorumlulukları düşününce bugün aynı yetki ve sorumluluğa orta-üst düzey yöneticilere sahip olmadığını görüyorum.
Türkiye’nin hiçbir zaman kurtulamamış olduğu eş-dost kapitalizmi (crony capitalism) kamu sektörünü ve bankacılık sektörünü 1990’lı yıllarda el ele çöküntüye götürdü. Aslında bu bozulmanın kökeni 1980’li yıllarda Türkiye’de uygulanmaya başlanan “şark” tipi neo-liberalizm politikaları idi. Neo-liberalizm kurumsal yapısı güçlü ABD, Batı Avrupa ve Japonya ekonomileri için stagflasyonla geçen 1970’lerden sonra yeni bir dinamizm yaratmıştı.
Aynı ekonomi kuramı, kurumları bilimsel yönetimden uzak Türkiye ekonomisi için arzu edilmeyen sonuçlar doğuracaktı.
2001-2002 IMF reformlarının en önemli kazancı bankacılık sektörünün özvarlıklarının sağlamlaştırılması ve sektörün bilimsel bir şekilde işlemesi için gerekli yasal düzenlemenin sağlanmasıdır. Ekonomide 2000-2001 ekonomik krizlerinden sonraki dönemde IMF reformlarına bağlı kalınması ve AB üyeliği sürecinin canlanması ile sektöre olan yabancı ilgisi arttı. Bankacılık sistemi içindeki yabancı payı arttıkça, küresel bankacılık sistemindeki uygulamalar Türkiye’ye hızla enjekte oldu.
Teoride son derece pozitif olan bu gelişmeler yaşanırken, ekonominin içinde yer alan bazı önemli reformlar yapılamadı. Ekonomi politikası 2008 Küresel Ekonomik Krize kadar yüksek dış açık vererek, iç talebin canlı tutulmasına dayalı bir modele dayanan bir büyüme prensibi üzerine kurulmuştu. Buradaki varsayım 1990’lı yıllara damgasını vurmuş olan büyük kamu açıklarının ve taşınamayacak düzeye gelmiş kamu borcunun özelleştirmeler ile küçültülmesi sonucunda, dış açık vererek büyümenin olanaklı olacağı tezine dayanıyordu.
Ancak 2001-2002 döneminde bankacılık sektörünün çalışması bilimsel bir zemine oturtulmuşken, aynı düzenlemeler reel sektör için yapılamadı. Özel sektör kurumlarının, kurumsal yönetim, risk yönetimi, iç denetim ve finansal yönetim anlamında ileri adımlar atmadan bilanço ve gelir tablolarının büyümesi önemli bir risk oluşturuyordu. Ancak hızlı büyüyen ekonomi içinde bu önemli risk göz ardı edildi. Bankacılık sektörü ki yabancı bankalar da içinde olmak üzere büyüyen ekonomide oluşan “altın madenini” kazmak için inanılmaz bir çaba gösterdi.
Dikkatli gözler bu dönemde reel sektördeki borçlanma artışı ile prodüktivite artışı arasında giderek büyüyen tehlikeli makasın varlığının farkındaydı.
2008-2013 dönemi reel sektörde reformların yapılması ve bankacılık sektörünün risklerini yönetmek için iç reformlar yapmak için son fırsatı idi. Bu fırsat da kaçtı. Tersine 2008-2013 döneminde, 2008 Küresel Ekonomik Krizi’nin oluşturduğu sistematik zararı parasallaştırmak için alınan önlemler sonucu oluşan bol ve düşük faizli likidite, ölçüsüzce risk alma iştahını arttırdı.
Bankacılık sektörünün kendisini reforme edememesindeki bir neden de kısa vadeli hedef maksimizasyonuna aşırı odaklanma idi. Özellikle 2005 tarihinden itibaren yıllık ve çeyreklik kar ve aktif büyümesi sektörün daha uzun vadeli stratejik hedeflerini göz ardı etmesine yol açtı. Sektör şu temel kavramı unuttu: “Stratejik ve uzun vadeli hedefler, yıllık iş planlarını oluşturur. Yıllık iş planları uç uca eklenerek stratejik plan oluşturulamaz. Taktik başarılar ardı ardına eklendiği zaman her zaman stratejik ve sürdürülebilir başarılar kazanılmayabilir.”
Sektörde göz ardı edilen bir önemli konu da sadece teknolojik gelişim ile çalışan başına kar, aktif büyüklüğü gibi bankacılık sektörünün en önemli prodüktivite göstergelerinin maksimize edileceği varsayımı idi. Bu reel sektörde de içine düşülen hatanın bir benzeridir. İnsan kaynağının eğitimine, niteliğine ve gelişimine yatırım yapılmadan; tek başına teknolojik ve organizasyonel ilerlemenin başarımı son derece sınırlıdır. Bankacılık sektörü içinde özellikle büyük ölçekli bankalar şu temel hatayı da yaptı: Kişi başı verimi arttırmak için generalist yani bankacılığın pek çok uzmanlık alanına hâkim çalışanlar yerine daha dar rollere sahip pozisyonlar yarattılar.
Bu değişim insan kaynakları literatürüne göre uzmanlaşmayı getirmesi gerekirken, uzmanlaşma yerine deyim yerindeyse dünya savaşlarında hızlı bir eğitim verilip cepheye sevk edilmiş çok sayıda çaylak askerin durumuna benzedi.
Bu pozisyonlar sadece kendilerine biçilen görev ve hedefleri gerçekleşmeye çalıştıkça, büyük ölçekli bankalar içinde riskin organizasyon içinde beraber yönetilmesi kavramı ortadan kalktı. Tüm sistem, bireysel bankacılıktaki risk kavramına benzer bir yönetim ve bu iş koluna uyabilecek şekilde araçların kullanılmaya çalışıldığı zaman, zorlanmaya başladı.
2013 Mayıs ayında FED’in parasal genişlemeye ileride son vereceğini açıklaması ile aslında gelişen ülke ekonomilerinin orta vadede zorlanacağı bir döneme girileceği netleşmişti. Bu dönemin başlangıcı aynı zamanda Türkiye’nin genel olarak riskinin arttığı vakalar ile birleşti. Sistemdeki sorunlu kredi oranı (NPL) artmaya başladı. Ucuz ve bol paranın reel sektörde örtmüş olduğu sorunlar, oluşan risklerin fitilini yaktı.
2018 Ağustos ekonomik krizinden sonra ekonominin canlı tutulması ve aynı zamanda stabilize edilmesi amacı ile kamunun ekonomi üzerindeki kontrol ve müdahalesi arttı. Bu yeni ekonomi politikasının temelinde TL’nin değerinin korunması, ekonomide likiditenin korunması ile ödeme-tahsilat zincirinin muhafaza edilmesi ve reel sektörün üzerindeki finansal gider baskısının azaltılması hedefleri ile hareket eden karma bir ekonomik modele geçildi. Bu modelde devletin kontrol ve gözetiminin arttığı Neo-Keynesyen öğeleri ile Monetarist yaklaşımın para arzını muhafaza etmeye yönelik politikalar sepet haline getirilmişti.
Bu ekonomik yaklaşım negatif reel faiz politikası ve TL’nin döviz karşısındaki değerini muhafaza etmeyi aynı anda hedeflerken, yaklaşımın başarısı kamu harcamalarının artışına ve bütçe açığı verilmesine ve bankacılık sektöründe belli bir kredi büyümesinin sağlanmasına dayanıyordu.
Neo-liberal bir ekonomik sistemde bu hedeflerin aynı anda tutturulması olanaksız olduğundan kamu kesiminin ekonomideki gözetim ve denetim fonksiyonu önemli ölçüde arttırıldı. Hatta kamu kesimi kredi piyasasında, para piyasasında, döviz ve türev ürünler piyasasında etkin ve piyasa yapıcı bir oyuncu haline geldi. Özellikle döviz likiditesinin korunması ve TL’nin değerinin muhafaza edilmesi için pek çok resmi ve fiili kapital kontrolleri getirildi.
Bankacılık sektörü kamu kesiminin yeni ekonomik programı ile iyice zorlanmaya başladı. Bunun nedeni bankacılık sisteminin ekonomide oynamakta olduğu eşsiz rolden kaynaklı idi. Son ekonomi literatürü bize ekonomide para yaratma işlevinde bankacılık sektörünün merkez bankalarından daha önemli bir payı olduğunu söylüyor. Bu yeni ekonomik tanım, hali hazırda yürüyen ekonomik politikaya özel bankaların uyum göstermesi zorunluluğunu ortaya koyarken, bankalar aynı zamanda yıllarca reforme edemedikleri kurumsal kredi politikaları ve organizasyon yapısının sonuçları ile karşı karşıya kaldılar.
2020 pandemi etkisi bankacılık sektörüne olan baskıyı arttırdı. Bankaların bir yandan özvarlık karlılığı düşer, NPL oranları artarken, bankacılık sektörü dışındaki tüm oyuncuların sektörden beklentileri arttı. Ekonomi yönetimi sektöre karşı “kuvvetli tavsiyelerde” bulunurken, kurumların ve bireylerin sektörden borç yapılandırması ve faiz politikası yönündeki beklentileri de arttı.
Ancak unutmayalım ki bankacılık sektörünün temel stratejisi hedefi, reel sektör gibi kar etmek, kurumsal değeri arttırmak ve ortaklarına kâr payı dağıtmaktır. Yeni ekonomi politikasında bankalara biçilen rol, özel bankaların özel sektörde faaliyet gösteren anonim şirket kimliği ile tam uyuşamadı
Bankacılık sektörü ile ilgili unutulmaması gereken başka bir konu da sektörün yaklaşık özvarlıklarının altı ile sekiz katına ulaşan kredi hacmi yarattığı ve bu kredi hacmini yaratırken ekonomide yaratılan tasarruf fazlasını kullanıyor olduğu gerçeği. Donuklaşan veya batan tüm krediler bankaların emanet alarak krediye dönüştürdüğü tasarrufların da o derecede yok olması anlamına geliyor.
Her yok olan tasarruf, aynı zamanda ekonomide yatırım veya işletme sermayesi için kullanılan kaynağın eksilmesi ve yok olması demektir ki, yıllar itibari ile batan kredilerin sistemden yok ettiği tasarrufların zararı bileşik olarak artar. Bu neden ile bankacılık sistemine kredi artışı hedefi vermenin en önemli yan etkisi tasarruf eksiği içinde olan bir ekonomide değerli ve kıt bir kaynağın yok olmasına neden olmaktır.
Pandemi sonrasında yapılması gerekenler…
Pandemi, önemli bir “force majeure” vaka ve bu vaka ile alışılmadık yöntemler ile mücadele edilmesi gerekiyor. Bu dönemde öncelik ekonomide iş gücüne katılımı, likiditeyi ve ödeme-tahsilat zincirini korumaktır.
Pandemi sonrasında ise özel bankalara düşen en önemli görev kurumsal risk yönetimi ve organizasyon yönetimi anlamında daha önce yapamadıkları yapısal reformları yapmaları. Ancak bu iş bankaların kendi iç işi…
Ekonomi yönetime düşen daha önemli görevler var.
2001-2002’de bankacılık sektörü nasıl reforme edildiyse, reel sektörün kurumsal yönetimi, risk yönetimi ve finansal yönetimi aynı şekilde rehabilite edilmelidir. Reel sektörde nasıl vergi uyumu için çok katmanlı bir sistem uzun bir dönemden beri uygulanıyorsa, aynı titizlik finansal raporlama ve kredi derecelendirme süreçleri için de uygulanmalıdır.
Bu rehabilitasyon aynı zamanda hukuk sistemine taşınmalıdır. Varlıklarını ve tüzel kişiliğini doğru yönetemeyen kurumların varlıklarını ve hisselerinin ekonomi, içinde hızla el değiştirecek düzenlemelerin yapılması şarttır. Daha açıkça belirtmek gerekirse, işini, riskini ve varlıklarını yönetemeyen, o iş kolu için yeterli özvarlık yaratamayan kurumların el değiştirmesini sağlanması, işini ve varlıklarını doğru yöneten kurumların da yükünü hafifletecektir.
Bankacılık sektörünü karı sınırlanması gereken, oligopolistik bir sektör olarak görmek oldukça popüler bir yaklaşımdır. Bankacılık sektörü yüksek sermaye, ileri teknoloji ve kaliteli işgücü gerektirdiği için doğal olarak oligopolistik bir kimliğe sahiptir. Sektörün ekonomideki önemi ve bu kimliği nedeni ile doğru bir şekilde denetleniyor olması ekonominin çıkarına hizmet eder.
Diğer yandan sektörü merkezi ekonominin bir parçası olarak görmek, kredi kararlarını bilimsellikten uzaklaştırır ve orta vadede kaynak dağılımını bozar. Kaynak dağılımı bozulan ekonomide prodüktivite de azalır ki Türkiye’nin en önemli hedefi düzenli prodüktivite ve çıktı artışını korumaktır.
Bankalar, güneşli havada şemsiye teklif eden yağmurlu havada şemsiyelerini geri alan sektör olarak bilinir.
Kimse alınmasın ama bankaların yağmurlu havada yağmurluk giymekten kaçınan, üzerinde ince bir kazağı dahi olmayan şirketler yerine üzerinde koruyucu giysileri olan kurumlara şemsiye satmak istemesi kadar doğal bir yaklaşım olamaz. Eğer bu yaklaşım doğru değilse, risklerini iyi yöneten reel sektör firmalarının ticari alacaklarının kalitesini korumak için kredi kontrol bölümlerine sahip olmaları da kavramsal olarak doğru değildir.
Bankaların yapmadıkları ev ödevleri için eleştirelim (ki eleştirilecek çok sayıda yönleri vardır) ancak sektörü komuta ekonomisinin bir parçası olarak görmeyelim.
Burak Köylüoğlu