Gelişmiş ülkelerde ekonomi yönetiminin değerlendirilmesi, bilimsellik içinde yürüyen politik bir tartışmadır. Örneğin ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki pandemi için yapılacak ek yardımın kapsamı ve bütçe büyüklüğü konusundaki tartışmayı izliyorsanız, bu hararetli müzakerenin, Trump’ın retorik söylemine rağmen, açık ve sayısal veriler ile yürüdüğünü gözlemlemiş olmalısınız.
Örneğin Fed Başkanı parasal politika önlemlerinde limitlere dayanıldığını, artık ilave yükün Hazine önlemlerine dayanması gerektiğine söylerken, bu teze karşı yapılan eleştiriler hiçbir zaman FED’in bağımsızlığını tartışma konusu haline getirmemişti.
Gelişmiş ülkelerde prensip olarak para politikası, politik sistemden ayrıdır. Bu da güçler ayrılığının bir parçasıdır. Para yaratma fonksiyonunun ve faizlerin politikadan ayrıştırılması hedeflenmiştir. Bu güçler dağılımı, politikacıların kısa vadeli hedeflerinin, ekonominin uzun vadeli hedeflerinin önüne geçmesini engellemek için kurulmuştur.
Türkiye’de ekonomi politikası, kısa dönemler dışında tamamen merkezi hükümetin kontrolünde olmuştur. Kavramsal olarak özerk ve bağımsız olarak tanımlanan kurumlar, TCMB dahil olmak üzere, fiilen ekonomi yönetimine bağlı olarak çalışır. Mevcut yönetimde de bu yaklaşım farklı değildir, tersine bu sistemde hiyerarşi yekpare ve tartışma götürmeyecek bir şekilde fiilen (de facto) tanımlanmıştır.
Bu neden ile ekonomi yönetiminin şu anda uyguladığı Türkiye’ye özgü Neo-Keynesyen model ekonomi biliminin uzmanlığından çok politik hedefler ile kurgulanmıştır.
Türkiye’nin mevcut ekonomi yönetimi düşük reel (hatta negatif) TL faizi ve yüksek TL likidite ile ekonomide iç talebi her koşulda canlı tutmak üzerine kuruludur. Bu politikanın bir hedefi çok yüksek düzeyde seyreden işsizliğin daha da tırmanmasını engellemektir.
Yüksek TL likidite ve düşük TL faizin anlamı yaratılan ilave ve düşük faizli paranın oluşturduğu senyoraj gelirini üstü kapalı ve oldukça dolaylı bir şekilde küçük ve orta ölçekli işletmeler ile işsiz olan kesime transfer etmektir. Oyun teorisi; bize bu senyoraj gelirinin, ekonominin bir kesiminin cebinden çıkıyor olması gerektiğini söylüyor. İşte o kesim de; TL tasarruf sahipleri ile TL geliri olan bireylerdir. Reel maliyet artışını fiyatlarına yansıtamayan kurumlar ve sözleşmeler ile TÜİK’in açıkladığı fiyat endekslerine bağımlı kira sözleşmeleri düzenleyen taraflar da (kiraya verenler) bu görünmez verginin ödeyicileridir.
Son rakamlar (Temmuz 2020) itibari ile, istihdam oranının %43.4, iş gücüne katılımın %50.3, işsizlik oranının %13.4 olarak gerçekleştiğini değerlendirsek, istihdam açısından sorunun bu politikaya rağmen devam ettiğini söyleyebiliriz.
Demek ki bu politika daha yapısal bir önlem olan işgücünü eğiterek, işgücü başına üretkenliği arttırmanın yerini alamamıştır.
İç talebi canlı tutmanın bir hedefi de Türkiye ekonomisinde sayısal olarak çok, ürettiği değer sınırlı ve sesi çok çıkan orta-küçük ölçekli kurumları hayatta tutmak olduğunu anlıyoruz. Bu kurumların YP kısa pozisyonu olmayan, küçük sermaye ile çalışan ve yüksek finansal kaldıraç ile çalışan şirketler ve işletmelerdir. İstisnalar hariç olmak üzere, bu işletmelerin büyük bir kısmının yaptığı faaliyetlerin modelleri, yönetimleri, kayıt ve muhasebe sistemleri çağın gerisindedir. Bu işletmeler ölçeği ne olursa olsun esnaf mantığından kendilerini sıyıramamıştır. Ekonomi yönetimi her pahasına olursa olsun düşük TL faiz ve yüksek likidite ile bu büyük kesimi ayakta tutmaya çalışmakta, bankaları bu kesime aktif rasyosu yolu ile kredi vermeye “teşvik etmekte”, kamu garantörlüğünü de kapsamlı bir şekilde ortaya koyarak KGF teminatı vermektedir.
Ancak hiçbir önlem, gidişatı fizik kanunları kadar kesin olan ekonomi temel kurallarının emrettiği yönün aksine çeviremez. Meşhur ekonomist Joseph Schumpeter (1883-1950) 80 yıl önce yapıcı yıkımın (creative destruction) sağlık bir ekonomide işlemesi gerektiğini ortaya koymuştu. Biz pandemi öncesinde dahi ölçek olarak gelişemeyen, birleşerek çok ortaklı yapılara evirilemeyen, kurumsal yönetim, iç denetim, stratejik yönetim, IFRS’e bağlı raporlama yapamayan, R&D kavramına sahip olmayan, teknik bir know-how geliştiremeyen, dış pazarlara satacak ürün ve hizmet sunamayan bu kurumları ilk önce büyüttük. Şimdi ise bunları yaşatmak için TL tasarruf sahiplerine negatif reel faiz vermeye devam ediyoruz. Bu kurumlar çoktan yoğun bakıma girdi. Üstelik daha büyük bilançolar ve daha büyük borçlar ile.
Doğru olan Türk Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu, İcra İflas Kanunu gibi kanunları değiştirerek, bu şirketlerin varlıklarını kolay ve hızlı bir şekilde, bu varlıkları ekonomik anlamda çok daha iyi yönetebilecek kurumlara geçişini sağlamaktı. Bu geçişi yapmak yerine, mevcut politika bu kurumları yaşatma görevini kar ve riski beraber yönetme uzmanlığına sahip olması gereken finansal sektöre vermiştir.
Bankacılık sektörü 1994 Ekonomik Krizi ile başlayan süreçte 2000 Kasım-2001 Şubat ekonomik krizleri ile komaya girmişti. 2001 IMF programı ile bu sektörü ekonominin en sağlam payandalarından biri oldu. 2018 Ekonomik Krizi sektörün kredi portföyünde belli oranda bozulmalar yarattı. Buna rağmen bu sektörü de Neo-Keynesyen politikaların parçası haline getirip, ilk önce KGF garantisi teşviki ile daha sonra ise aktif rasyosunda tanımlı yaptırımlar ile kredi vermeye “ikna” ettik.
Bu politika bankaları kredi değerliliği düşük kurumlara kredi verilmesini teşvik ederek, kötü finansallara sahip kurumların riskini banka bilançolarının içine taşıdı.
Son verilere göre sorunlu kredilerin (NPL, non performing loans) oranı %4.3 düzeyinde ancak son yıllardaki düzenlemeler ile yasal takibe atma süresini oldukça uzattık ve bankaların 2. grupta yer alan birçok krediyi, 1. grup tahtında göstermesine izin verdik. Üstelik 2. grup kredileri de uygulama olarak 1. gruba yaklaştırdık. Bu önlemler bankaların kredi yapılandırmalarını daha rahat yöneterek, yasal takibe dönüş oranlarını düşürdü.
Bu önlemler 2016 sonrasında bankaların bilanço yönetimini kolaylaştırdı, bir yasal takip furyasının önüne geçti.
Diğer yandan bu önlemlerdeki en büyük eksiklik kredisi yapılandırılan kurumların sağlanan bu olanak ve zamanı doğru bir şekilde kullanmalarını zorlayacak önlem ve kuralların eksikliği idi. Sonuç olarak bankacılık sektöründe yasal takibe dönüşen kredilerinin daha ötesinde yoğun bakıma aldıkları bir kredi stoku oluştu.
Üstelik bankacılık sektörü Batılı örneklerin aksine, özellikle sorunlu büyük kurumsal kredileri çok büyük ölçüde dışarıdan yönetmek durumunda kaldı. Diğer bir deyişle bu kurumların ayağa kaldırılması için, kurum içi reform yapılmasında kreditörlerin etkisi sınırlı kaldı. 2018-2020 döneminin diğer ekonomik çalkantılardan en büyük farkı “too big to fail” kavramının geçersiz hale gelmesidir. Nitekim pandemiden önce dahi birçok büyük kurumsal şirket kredilerini yapılandırmak zorunda kaldı.
Para politikası ve fiyat istikrarı açısından da ekonomi politikası arzu edilen sonuca ulaşamadı. Merkez Bankası analitik bilançosunda kredi genişlemesini desteklemek için en kritik kalemler olan net iç varlık ve rezerv parayı büyüttüğü zaman, ortaya çıkan ucuz ve bol TL tüketime koştuğu gibi, yabancı para ve değerli madenlere kaydı. Bir ekonomide ikili ve hatta üçlü (TL, USD, EUR) bir para sistemi işliyorsa, yerel para arzını arttırmak zayıf paradan (soft currency) güçlü para birimlerine (hard currency) dönüşü hızlandırır. Bu değişmez kural yaklaşık 2,500 seneden beri ayaktadır.
Nitekim TL değer kaybetmesine rağmen, döviz mevduatından çözülme olmuyor. Tersine dolarizasyonun arttığını gözlemliyoruz.
Para politikasında “Olanaksız Üçleme Kuramı” 2018 öncesinde önemli ölçüde zorlandı. Bu zorlama, yüksek ve süregelen cari hesap dengesi ile beraber 2018 Ekonomik Krizi’nin en önemli nedenleri arasında yer alır. TL faizlerde Eylül 2018’de yapılan 625 baz puanlı artış işleri kontrol alınmasını sağlasa da, 2019 yılında başlayan hızlı faiz indirimleri bu erken düzelme sinyalini geriye çevirdi. Düşük TL faiz, artan sermaye kontrolleri TL’nin değer kaybını önleyemedi.
Daha da önemlisi TL faizler düşürülürken, giderek artan sayıda ve dozda sermaye kontrol araçları devreye alındı: Dövizle sözleşme sınırlamaları, ihracat dövizlerinin yurtiçine getirilme zorunluluğu, bankaların yurtdışı bankaları ve piyasaları TL olarak fonlamasını kısıtlayan düzenlemeler, döviz ve değerli metal alımlarına getirilen BSMV, vs. Bu sınırlamalar, yabancı portföy yatırımcısını ürküttü. Yerli yatırımcının ise döviz pozisyonlarını katılaştırdı. Dolarizasyon oranı %54’e kadar çıktı.
Türkiye’nin uluslararası pozisyonu, mevcut ekonomik durumuna olumlu katkı yapmadı. Türkiye’nin 5 yıllık CDS primi yılbaşında 278 baz puan iken, şu an 506 baz puanda. Sene içinde 643 puanı gördük. Beş yıllık CDS 200 baz puanın altına inmeden normalleşmeyi konuşmak olanaklı değil. Bazı Arap ülkelerinin Türkiye’ye karşı başlattığı mal ve hizmet ambargosu ihracat ve turizm için iyi bir sonuç değil. Keza ABD ve AB ile olan görüş ayrılıklarının büyümesi de…
Döviz kurlarındaki artış cari hesap dengesini düzeltemedi, kalıcı bir şekilde de düzeltemeyecek. Türkiye’nin ihraç ettiği ürünlerin fiyat esnekliği yüksek, ithal ettiği ürünlerinki ise katı. Üstelik ihracattaki yüksek ithal girdi payı da bu denklemin önemli bir parçası. Cari hesap dengesindeki açık, ülke içindeki yaratılan katma değer eksikliğinin bir parçası. Ülkede yaratılan katma değeri arttırmak ise eğitime, teknolojiye, süreçlere, kapasiteye yapılacak yatırımlardan geçiyor. Ekonomide algılanan riski azaltmadan yatırımları arttıramazsınız. Bu riskin en büyük yansıması da TL’nin değer kaybı.
Döviz kurlarındaki artış; kısa YP pozisyonundaki kurumlardaki kur zararını yükseltecek, dolarizasyonu katılaştıracak, maliyet enflasyonunu azdırarak sokaktaki vatandaşın alım gücünü iyice düşürecek, TL faizleri kontrolsüzce peşinden sürükleyecek ve en nihayetinde iç talebi daraltacaktır. Zaten yüksek seyreden işsizlik oranı daha da katılaşacaktır. Bu eğilim kamunun ekonomiyi canlı tutmak için gereken desteğin ölçüsünü daha da arttıracak, Hazine nakit dengesi açığı da genişleyecektir.
Hazine nakit dengesindeki açık büyüdükçe, Hazine daha çok borçlanmak zorunda kalacaktır. Çünkü TCMB’den ihtiyat akçesi ve kur değerleme karı kalemlerinin Hazine’ye kaydırılmasının da bir limiti var. TCMB bilançosunu yüksek tutarda TL yaratarak genişletmenin sonucunu son 10 ayda gördük.
Hazine nakit açığı ve Merkezi yönetim bütçe açığındaki büyüme henüz kamu borç stokunu tehlikeli bir alana götürmüş değil. Ancak bu hesabın içinde Hazine dışı fonların ve Hazine’nin ileri yıllarda ödemesi gereken YİD farklarının bugünkü değeri yok.
Konunun çözümü artık para politikasının ve maliye politikasının boyunu geçti. İşe algılanan risk düzeyini azaltmakla başlamalıyız.
Burak Köylüoğlu