Bir önceki bölümde Batı ekonomilerinin Bretton Woods sistemi içinde nasıl hızla toparlandıklarını kaleme almıştım. Bu bölümde ise Soğuk Savaşın baş döndürücü jeopolitik gelişmelerini anlatmaya devam edeceğim.
Sovyetler Birliği’nde Kruşçev dönemi
Sovyetler Birliği; Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra kısa bir süre Nikita Kruşçev, Lavrentiy Beria ve Georgy Malenkov’un üçlü yönetimi ile yönetildikten sonra, bu üçlünün en korkulan ismi, Sovyet iç güvenlik örgütlerinin lideri Lavrentiy Beria; bir iç darbe ile tasfiye edilecekti.
Lavrentiy Beria, on yıllar boyunca eski Sovyet lideri Stalin’in elindeki çekiç rolünü görmüştü ve üçlü yönetimin en güçlü ismiydi. Aralık 1953 tarihinde Beria ve önde gelen MVD şefleri idam edilince, Sovyetler Birliği Malenkov- Kruşçev’in ikili liderliğinde yönetilir hale gelecekti. 1955 yılına kadar Kruşçev, Malenkov’un da altını yavaş yavaş oyarak, kendisini istifaya zorlayacak ve kendi müttefiki Savunma Bakanı Nikolai Bulganin’i yerine getirecekti.
Kruşçev’in 25 Şubat 1956 tarihinde, 20. Parti Kongresi sırasında Stalin’i ve politikalarını açıkça kınadığı konuşma bir milat idi. Sovyetler Birliği Stalin döneminin uygulamalarını kaldırdığı daha yumuşak bir döneme girecekti. Gulag sistemi içinde tutulan mahkumlar serbest bırakılırken, Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer ile Sovyet lideri Kruşçev’in Moskova’da yaptığı antlaşma ile beraber son Alman savaş esirleri de serbest bırakılacaktı.
Termo-nükleer silahlardan, füzelere, füzelerden uzaya uzanan yarış

Sovyetler Birliği yumuşamaya rağmen, reelpolitikin çarkları Soğuk Savaşı tüm hızı ile çeviriyordu. Amerikalılar ilk hidrojen bombasını Enewetak Atolü’nde 1 Kasım 1952 tarihinde başarı ile denemişti. Bomba Nagazaki’ye atılan atom bombasının tam 450 katı fazla enerji üretmişti. Tasarım atom çağının mimarı Enrico Fermi’nin kavramsal tanımı üzerine kurulan Teller-Ulam (Edward Teller ve Stanislaw Ulam’ın ortak çalışması) tasarımına dayanıyordu. Bomba 1 Mart 1954 tarihinde Bikini Atol’ünde yapılan Castle Bravo nükleer denemesi ile rafine edilmiş oldu. Castle Bravo nükleer denemesi Amerikalıların şu ana kadar yaptıkları en güçlü nükleer deneme olup, 15 megaton TNT patlayıcının verimine eş değerdi. Bu da Nagazaki’ye 9 yıl önce atılmış olan atom bombasının tam 675 katına denktir.
Amerikalılar, Sovyetlerin uzun bir süre hidrojen bombasının gizlerine ulaşamayacağını düşünürken, Amerikan gözlem istasyonları 12 Ağustos 1953 tarihinde Sibirya merkezli büyük bir nükleer denemenin sismik dalgalarını gözlemledi. Bu nükleer denemede hidrojen bombası kullanılmasına rağmen, modern ve güçlü bir atom bombasının yarattığı enerjiye eşdeğer bir enerji üretmişti. İlk Amerikan termonükleer silahının 1/26’sı kadar enerji üreten bu bomba, tam bir termonükleer silah değildi, enerjisinin sadece %15-20’si füzyon yani hidrojen atomlarının birleşmesinden oluşuyordu. Kalan %80’i füzyonu tetikleyen fizyon yani termonükleer silahın ilk aşamasını oluşturan atom bombasından geliyordu.
Ancak Amerikalılar dehşetle şunun farkına varmıştı: Sovyetler nükleer silah yarışında sadece 9 ay gerideydi. Sovyetler Birliği hidrojen bombası gelişimini devam ettirerek, 12 Kasım 1955 tarihinde ilk “gerçek” hidrojen bombasını test etti. Artık atom bombası çağı yerini termonükleer silahların çağına yerini bırakmıştı. Taraflar hızla bu bombaları uçaklar yerine füzelere monte edecek fırlatma sistemleri üzerinde yoğunlaşacaktı.
Amerikalılar, II. Dünya Savaşı’nın sonunda, Operation Paperclip ile Wernher von Braun başta olmak üzere beş yüze yakın Alman roket mühendisini ele geçirmişti. Sovyetler de Doğu Almanya’da yaşayan roket endüstrisinde çalışmış olan işçilerden mühendislere kadar binlerce kişiyi toplayarak, Sovyet roket projesinde görevlendirecekti.
Sovyetler Birliği Amerikalıların çok daha üstün hava gücünün farkındaydı. Böyle bir güce eşdeğer bir güç yaratmak için on yıllar ve olağanüstü kaynaklar gerekliydi. Çözümü daha ekonomik bir şekilde oluşturdular. Roket ve füze endüstrisine muazzam kaynaklar yatırarak, nispeten ucuz ve rakiplerinin pahalı hava gücünü işlemez bir hava savunma sistemi kurmak bu stratejinin ilk adımı idi. Füzeler aynı zamanda nükleer silahları, çok pahalı bir stratejik bombardıman uçakları filosu kurmaksızın, düşman topraklarına atmaya da elveriyordu.
ABD ve Sovyetler Birliği arasında, roket ve füze alanındaki yarış kısa zamanda uzay yarışına da dönüşecekti. Bu uzay yarışının iki ana hedefi vardı: Kıtalararası füze ve uydu teknolojilerini geliştirmek. Amerikalılar 1955 yılında ilk uyduyu dünya yörüngesine yerleştirirken, Sovyetler sadece iki yıl sonra kendi uydularını fırlatmayı başarmışlardı. 1961 yılında ise Sovyetler rakiplerini geçtiklerini ispat edeceklerdi: Uzaya ilk insanı göndermeyi başarmışlardı. 1961 yılından sonra Amerikalılar NASA’ya muazzam tutarda kaynaklar tahsis edecekler ve iki rakip süper güç bu kez Ay’a ilk astronotu göndermek için müthiş bir rekabete girişeceklerdi. Amerikalılar bu yarışı Temmuz 1969 tarihinde kazanacaktı.
1957 yılında her iki süper gücün elinde kıtalararası balistik füzeler mevcuttu ve bu füzelere termonükleer başlıklar yerleştirilmeye başlanmıştı. Denizaltıların da nükleer füzeler fırlatacak duruma gelmesi ile beraber; artık dehşet dengesi yani MAD (Mutually Assured Destruction) kavramı hayata geçmişti. Nükleer savaş halinde ilk taarruzu yapan tarafın ne kadar süratli ve isabetli bir şekilde nükleer saldırıda bulunması savaşı kazandırmaya yetmiyordu. Çünkü balistik füzeler ve özellikle nükleer başlık taşıyan denizaltılar ile karşı taraf, taarruz eden tarafı yok edecek kapasiteye sahip hale gelmişti. Atom bombalarından 500 ile 1000 kat daha yıkıcılığa sahip termonükleer başlıklar da bu kavramın ayrılmaz parçası idi.
Sovyetler Birliği 1961 yılında insanlık tarihinin en büyük ve yıkıcı nükleer denemesini, Sibirya’da gerçekleştirdiği zaman MAD doktrini artık tartışmasız hale gelmişti. Resmi adı AN602 olan bu bomba, “Çar Bombası” olarak da isimlendirilecek ve tam 50 Megaton TNT eşdeğeri yıkıcılığa sahipti ki, Hiroşima’ya atılmış olan “Little Boy” isimli atom bombasına göre (15 kiloton TNT eşdeğeri yıkıcılığa sahipti.) 3330 kat daha yıkıcı idi. Sovyetler, bombanın esas yıkıcılığını sağlayan ikinci aşama füzyon reaksiyonunu sınırlamıştı ve esasen bombanın tam 100 Megaton TNT eşdeğeri yıkıcılığa sahipti. Böyle bir bombanın, tek bir başlık olarak atıldığı anda 100 km. çap içinde tüm hayatı derhal bitireceğini ve koca bir kıtayı radyasyon ile kirletebileceğini not düşelim.
Ancak Sovyetlerin nükleer yarışta önemli bir dezavantajı vardı. Çar Bombası’nı bu yüzden denemek istemişlerdi. Amerikalıların termonükleer başlıkları ve uzun menzilli füzelerinin sayısı ile nükleer kapasiteli denizaltıları kapasite ve sayı olarak çok daha fazla idi. Sovyetler 1950’li yıllarda ve 1960’ların başında tüm Batı Avrupa’yı tahrip edecek nükleer güce sahipken, Amerikan ana karasına taarruz edecek uzun menzilli silahları çok daha azdı. Amerikalılar Batı Almanya, İtalya, Türkiye, İngiltere’ye Sovyetler Birliğini vuracak pek çok başlık koyarken; Sovyetler halen ABD’yi doğrudan vurabilecek çok daha az silah sistemine sahipti. Bu da ileride başka bir krizi ortaya çıkaracaktı.
Demirperde’de Çatlak: Polonya’da Olaylar ve Macaristan’da Kalkışma, Çekoslovakya’da Devrim ve Brejnev Doktrini

Sovyetler Birliği’ndeki değişim iç yumuşamayı getirmesine rağmen Stalin’in kurduğu düzenin değiştirilmesi Demirperde ülkelerinde de karışıklığa yol açmıştı. Polonya’da 1956 yılında başlayan işçi ayaklanmaları ve grevler; Polonya ordusunun sert müdahalesi ile bastırıldı.
Ekim 1956 tarihinde Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de başlayan üniversite öğrencilerinin eylemleri hızla yayılacak ve tüm ülkeyi içine alacaktı. Bu olayların bu kadar hızla büyümesinin arkasındaki neden yine ekonomikti. Sosyalizm vaat edildiği gibi ekonomik kalkınma ve kişisel gelir ile refahın artmasına yardımcı olmadığı gibi, devletin toplam ekonomi içindeki payı ve ücret-maliyet-fiyat mekanizmalarına müdahalesi arttıkça genel verimsizlik de artıyordu. Macaristan örneğinde ise ayrıca Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve Yugoslavya’ya ödenen savaş tazminatları (Macaristan, savaşta Nazi Almanyası’nın müttefiki idi), Sovyetler Birliği’nin diğer Demirperde ülkelerinde olduğu gibi ülkeyi ticari anlamda sömürmesi; ekonomik bir çöküş yaratmıştı. Macaristan Ayaklanması ekonomik nedenlere dayansa da, ayaklanmanın fitilini ateşleyen sebep, Sovyetler Birliği’nde resmen Stalin döneminin sona erdiğinin açıklanmasıydı.
Ayaklanma başlangıçta büyük ölçüde başarılı oldu. Ayaklanmacılar büyük ölçüde Macaristan ve başkent Budapeşte’de kontrolü ele geçirdi.
Sovyet yönetimi ikiye bölünmüştü. Yönetimde halen sözü geçen eski Stalinistler derhal askeri müdahaleyi savunurken, Kruşçev ve çalışma arkadaşları yeni Macaristan hükümeti ile müzakere etmeyi düşünüyordu. Hatta II. Dünya Savaşı’nın meşhur komutanı Mareşal Zhukov, Sovyet askerlerinin Macaristan’dan çekilebileceğini dahi açıklamıştı.
Ancak yeni hükümetin başbakanı İmre Nagy, Macaristan’ın aynı Avusturya modeli gibi tamamen tarafsız bir devlet olma hedefini açıkladığı anda, ayaklanmanın kaderi değişecekti. İmre Nagy halen devam eden ve tüm dünyanın odağına oturmuş olan 1956 Süveyş Krizi nedeni ile elindeki kartlara fazlaca güvenmişti. Nagy, Reelpolitik sanatına biraz hâkim olsaydı, bu noktada, Sovyetler Birliği’nin Macaristan’ın tarafsızlık talebini kabul etmesinin tüm Demirperde sisteminin ve 1955 yılında kurulmuş olan Varşova Paktı’nın işlemez hale getireceğini anlayabilirdi.
Kruşçev’in elinde tek opsiyon kalmıştı: Derhal Macaristan’a askeri müdahalede bulunmak. 4 Kasım 1956 tarihinde “Kasırga Operasyonu” adı altında Sovyet tankları Macaristan’a girdi. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Başbakan İmre Nagy sığındığı Yugoslavya elçiliğinden, Sovyetler tarafından verilmiş yazılı dokunulmazlık mektubuna rağmen, elçilikten çıkar çıkmaz tutuklandı ve gizlice Romanya’ya kaçırıldı. Daha sonra 1958 yılında Macaristan’a geri getirilecek, gizlice yargılanacak ve idam edilecekti. Kruşçev; İmre Nagy’nin sonunun tüm Demirperde ülke liderlerine örnek olmasını istemişti.
Macaristan vakası, Stalin sonrası dönemde sosyalist blokunun nasıl kolayca çözülebileceğini gösteren ilk vakadır. Sovyetler Birliği’nin askeri ve politik gücü ortadan kalktığı takdirde, Doğu Avrupa ülkeleri merkezkaç kuvvetine kapılarak, bu gönülsüz ittifaktan derhal ayrılacaktı. 1968 Çekoslovakya kalkışması da bu tezi doğruluyordu. Çekoslovakya’ya 1968 yılında Varşova Paktı’nın müdahalesi Macaristan’daki gibi çok sert ve kanlı olmasa da, bu dönemde Sovyetler Birliği sosyalist ülkelerin rejimlerinde değişim yönünde bir tehdit olduğu takdirde, askeri müdahalede bulunacağını açıklamıştı. Bu doktrine Brejnev Doktrini ismi verilecekti.
Fransa’nın Sömürge İmparatorluğu Çöküyor: Dien Bien Phu’daki muazzam yenilgi

Eski dönemin büyük güçleri İngiltere ve Fransa, 1945 sonrasında sömürge/koloni imparatorluklarını sürdürmelerinin ne kadar güç olduğunu fark etmişti.
İngilizler ve Fransızlar, Orta Doğu’dan çekilirken; Fransızlar Vietnam ve Cezayir’de bağımsızlık savaşçılarına karşı savaş yürütüyordu. Fransızlar, İngilizler kadar pragmatik değildi. İngilizler eski kolonilerini silahla elde tutamayacağını anlamıştı ama Fransızlar en kıymetli kolonilerini tutmaya kararlıydı. Fransızların “Indochine” (Hint Çini diye de bilinir) yani bugünkü Laos, Vietnam ve Kamboçya’dan oluşan dev sömürgesindeki savaş, Japonlar 1945 Eylül’ünde teslim olduğu zamandan beri devam ediyordu. Bağımsızlık hareketinin başını çeken Viet Minh, Çin ve Sovyetler Birliği’nden yardım alırken; Amerikalılar gönülsüzce Fransızları destekliyordu. Fransızlar 1953 yılına kadar bir şekilde Indochine’i kontrol tutsa da, savaş rüzgarları Fransa’nın aleyhinde idi.
Kuzey Vietnam’da büyük bir Fransız birliği Dien Bien Phu’da tuzağa düşecekti. Viet Minh tam iki ay boyunca sabırla Fransızları kuşattıkları bu cebi küçülterek, patlatacak ve çok sayıda Fransız askerini öldürecek ve esir alacaktı. 1954 Cenevre Konferansı ile Indochine sömürgesi ortadan kalkacak, Vietnam bağımsızlığına kavuşarak komünist Kuzey Vietnam ve Batı yanlısı Güney Vietnam olarak ikiye bölünecekti.
Dien Bien Phu’daki korkunç yenilgi tüm Fransız kolonilerindeki çözülmeyi hızlandıracak ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı Kasım 1954’te başlayacaktı.
İngiltere ve Fransa’nın son meydan okuması: 1956 Süveyş Krizi

Koloni imparatorluklarının beraber savaştıkları son yer Süveyş olacaktı. Süveyş Kanalı; aynı adı taşıyan Fransız-İngiliz ortaklığının kontrolünde idi.1952 yılında Mısır’da yapılan askeri darbe sonrasında iktidarı ele geçiren Albay Cemal Nasır yeni kurulmuş olan İsrail’in Kızıldeniz’deki Elyat limanını ablukaya almıştı. İsrailliler, Süveyş Kanalı’nı kullanamadıkları gibi, Kızıldeniz’i de kullanamaz durumdaydı. Nasır’ın, Cezayir isyanına da açık destek sağlaması sonucu Fransızlar İsrail’e yakınlaşacaklardı. Nasır’ın bir sonraki adımı ise Süveyş Kanalı’nı millileştirmek oldu. Londra ve Paris; bu kıymetli varlıklarının değerinin sıfırlanması ile küplere binmişti.
Süveyş Kanalı’nın millileşmesi sonrasında Fransız-İsrail ittifakına İngilizler de katılacaktı. Bu esnada Amerikalılar ise Nasır’ı Sovyetler’e kaptırmamak için Mısır’ın Aswan Barajı gibi önemli projelerinin finansmanı için havuç uzatırken, Kruşçev de Nasır’a Sovyet finansmanı ve ayrıca Sovyet askeri yardımı öneriyordu.
İsrail-Fransa-İngiltere koalisyonu Mısır’a askeri müdahale etmek için hazırdı. Savaş 29 Ekim 1956 tarihinde İsrail’in hava taarruzu ve Gazze (bu tarihte Gazze Mısır’ın kontrolündeydi.) ve Sina yarımadasını karadan işgali ile başladı. Bugün turizm merkezi olarak bilinen Sharm el-Sheikh düştüğü gibi, İsrail birlikleri sürat ile Sina Yarımadası’nı işgal ediyordu. İsrail işgali aldatmaca idi. İngiltere ve Fransa, bu savaşı bahane ederek, Mısır’a ve İsrail’e bir ültimatom verdiler. Ültimatomda Süveyş Kanalı’nın derhal teslim edilmesi istenirken, taraflar arasında “ateşkes” kurulması talep ediliyordu. Mısır bu ültimatomu reddedince, Fransızlar ve İngilizler taraflar arasında “ateşkesi” sağlamak üzere Port Said’e çıkartma yaptı. Artık Süveyş Kanalı’nın düşmesi an meselesi haline gelmişti. Beş adet İngiliz-Fransız uçak gemisinden oluşan donanma da Mısır üzerinde derhal hava hâkimiyeti kurabilmişti.
Bu amatör sahtekarlığın farkına varan Amerikalılar ve Sovyetler oyuna derhal girdi. Amerikan Başkanı Eisenhower, İngiliz ve Fransızları perde arkasından azarlarken, Sovyet lideri Kruşçev açık bir ültimatom yayınladı. Eğer İsrail, İngiliz ve Fransız birlikleri Mısır’dan çekilmezse, Sovyetler Birliği doğrudan askeri müdahalede bulunacaktı. Kruşçev esasen büyük bir blöf yapmıştı. Sovyetler Birliği’nin bölgeye müdahale edebileceği deniz gücü Fransız-İngiliz “gölge” donanması ile boy ölçüşemezdi ve Sovyetler Birliği’nin kara güçlerini sevk edebileceği bir kara koridoru mevcut değildi. Bu dönemde Sovyet nükleer taarruz olanakları çok sınırlıydı. Pek çok sayıda atom bombası başlığına sahipti ama yeterli sayıda bölgeye ulaşabilecek füzesi yoktu. Ancak Amerikalılar, Sovyetlerin elindeki az sayıdaki stratejik bombardıman uçağından çekiniyordu. Üstelik Avrupa’da özellikle Macaristan’da durum çok gergindi. Amerikalılar, Sovyet misillemesinin Batı Berlin’e karşı yapılacak bir Sovyet zırhlı harekatı şeklinde olabileceğini hesaplamışlardı.
Amerikalılar Mısır’daki savaşa yönelik bir Sovyet müdahalesinin veya Avrupa’da bir Sovyet misillemesinin III. Dünya Savaşının çıkarabileceğini hesaplayarak, İngiltere-Fransa-İsrail’e açık bir tehditte bulundu. ABD elindeki İngiliz tahvillerini satarak İngiliz ekonomisini açıkça çökerteceğini ifade ettiği gibi, Orta Doğu’daki nüfusunu kullanarak üçlü ittifaka petrol ambargosu uygulayacağını bildirdi. IMF İngiltere’nin çok ihtiyacı olan fonlama antlaşmasını geri çevirdi, ABD ve diğer NATO ülkeleri, İngiltere ve Fransa’ya olan petrol ve yakıt sevkiyatlarını durdurdu. Fransızların bu dönemde esaslı bir altın rezervi olmasına rağmen, Bank of England’ın (BOE) döviz rezervleri son derece yetersizdi. BOE Başkanı, hükümeti bir ödemeler dengesi krizini birkaç hafta öteleyebileceğini ifade etti. İngilizler havluyu atacaktı. Amerikalılar İsrail’e de sert bir ültimatom göndererek, İsrail’in derhal işgal etmiş olduğu Mısır’a ait Sina Yarımadası’ndan ve Mısır’ın o dönemde kontrol ettiği Gazze Şeridi’nden çekilmesini adeta emretti. İsrail bu şartlara uymazsa, “sonuçlarına katlanmak zorunda” kalacaktı. İsrail de Amerikan taleplerine boyun eğecekti.
Süveyş Krizi, İngiltere’ye kendi gücünün sınırlarını öğretmişti. Bu tarihten sonra İngiltere ABD’nin en yakın stratejik müttefiki olacaktı. Fransa ise Vietnam ve Mısır’daki bozguna karşın Cezayir’deki kanlı savaşa devam edecek, Fransa içinde kayda değer bir Amerikan düşmanlığı oluşacaktı.
Süper Güçlerin Satranç Oyunu: Kruşçev’in Berlin Ültimatomu

Sovyet lideri Kruşçev, Doğu Avrupa’da Sovyet hakimiyetinin çözülmeye başladığının farkındaydı. Polonya ve Macaristan zorla yatıştırılmıştı ama esas sorun Doğu Almanya’da idi. Milyonlarca Alman, Doğu Almanya’dan Batı Berlin’e geçiyordu. Sonuçta “sosyalist cennet” hikayesi erken çökmüştü. Doğu Almanya’da halk bırakınız Batı Almanya standartlarını yakalamayı, kışın ısınacak yakıta, ya da temel ihtiyaç maddelerine oldukça zor ulaşırken, Batı Almanya’da ekonomik mucize göz kamaştırıyordu.
Kruşçev, 27 Kasım 1958 tarihinde Batılı güçlere bir ültimatom verdi. Ya Batılı Müttefikler Batı Berlin’deki askerlerini 6 ay içinde çekecek ve Batı Berlin “serbest bir şehir” haline gelecek, ya da Sovyetler Birliği, Doğu Almanya (Demokratik Alman Cumhuriyeti) ile bir barış antlaşmasını tek taraflı olarak yapacaktı. Kruşçev akıllıca görünen bir hamle yapmıştı. Hukuken Doğu veya Batı Almanya ile bir barış antlaşması yapılmamıştı. Yani bu ülkeler uluslararası hukuka göre tam egemen değildi. Sovyetler Birliği’nin Doğu Almanya ile barış antlaşması kurması, Doğu Almanya’ya tam hükümdarlık verilmesi anlamına gelecekti ki, topraklarında tam egemen olacak Doğu Almanya, Batı Almanya ile Berlin arasındaki tüm ulaşım yollarını kapatabilirdi. Batının müdahalesi ise iki pakt arasında savaş anlamına gelecekti.
Ancak Başkan Eisenhower akıllıca bu ültimatomu görmezden geldi. Sovyetler de savaşı göze alamayacaktı. Ancak Kruşçev Doğu Almanya’dan göçü durdurmak için 1961 yılında Berlin Duvarı’nı kurduracaktı.
Soğuk Savaşın Yeni Cephesi: Küba

Amerikalılar Orta Doğu, Güney Vietnam ve Berlin’e odaklanmışken; arka kapılarında olağanüstü bir değişim oluyordu. Küba’da, Amerikan yanlısı berbat bir yönetim ile sosyalist gruplar yıllardan beri çatışıyordu. Ancak Batista yönetimi öyle bir çürümüştü ki, ülkede yönetim kendi içinde paralanmaya başlamıştı. Küba 1950’li yılların başında gelişmiş sayılabilecek bir ülke iken, kişi başı milli gelir neredeyse İtalya’nın ki ile eşitti. Batista yönetimi, ülkeyi soyup soymaya başladıktan sadece 7 yıl sonra, Küba’da ekonomi tamamen mafyaya ve silahlı çetelerin eline geçmişti. Sosyalistlerin başkaldırısı için mükemmel bir ortam oluşmuştu ki, Fidel Castro bu fırsatı derhal değerlendirecek, Yugoslavya’dan temin ederek, gemilerle kaçak soktuğu silahlar ile Batista yönetimini yıkacaktı.
Amerikalılar, başta Castro hükümetini tanımaya hazırdı: Batista’nın ülkeyi nasıl perişan ettiğini anlamışlardı. Ancak Castro ve devrimci arkadaşları, Küba’daki tüm Amerikan varlıklarını bedelsiz bir şekilde millileştirince olanlar oldu. 1961 başında ABD Küba’ya ambargo uygulamaya başladı. Bu arada 8 Kasım 1960 seçimlerini Demokratlar kazanmıştı. 20 Ocak 1961 tarihinde göreve başlayan Demokrat Partili Başkan J.F. Kennedy, Küba sorununu kucağında bulmuştu. Sovyetler gözlerini Küba’ya çevirmiş, Yugoslavya’nın etkisini ülkede kaldırarak, Küba rejimini her yönü ile desteklemeye başlamıştı. Sovyet etkisi büyümeden Castro’nun işi bitirilmeliydi. CIA, Castro rejimini ortadan kaldırmak için üç yıldan beri hazırlık yapıyordu. En nihayetinde Başkan Kennedy operasyona yeşil ışık yaktı.
ABD’deki kamplarda iyice eğitilmiş ve silahlandırılmış Kübalı muhalifler, Domuzlar Körfezi’ne çıkartma yaptı. Ancak CIA, dangalaklıkta ve acemilikte adeta rekor kırmıştı. Çıkartmadan iki gün evvel, Nikaragua’dan kaldırdıkları işaretsiz bombardıman uçakları, Küba havaalanlarını bombalamış ama Küba hava gücü zarar görmemişti. Ancak bu başarısız bombalama işgalin hazırlıklarını, adeta bando ve mızıka ile Castro’ya bildirmiş oldu. Castro ve adamları olacakların farkına varıp, tüm güçlerini kıyılarda seferber edince yapılan çıkartma başarısız oldu. 1500 kişiden oluşan Kübalı muhaliflerin büyük bir kısmı teslim oldu. Üstelik Castro, Amerikan hükümetini iyice utandıracak, elinde tuttuğu esirleri serbest bırakmak için 53 milyon USD değerinde ilaç ve yiyecek paketinden oluşan fidye alacaktı. Amerikalılar tüm dünyaya rezil olmuşlardı.

Ve Soğuk Savaşın zirvesine doğru tırmanma…
ABD Başkanı J.F. Kennedy ve yönetimi, Soğuk Savaşın aniden tırmandığının farkına varacaktı. Sovyet lideri Kruşçev, Küba’daki etkisini arttırırken, Çin ve Sovyet destekli Kuzey Vietnam, Güney Vietnam’a karşı gerilla savaşının ivmesini arttırıyordu. Güney Vietnam’da önemli bir komünist varlığı mevcuttu ve Kuzey Vietnam hem kendi sınırından hem de Laos’tan önemli miktarda adam, silah ve cephaneyi Güney Vietnam’a sokuyordu. Laos zaten komünistlerin eline düşmek üzere idi, Güney Vietnam’da ise devlet kontrolü sağlanamıyordu.

Sovyetler 1961 Ağustos’unda Berlin Duvarı’nı inşa ettirince, Amerikalılar Kruşçev’in bir sonraki hedefinin yeniden Uzak Doğu’ya kayacağını hesaplamıştı. Ancak Amerikalılar fena halde yanılıyordu.
Castro, Domuzlar Körfezi vakasından sonra her an yeni bir Amerikan işgali bekliyordu. Bunu caydırmak için adaya Sovyet askerlerini ve silahlarını davet edecekti. Kremlin’deki stratejistler bir anda önlerine muazzam bir fırsatın çıktığını fark ettiler. Küba’ya Sovyetler Birliği, kısa ve orta menzilli termo-nükleer başlıklı füzeler yerleştirirlerse, Sovyetlerin kıtalararası nükleer füze dezavantajı ortadan kalkacaktı. Küba’ya yerleştirilecek füzeler 7-15 dakika için ABD içindeki stratejik hedefleri imha etme fırsatı verecekti. 1962 yılında Sovyetler gizlice füzelerini Küba’ya göndermeye başladı.
İşte dünyanın ilk defa III. Dünya Savaşı’na yaklaştığı en büyük kriz kapıya dayanmıştı.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.