Oyun teorisinin uygulanmış olduğu en kritik vaka, 1962 Küba Füze Krizi vakasıdır. Dünyanın, kıyamete veya bir başka deyişle termonükleer savaşa en yakın olduğu an bu krizdir. Bu yazı ile Küba Füze Krizi vakasını ileri düzey oyun teorisi yaklaşımı ile inceleyerek, karmaşık durumlarda ideal stratejiyi nasıl oluşturabileceklerini anlatmaya çalışacağım. İlk yazı tarafların stratejik durumunu ortaya koyacak, 12 Eylül 2021’de yayınlayacağım ikinci yazı ise tarafların Küba Füze Krizi’nin en kritik 13 gününde yaptığı hamleleri oyun teorisinin modern bir versiyonu ile değerlendirecek.
Küba Füze Krizi öncesi stratejik durum
1948 yılında başlayan Soğuk Savaş’ın safları 1960’lı yıllara girildiğinde iyice netleşmişti: ABD öncülüğünde NATO ve müttefikleri, Sovyetler Birliği liderliğindeki Varşova Paktı ve müttefikleri.
ABD’nin temel stratejisi, Sovyetler Birliği’ni “containment strategy” yani çevreleme stratejisi ile jeopolitik olarak kontrol altına almak ve muazzam büyüklükteki ekonomisini çıpa olarak kullanarak Batı Dünyası’nın askeri, teknolojik ve ekonomik üstünlüğünü sürdürmekti. Bu konuda Bretton Woods sistemi (IMF ve World Bank Group) ile Marshall yardımları 1945’ten sonra çok başarılı olmuştu.
Çevreleme stratejisi; Çin’in 1949’da komünistlerin eline düşmesi, Kore Savaşı ve Fransızların müthiş bir yenilgisi ile sonuçlanan I. Vietnam Savaşı (Fransız-Vietnam Savaşı, Vietnam Bağımsızlık Savaşı olarak da bilinir), Arap Ülkeleri’nde Sovyet etkisinin artması ile kısmen başarısız olmuştu.
Sovyetler Birliği, Soğuk Savaşın en kritik bölgesi olan Batı Almanya ve Orta Avrupa sınırlarında geleneksel askeri güç dengesinde tartışmasız bir üstünlüğe sahipti. NATO’nun kara güçlerinde yaklaşık 1:2.5 üstünlüğüne sahip Varşova Paktı kara kuvvetlerine karşı tek üstünlüğü, Amerikan stratejik hava filoları ve nükleer silahlardı. Doğu Almanya-Batı Almanya sınırında, bugün Almanya’nın Hessen ve Thüringen eyaletlerinin sınırını oluşturan ve Frankfurt am Main şehrinin yakında bulunan Fulda Boşluğu’nda toplanmış seçkin Sovyet zırhlı ordularının Batı Almanya’yı ve Fransa’yı ezmesini Amerikan hava gücü ancak yavaşlatabilirdi. Sovyetler, Batı Almanya-İtalya-Danimarka eksenindeki taarruz planında büyük şehirlerin savunmalarını “yumuşatmak” için taktik nükleer silahlar kullanmayı da göze almışlardı. Bu silahların ilk hedefleri Münih, Stuttgart, Nürnberg, Viyana, Verona gibi şehirlerdi.
Batı Avrupa’yı koruyan esas stratejik kart Amerikan nükleer silahlarının caydırıcılığı idi. Amerikan nükleer stratejisi bir Sovyet taarruzuna karşı topyekûn bir nükleer taarruz tehdidini masada tutmaktı.
Kısa bir nükleer savaş stratejisi terminolojisi
Nükleer silahların gücü eşdeğer miktardaki TNT patlayıcıların ağırlığı ile ölçülür. Örneğin 6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroşima’ya atılan ilk bombası 15k ton (15,000 ton) TNT eşdeğeri idi. 9 Ağustos 1945’de Nagazaki’ye atılan atom bombası ise yaklaşık 22k ton TNT gücündeydi. Sovyetlerin 1949 yılındaki ilk atom bombası denemesi yani Amerikan terminolojisi ile Joe-1 atom bombası 20k ton gücündeydi.
Bildiğiniz gibi atom bombaları uranyum ve plütonyum gibi ağır elementlerin çekirdeğinin parçalanması prensibine dayanır. Bu korkunç silahın yıkıcılığı Ulam-Teller modeli ile 1950’lili yıllarda daha da aşıldı. Hidrojen izotoplarının birleştirilmesi ile oluşturulan ilk hidrojen bombası (diğer bir deyişle termonükleer silah) 1952 yılı sonunda denenmiş olan “Mike” silahı idi. Pasifik Okyanusunda bulunan Enewetak Atolünde denenmiş olan ilk hidrojen bombası 10.4 mega ton yani 10.4 milyon ton TNT gücüne sahipti. Yani Nagazaki’ye atılan atom bombasının tam 400 katı kadar güce sahipti. Aşağıda Mike isimli ilk termonükleer silahın denemesi yer alıyor.
Amerikalılar Sovyetlerin termonükleer silah gelişiminde en az on beş yıl geride olduğunu düşünürken, 1955 yılında Amerikan sismik istasyonları Sibirya merkezli büyük bir patlama tespit etti. Yaklaşık 1.6 mega ton, yani 1.6 milyon ton TNT gücündeki bu bomba denemesi ile Sovyetler de ilk termonükleer silahını başarı ile denemişti. İşte bu tarihten sonra olası bir III. Dünya Savaşı, artık bildiğimiz dünyanın ve insanlığın sonu anlamına geliyordu.
İşte bu duruma biz M.A.D yani “mutually assured destruction” yani kıyamet günü diyoruz.
Nükleer silahlar temel olarak üç yolla kullanılır: Balistik füzeler, denizaltılar ve bombardıman uçakları ile. Daha küçük nükleer silahlar topçu bataryaları ile de atılabilir.
Nükleer silah taşıyan denizaltılar stratejiktir. Yeri tam olarak saptanamadığı için düşmana karşı taaarruzda bulunmak için oldukça etkilidir. Örneğin ani bir nükleer taarruz rakibin hava alanlarını ve füze üslerini yok etse dahi, rakip, denizaltıları ile karşı nükleer taarruzda bulunarak intikamını alabilir. Bu nedenle denizaltılar nükleer stratejisinde çok önemli bir karttır.
Sovyet Birliği ve stratejik blöf
Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ile müttefikleri Batı ile olan ekonomik ve teknolojik büyük farkı kısa vadede kapatamayacağının farkındaydı. Stalin’in 1953’te ölümünden sonra iktidarı ele geçiren Nikita Kruşçev önündeki bu temel sorunun farkındaydı. Bu neden ile ilk başta Stalin’in tırmandırma politikasını terk ederek, Soğuk Savaşın yumuşamasına izin verdi. Ancak bu politika kısa vadeli olacaktı. Varşova Paktı Ülkeleri, Varşova Paktı üyesi Macaristan’da 1956’da çıkan ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastıracaktı. Kruşçev’in Başkan Eisenhower’ın daveti ile yaptığı ABD gezisi kısa bir yumuşama dönemi yaratsa da Sovyet lideri zamanın Batının yanında olduğunu hissediyordu. Mutlaka oyunun kaderini değiştirecek hamleleri geç olmadan yapmalıydı.
Sovyetler ‘in hamlesi gecikmeyecekti. Küba’da 1959 yılında yaşanan sosyalist devrim ile ülke Sovyet etki alanına geçmişti. Diğer stratejik hamle, I. Vietnam Savaşı ile ikiye ayrılan Vietnam’da Sovyet yanlısı Kuzey Vietnam’ın ABD’nin müttefiki Güney Vietnam’a karşı sürdürdüğü düzensiz savaşın tırmandırılması idi. Bu hamlelerin şiddeti 1960 yılında 43 yaşında başkanlık seçimini kazanan John F. Kennedy’nin göreve geldiğinde arttırıldı. Kennedy’nin 1961 Nisan tarihindeki Küba rejimini yıkmak için CIA’nin planlığı “Domuzlar Körfezi” işgali denemesi ABD için tam bir hezimet olacaktı. Ardından Kruşçev bir sonraki hamleyi Soğuk Savaşın kalbi olan Berlin’de atacaktı. Doğu Alman siyasetçiler Moskova’dan gelen talimatla Berlin Duvarı’nı inşa etti.
Derken Amerikan sismik tesisleri ve uyduları Sovyetler Birliği’nde 30 Ekim 1961 tarihinde eşi görülmemiş bir patlama saptadı. Gelen raporlar dehşet vericiydi. Sovyetler ’in yeni denediği hidrojen bombası tam bir kıyamet silahı idi: Tam 60 mega ton TNT gücündeki bu silah Hiroşima’ya atılan atom bombasının yaklaşık 4000 misli kadar güçlüydü. Ancak bu silahı kullanmak pratikte olanaksızdı. Hiçbir uçağa veya da füzeye monte edilemeyecek kadar büyüktü. Dev bir Tu-95 27 tonluk bu bombayı gövdesinin altında taşımak zorunda kalmıştı. Savaş sırasında bu bombanın bu şekilde taşınması olanaksızdı.
Çünkü dev bomba, herhangi bir uçağın bomba hangarına sığamayacak ölçüdeydi. Amerikalılar bu yeni silaha Big Joe ve Çar Bombası gibi isimler yakıştıracaktı.
Aşağıda çeşitli nükleer silahların yarattığı patlama boyutlarını gösteren grafiği inceleyebilirsiniz.
Sovyetler ‘in bütün bu adımları ve Kruşçev’in “Sosis üretir gibi nükleer füze üretiyoruz. “sözü tam bir blöftü. Berlin Duvarı aslında tam bir Sovyet modelinin zayıflığının tezahürü idi. Hiçbir Alman, Doğu Almanya’daki “sosyalist cennette” yaşamak istemiyor, ilk evvel Doğu Berlin’e geliyor sonra da Batı’nın kontrolündeki Batı Berlin’e geçerek Batı Almanya’ya sığınıyordu.
Nükleer silahlarda ise Amerikalıların sayısal ve niteliksel kesin üstünlüğü vardı. 1961 yılında Sovyetlerin sadece 4 adet kıtalararası nükleer balistik füzesi (ICBM, intercontinental ballistic missile) bulunmakta iken, Amerikalıların 170 adet ICBM füzesi mevcuttu. Üstelik bu tarihte Amerikalıların elinde 8 gelişmiş balistik füze atabilen denizaltısı bulunuyordu. Bu denizaltıların toplam 108 adet Polaris balistik füzesi atma kapasitesi vardı ki bu füzelerin menzili yaklaşık 4500 km. idi. Üstelik Amerikalıların İtalya ve Türkiye’ye yerleştirmiş olduğu yüze yakın eski tip Jüpiter füzesi, Moskova dahil kadar Sovyetler Birliği’nin iç kesimlerine kadar ulaşabilecek durumdaydı.
1962 yılına girerken Sovyetlerin elindeki nükleer füzelerin tamamına yakını kısa ve orta menzilliydi ki, Amerikalıların kıtalararası nükleer füzeleri ve denizaltılarına karşı Sovyetlerin elinde kayda değer bir stratejik kart yoktu. Üstelik Amerikan füzelerinin aksine Sovyet füzelerinin güdüm sistemleri güvenilir değildi. Sovyetlerin Amerika Birleşik Devletleri topraklarına nükleer taarruz yapabilecek tek aracı uzun menzilli bombardıman uçaklarıydı ki, Amerikalıların hava savunmasını aşmak oldukça zordu. Amerikalıların Sovyet bombardıman uçaklarının önünü kesecek hava gücü hem sayısal hem de nitelik olarak çok üstündü. Üstelik bu üstünlük Varşova Paktı sınırlarından başlayan modern radar sistemleri ile perçinleniyordu.
Özetle 1962 yılında Amerikalıların elinde mükemmel bir “ilk vuruş” avantajı vardı ama Amerikalılar bunun farkında değildi. Sovyetler ise bu dezavantajın tamamen farkındaydı.
Sovyet propagandası ise tamamen bu zayıflığın saklanması üzerine kuruluydu. Sovyet uzay programı, uzaya ulaşmak için bilimsel bir hamle değildi, Sovyetlerin stratejik zayıflığını gizlemek içindi. Sovyetler bu program ile 1961’de Yuri Gagrin’i uzaya göndererek insanlık tarihinde ilk defa uzaya insan gönderme başarısına ulaşırken, içinde bulundukları stratejik zayıflığı örtmeyi başarıyorlardı.
Kruşçev’in tehditkar sözleri, “Sizi gömeceğiz!” veya “Sosis üretir gibi nükleer füze üretiyoruz!” sadece Sovyetlerin müthiş dezavantajını gizlemek için kullanılan propaganda araçlarıydı.
Amerikalılar ise bu oyuna kanmışlardı. Üstelik 1960 Başkanlık seçimlerinde Sovyetlerin füze sayısında büyük bir avantaja sahip olduğu tartışılmış, ülkede tam bir paranoya başlamıştı. Amerikalılar gerçekte Sovyetlerin bu tarihte ne kadar dezavantajlı ve savunmasız olduğunu uzun yıllar sonra öğrenecekti.
Kruşçev, zamanın Amerikalılar lehine olduğunun farkındaydı. Önünde iki yol vardı: Ya Soğuk Savaşı yumuşatacak veya yeni hamleler ile Amerikalılar ile nükleer eşitliği sağlayacaktı.
Kruşçev, elinde dört önemli kart olduğunu düşünüyordu. İlki “genç ve deneyimsiz” ABD Başkanı John F. Kennedy idi. Kruşçev, Kennedy’nin herhangi bir kriz anında krizi tırmandırmamayı tercih edeceği kanısındaydı. İkinci kart ise sosyalist bir devrimin Sovyet yörüngesine soktuğu Küba idi. Küba ABD’ye sadece 180 km. uzaklıkta idi ve Sovyetler Birliği’nin orta menzilli füzeleri buraya yerleştirildiği zaman nükleer eşitlik sağlanabilirdi. Üçüncü kart ise Doğu Almanya içinde bir adacık olan Batı Berlin’in durumu idi. Stalin; Batı Berlin’i 1948 yılında ambargo uygulayarak düşürmeye çalışmıştı. Batı Berlin’e yöneltebileceği baskı Kruşçev için değerli bir karttı. Dördüncüsü ise Amerikalıların giderek angaje olmaya başladığı Kuzey Vietnam-Güney Vietnam mücadelesi idi.
Kruşçev, 1962’de bu dört kartı birlikte kullanmaya karar verdi. Amerikalılar halen Küba’yı işgal etme seçeneği üzerinde dururken, Küba’ya Sovyet orta menzilli nükleer füzeleri yerleştirmek hem Castro rejimini koruyacak hem de Amerikalıların ilk vuruş üstünlüğü elinden alınacaktı. Üstelik 1962 yılı ABD’de Kongre için seçim dönemiydi ve Amerikalılar ve Kennedy halen “Domuzlar Körfezi” işgal girişimindeki beceriksizliğin utancını taşıyordu.
1962 yılı başında Kruşçev, Fidel Castro ile anlaşarak gizlice Küba’ya Sovyet geleneksel silahlarının yanı sıra kısa-orta ve orta menzilli nükleer füzeleri gizlice yerleştirmeye başlamıştı.
Ve zarlar artık atılmış. Bu hamle, 1962 sonbaharında unutulmaz 13 gün boyunca kıyametin kapılarını neredeyse açacak idi.
Sonraki bölümde tarafların karşılıklı hamlelerini modern bir oyun teorisi ile analiz ediyor olacağım.
Burak Köylüoğlu