Yazı dizisinin ilk bölümünü 2 Eylül 1945’te Japonya’nın, Tokyo Körfezi’ne demir atmış USS Missouri güvertesinde, kayıtsız şartsız teslim belgesini (Instrument of Surrender) imzalaması ile bitirmiştim.
Japonya binlerce yıllık tarihi boyunca hiçbir zaman işgal edilmemişti.
Amerikalılar Japonya’nın işgalini, Almanya’nın işgalinden daha farklı yöneteceklerdi. Bir kere Japonya anakarası işgal bölgelerine ayrılmayacak, tamamı bir bütün halinde Amerikan askeri yönetimi altında olacaktı. Amerikalıların Sovyetleri bu işin içine dahil etmek gibi niyetleri yoktu.
Gerçi Sovyetler, Pasifik Savaşı’nın son haftasında savaşa girmek ile sadece bir hafta içinde muazzam kazanımlar elde etmişler, Çin’in Japonya’nın işgal etmiş olduğu Mançurya bölgesini ve Kore’nin 38. paralele kadar kısmını ele geçirmişlerdi. Sovyetler sürat ile önemli bir sanayi bölgesi olan Mançurya’daki sanayi tesislerini sökerek, ülkelerine nakledeceklerdi. Sovyetler ayrıca Japonya’nın Kuril ve Güney Sakhalin ada zincirlerini de zahmetsizce ele geçirmişti.
Sovyet lideri Stalin Kore’deki işgal bölgesine ise Sovyet ideolojik tornasından özenle geçirilmiş bir komünist olan Kim Il-sung’u (bugünkü Kuzey Kore liderinin büyükbabasıdır) gönderecekti.
İşgal altındaki Japonya’da tüm yönetim yetkisi, SCAP (Supreme Commander for the Allied Powers) ünvanı ile General Douglas MacArthur ‘a verildi. MacArthur 1930’lu yıllarda ABD genelkurmay başkanlığını yapmış sert ve ödünsüz bir tipti. MacArthur bu yıllarda Başkan Roosevelt’i ordu bütçesini kırpacak bir tasarıyı desteklediği için, ABD Başkanı’nı açıkça azarlamak cüretinde bulunmuş, Başkan Roosevelt de aşağıda kalmayarak MacArthur ’a “Bir Amerikan Başkanı ile böyle konuşmamalısın!” diye bağırmıştı.
1942’de döneminde MacArthur yeni başlamış olan Pasifik Savaşı’nda Filipinlerin savunmasında görev alan Amerikan-Filipin ordularının komutanı olarak sayıca ve nitelik anlamında üstün Japonlara karşı enerjik bir savunma savaşı vermişti. Buna rağmen Filipinler, Amerikalılar için büyük askeri kayıplar ile beraber kaybedilmişti. Kendisi bir devriye botu ile Avusturalya’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Kısaca şu unutulmaz sözü söylemişti: “I shall return.”
MacArthur, daha sonra Pasifik Savaşı’nın 1942-1945 aralığında ise Amerikan karşı taarruzunun en önemli eksenlerinden bir olan Müttefiklerin Güneybatı Pasifik cephesinin komutanlığını icra etti. Kendisinin ısrarı ile Eylül-Ekim 1944’te Amerikalılar taarruzlarını bölerek Filipinleri geri almak için strateji değişikliğine gitmişlerdi. Halbuki doğru olan Filipinler yerine Tayvan’a taarruz edilerek Japon Adaları’nın tam bir kuşatma çemberi altına alınması idi.
MacArthur ’un, yeni görevindeki ilk işi Japonya’da bulunan işgal güçlerine Japon halkının yiyeceklerine el koymamaları ve sivillere düzgün davranılmasını emretmek oldu.
Gerçekten de Japonya’nın hali inanılmaz bir durumdaydı: Japonya’nın 66 şehrinin 63’ü yıkıntılar içindeydi. Ülkenin toplam konut stokunun %30’u tamamen tahrip olmuştu. Ülkenin temel yiyeceği olan pirinç hasatı, 1937 yılına göre %41 oranında düşmüş, toplam sanayi çıktısı 1937 yılının %53’üne kadar gerilemişti. Daha da kötüsü işlenmiş gıda üretimi savaş öncesinin sadece %32’si düzeyindeydi. Üstelik Japonya’nın temel pirinç girdisini sağlayan Tayvan ve Kore artık Japonya’nın bir parçası değildi.
Ülke, savaş öncesinde ve savaş sırasında tüm hammaddelerini ve enerji kaynaklarını ya ithal etmek ya da kendi sömürgelerinden transfer etmek durumundaydı. Ülkenin ne sömürgesi ne de ithalat yapacak bir kaynağı kalmıştı. Üstelik ülkenin ticari gemi kapasitesinin %80’i ise savaş sırasında batırılmıştı. Ülkede onlarca milyon sivil açtı. Yiyecek karaborsaya düşmüştü. Karaborsadan yiyecek alamayan binlerce insan her gün sokaklarda açlıktan sapır sapır yere yığılıp, ölüme terk ediliyordu. Üstelik işgalin başladığı 1945 sonbaharında henüz limanlar ve su yolları mayınlardan temizlenememişti. Ticari gemilerin Japon karasularına ulaşımı oldukça tehlikeliydi. Her şeyin üzerine Uzakdoğu’nun geniş coğrafyasındaki Japon askerleri ve kaybedilmiş imparatorluğun sömürgelerindeki siviller Japonya’ya geri gönderiliyordu. Japonya’da artık olmayan savaş sanayisinin milyonlarca işçisi, eski imparatorluk topraklarından gönderilen siviller ve terhis edilen milyonlarca asker aç, hastalıklara karşı korumasız ve başını sokacaklara bir barınağa sahip değildi.
Japon hükümeti savaşın son üç yılında inanılmaz miktarda para basmış, 1945-1946 yıllarında bir de yüksek para arzına bağlı hiperenflasyon yaşanır hale gelmişti. Kimse cebinde Japon yeni tutmak istemiyor, derhal elindeki parayı mala çevirmeye çalışıyordu. Ülkede yaygın ve garip bir takas ekonomisi oluşmuştu.
MacArthur ve 150,000 kişilik işgal gücünün karşısındaki manzara bu idi. MacArthur sürat ile 1945 sonbaharında yiyecek sorununu çözmeye çalıştı. İşgalin ilk safhasında, önemli miktardaki gıda maddesi ABD tarafından temin edildi. Ancak Japonlar 1947 sonuna kadar yeterli yiyeceğe tam anlamı ile kavuşamayacaktı.
MacArthur akıllı bir adamdı. Beyaz Saray’ın telkinlerine rağmen Japon İmparatoru’nu tahtından çekilmeye zorlamadı. 27 Eylül 1945 günü MacArthur ve İmparator Hirohito ilk defa buluştu. Aşağıdaki fotoğraf Japonya tarihinin en çok bilinen anını ölümsüzleştirmişti. MacArthur ‘un bir tören üniforması yerine kravatsız standart cephe üniforması giymesi anlamlıydı. Kendisi artık Japonya’nın bir Shogunu yani askeri diktatörü idi. İmparator da eski zamanlarda olduğu gibi sembolik bir konumu işgal ediyordu. Japon İmparatoru kendi ailesinden dahi tahttan çekilme baskısı altındayken, MacArthur imparator ile zımni bir anlaşma yapmış ve imparatorun ve yavaş yavaş oluşturulan sivil idare üzerinden Japonya’yı pürüzsüz bir şekilde yönetmeye başlamıştı. Üstelik 65 yaşındaki General, Amerikan Hükümetini ve özellikle Dışişleri Bakanlığını da dinlemiyor, Başkan Truman’a zaman zaman öfke nöbetleri geçiriyordu.
Ancak MacArthur bir melek değildi. Kişisel egosu ve kaprisleri olağandışı sayılabilecek ölçüdeydi. Daha henüz savaş suçları konusunda bir uluslararası mahkeme kurulmadan, eski rakibi ve Filipinleri 1944-1945 yıllarında Amerikalılara karşı savunan General Tomoyuki Yamashita’yı düzmece bir askeri mahkeme kurarak yargılatmıştı. Yargılama o kadar hukuk normlarından uzaktı ki, Yamashita’nın Amerikalı avukatları sürece açıkça dahi isyan etmişti. Ki avukatlarının tamamı Amerikan ordusunun mensubu, rütbeli hukukçulardı ve generali dürüstçe ve tüm güçleri ile savunmuşlardı. Japon askerinin işlediği suçları emrettiğine dair tek bir delil olmayan general, bir ay süren duruşmalarda ölüme mahkûm edildi. Yamashita ölüme soğukkanlılıkla ve tam bir asker gibi gidecekti.
MacArthur ‘un bir tartışmalı kararı da 731. Ünite (Unit 731) olarak bilinen Japonya’nın kimyasal ve biyolojik silahlanma programını yürüten kişiler konusundaki çıkarttığı genel aftır. Japonya, savaş sırasında işgali altındaki Mançurya ’da muazzam büyüklükte kimyasal ve biyolojik silah geliştirme tesisleri kurmuştu. Deneylerin tamamı insanlar üzerine yapılmıştı. Geliştirilen biyolojik ve kimyasal silahlar özellikle Çin’de kullanılmıştı. Yaklaşık yarım milyon insanın bu silahların geliştirilmesi ve kullanılması ile öldüğü düşünülüyor. Programın başındaki isim “tabip general!” Shiro Ishii kendisini tutuklayan Amerikan işgal idaresi ile pazarlık yaparak, programın “tıbbi!” sonuçlarını vermeyi teklif etmişti. İşgal yönetimi, programın verilerini ABD’ye ilettikten sonra aldığı yanıt ise şaşırtıcıdır: “Bulgular ve sonuçlar olağandışı ölçüde değerlidir.” Aşağıda Japon işgali altındaki Mançurya’da kurulmuş olan kimyasal ve biyolojik silah tesislerini görüyorsunuz.
Ishii ve ekibi, MacArthur ve Başkan Truman’ın ortak kararı ile yargılamadan muaf tutuldu. Hatta bu programa, tüm savaş suçlarının hesabının görüleceği Uzakdoğu Uluslararası Askeri Mahkemesi’nde atıfta dahi bulunulmadı.
Japonya’nın eski askeri ve sivil liderleri; Japonya-Çin savaşı ile II. Dünya Savaşı sırasında işlediği uluslararası hukuka ve insanlığa karşı işlediği suçlar nedeni ile Tokyo’da kurulan Uzakdoğu Uluslararası Askeri Mahkemesi’nde yargılandı. Japonların sebep oldukları insani kayıplar ve acılar, Nazi Almanyası’nın işlediği suçlardan daha hafif değildir. Japon militarizmi Çin ve Güneydoğu Asya’da neyi hedeflediyse aslında Naziler de Avrupa’da aynı amacı hedeflemişti: Hedefledikleri insan topluluklarını ve ulusları soykırım ve köleleştirmek yolu ile yok etmek.
Ancak Amerikalılar bu yargı sürecini de sulandırdılar. Bir kere mahkeme asla bir Nurnberg Mahkemesi düzeyindeki hukukçular ile temsil edilmedi. İddia makamı Nurnberg’in çok uluslu yapısına karşıt olarak, sadece Amerikan savcılarından teşkil edilmişti. Esas savaş suçlularının tamamına yakını daha önce intihar etmişti. Aslında mahkemenin elinde ölüm cezası vereceği yedi kişi kalmıştı. Daha da garibi, daha önce hiçbir hukuki süreçte görülmemiş bir süreç yaşandı. Müdafiler, avukatları, savcılar beraberce çalışarak duruşmalar sırasında İmparator Hirohito ve ailesine en ufak bir suçlama gelmemesini sağladı.
Üstelik Amerikalılar kendi işledikleri savaş suçlarının savunma makamınca hiçbir zaman konu edilmesini istemedi. Mahkemede; Japonların Çin şehirlerini hunharca bombalamış olması, Amerikalıların daha sonra Japon şehirlerini yangın bombaları ile bombalanmış olması ve atom bombası kullanılması nedeni ile gündeme gelmedi. Ne de olsa askeri savcılar bu konuların iddianameye girmemesi için MacArthur ve Pentagon’dan iyice tembihat almıştı. İki yıl boyunca, 1946-1948, arasındaki bu “hukuk” tiyatrosu yedi ölüm cezası ve çeşitli hapis cezaları ile tamamlandı. Hapis cezalarının tamamı 1950’li yılların içinde affedildi. Çünkü Japonya Soğuk Savaş yıllarında artık önemli bir müttefikti ve Japon halkı Tokyo Mahkemeleri’nin düzmece olduğuna inanıyordu.
MacArthur ve idaresi, işgal altındaki Japonya’yı yönetirken aynı zamanda önemli sosyal, ekonomik ve politik değişikler getirdi. Amerikalılar için Japonya kendi sistemlerini uyarlayacakları bir model ülkeydi. Bunun için Başkan Roosevelt’in 1930’larda uygulamış olduğu “New Deal” programı örnek alındı. Mevcut Japon anayasasında yapılan değişiklik ile kadınlara siyasi haklar tanındı. Eski politik suçlular, komünistler dahil serbest bırakıldı. Böylece kadınlar 1946 seçimlerinde oy kullanabildi.
İmparatorluk makamı, sembolik bir makama çevrildi, ruhaniliği ortadan kaldırıldı. Esas politik güç parlamento ve kabineye verildi. Japonya’yı felakete götüren askeri cuntaların ve militarizmin bir daha ortaya çıkmaması için yeni anayasada Japonya’nı sadece bir savunma amaçlı bir askeri güce sahip olması öngörüldü. Hatta ilk askeri güç, polis teşkilatının uzantısı olarak göreve başladı.
MacArthur, özellikle Şintoizm’in devlet dini statüsünün kaldırılmasında ısrarcı oldu. Sadece bununla da kalmadı, Şintoizm’in Japonya ve Japonların eşsizliğine işaret eden ifadelerini ülkede yasaklattı. Hatta birçok Şinto tapınağını kaldırmayı düşündü ki bunların içindeki en ünlüsü meşhur ve uluslararası birçok soruna bugün dahi neden olan Yasukuni Tapınağı’dır. Aynı zamanda Batı Almanya örneğinde olduğu gibi, devletin erkleri birçok kuruma ve organa dağıtıldı. Devlet kurumları ve organları birbirini denetler şekilde çalışmaya programlandı. Gücün tek noktada toplanması olanaksız hale getirildi.
1946 yılı gibi erken bir tarihte işgal idaresi gözetiminde Japonya seçime gitti. Liberal Parti, seçimde liderliği kazanarak, İlerici Parti ile beraber kabineyi kurdu. Ancak MacArthur koalisyonun başbakan adayı olan Ichiro Hatoyoma’yı veto ederek, yerine Shigeru Yoshida’yı getirdi. Ne de olsa, Yoshida köklü bir dışişleri kariyerinden geliyordu ve Batı kültürüne ve prensiplerine yakın olarak düşünülüyordu. Yoshida göründüğünün dışında aynı zamanda bir Japon milliyetçisi idi ve Amerikan işgal idaresini sonlandırmak için sabır ve ödün ile çalışmaya kararlı idi.
Başkan Truman ve MacArthur Japonya’nın idaresi konusunda kesinlikle anlaşamasalar dahi, her ikisi de ABD modelinin eşsizliği konusunda hem fikirdi. Her ikisi de Amerikan sisteminin en mükemmel sistem olduğunu ve tüm dünyaya örnek olmasını istiyordu. Japonya bu anlamda iyi bir laboratuvardı. İşgal altındaki Almanya ise hem bölünmüş hem de Amerikalıların istedikleri reformları tamamen kabul edemeyeceği bir siyasi olgunluğa sahipti. Naziler 12 yılda bu siyasi ve felsefi olgunluğu neredeyse tahrip edecek hale gelmelerine rağmen, bu kavramları tamamen yok edememişlerdi.
MacArthur’un en önemli reformu “zaibatsu” olarak bilinen kartelleri ortadan kaldırması ve kısmen bunların sahiplerinin servetlerine el koymasıydı. Dört büyük zaibatsu olan Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo ve Yasuda savaş öncesinde müthiş bir güce sahipti. Askeri cuntalar ve çıkardıkları savaşlar ile muazzam bir şekilde büyümüşlerdi. Yapıları tam bir yığınsal (conglomerate) bir organizasyondu. Her biri, akla gelen her iş kolunda (tarım, balıkçılık, madencilik, enerji, gemi yapımı, bankacılık, ağır sanayi, savaş sanayisi vs.) faaliyet gösterirdi. Bu dört büyüğün ardından daha küçük zaibatsular 2. ligi oluştururdu. Aşağıda Mitsui’nin merkezine 1946 yılında yapılan baskın yer alıyor.
1947-1948 yıllarında bu yapılar dağıtıldı. 1950’lili yıllarda Japonya egemenliğini kazanınca zaibatsuların yeniden organize olmalarına müsaade edildi. Eski kartel yapısı tamamen terk edilmiş, daha sağlıklı bir yatay ve dikey organizasyona sahip bu kurumlar “kereitsu” olarak bilindi. “Kereitsu” organizasyonu Japonya ekonomik mucizesinin temel taşlarından biridir. Kereitsu’lar 1990’lara kadar ekonomide müthiş bir güce sahip oldu ki, bu kurumlar halen Japon ekonomisinin en büyük varlıklarına sahiptir.
MacArthur yönetimi, aynı zamanda 1947-1948 yıllarında işçi haklarında önemli düzenlemelere gitti. Çalışma koşulları standartlara kavuştu, sendikalaşmaya izin verildi. Ancak sendikalar asla bir Avrupa örneğindeki sendikaların gücüne kavuşmadı. İşçiler için modern bir sağlık ve emeklilik sistemi getirildi. Bu yenilikler gücü artan ılımlı sağa mensup Japon politikacılar tarafından da desteklendi.
Tüm bu reformlar Japonya’nın yeniden ayağa kaldırılarak, bir ekonomik güç haline getirilmesi için değildi. MacArthur ve Başkan Truman, Japonya’nın süresiz bir şekilde işgal altında tutulup, işgalin olağanüstü giderlerinin “vergi veren” Amerikalılar tarafından finanse edilmesini istemiyordu. Hatta Japon İmparatoru’nun yargı önüne çıkarılmamış olması da ekonomikti.
“His indictment will unquestionably cause a tremendous convulsion among the Japanese people, the repercussions of which cannot be overestimated. He is a symbol which unites all Japanese. Destroy him and the nation will disintegrate…It is quite possible that a million troops would be required which would have to be maintained for an indefinite number of years”
Douglas MacArthur
General Douglas MacArthur
Japon İmparatoru’nun yargılanmasının etkisi, Japon halkı üzerinde tahmin edilemeyecek büyük bir sarsıntıya neden olacaktır. O, tüm Japonları birleştiren bir semboldür. Onu yok ettiğiniz zaman ve Japon ulusu parçalanacaktır… Bu durumda, büyük bir olasılıkla, Japonya’nın işgali için bir milyon askerin belirsiz bir süre tutulması gerekecektir.
Ancak bir dizi olay her ikisinin de fikrini sürat ile değiştirecekti…
Soğuk Savaş, bölünmüş Avrupa’da başlamıştı. Sovyet lideri Stalin acımasız bir “Reelpolitik” oyunu ile Sovyet etkisini Adriyatik’ten, Stettin’e kadar uzanan bir hatta taşımıştı. Tüm Orta ve Doğu Avrupa Sovyet nüfuzunun çelik pençesi içindeydi. 1948 Çekoslovakya Krizi ve Berlin Ablukası gibi olaylar, artık Soğuk Savaşın resmen başladığını ilan etmişti.
Uzakdoğu’da da çok dramatik olaylar yaşanıyordu. Japonya’nın teslim olması ile Japonların savaş sırasında Avrupalı büyük güçlerden kapmış olduğu birçok sömürge, eski sahiplerine geri dönmemek için mücadeleye başlamıştı. Üstelik Japonya savaşın son aylarında bu bölgelerdeki milliyetçi güçlerin örgütlenmesine izin vermişti. Vietnam halkı, Fransa’ya karşı (1945-1954) ayaklanmış, Endonezya’da Hollanda’ya karşı (1945-1950) bağımsızlık savaşı başlamıştı. İngilizler daha akıllı çıkmış, Hindistan sömürgesi (bugünkü Hindistan, Bangladeş ve Pakistan) başta olmak üzere tüm sömürgelerine çatışma çıkmadan bağımsızlık sağlamaya başlamıştı.
Üstelik daha da kötüsü Sovyetler bağımsızlık savaşı veren milliyetçi ve komünist gruplara sınırsızca para ve silah aktarır durumdaydı.
Amerikalılar esas stratejik hatayı Çin’de yapmıştı. ABD yanlısı Kuomintang (KMT) güçleri ülkede resmi hükümeti teşkil etmelerine rağmen, ülkede Mao önderliğinde güçlü bir komünist silahlı direniş gücü vardı.
Her iki güç 1927-1937 arasında amansız bir iç savaş halindeydi. Japonlar 1937’de Çin’e saldırınca iç savaş gönülsüzce bitirilmişti. Savaşın sonunda, Mançurya’yı işgal eden ve Japonya’nın en güçlü kara ordusunu mağlup eden Sovyetler tüm ele geçirdikleri silah ve mühimmatı Mao’nun “Çin Halk Ordusu’na” teslim etti. Stalin, Uzakdoğu’da Soğuk Savaş açılışını müthiş bir gambit ile başlatmıştı.
Amerikalılar KMT’ye yeterince destek vermekte gecikince, Çin Halk Ordusu Mançurya’dan başlayarak adım adım KMT’yi güneye sürmeye başladı. Mao, dünyevi zevklere düşkün bir tip olmasına rağmen askeri stratejiye ve gerilla savaşının tüm inceliklerine hakimdi. 1934-1935 arasında KMT’ye tamamen yenilmek üzere olan Mao, birliklerini tam 9000 km. kuzeye yürüterek, Mançurya’da yeniden örgütleyebilecek kadar da kararlı ve amansız bir liderdi.
Mao, zevk-i sefa içinde yüzen ve yozlaşmış rakibi Generalissimo Çan-Kay-Şek’e göre strateji anlamında iki gömlek daha üstündü. Japon işgali sırasında KMT Japon ordusuna karşı doğrudan savunma yapıp muazzam kayıplar verirken, Mao tüm kırsal alana sahipti ve gündüz Japonların işgali altında olan devasa bölgeler, gece Mao’nundu.
Başkan Truman, Sovyet stratejisini ve Mao’nun gücünü tartmakta geç kalmış, tek yapabildiği Amerikan donanmasını Formoza Boğazı’na sokarak Taywan’a sığınan milyonlarca KMT mensubunu ve Çan- Kay-Şek’i korumak olmuştu. Bir kıta kadar büyük Çin, Çin Halk Cumhuriyeti olarak artık Sovyetler Birliği’nin müttefiki idi.
Çin İç Savaşı, MacArthur ve Başkan Truman’ın Japonya stratejisini değiştirmelerini sağladı. Japonya artık, yükselen Sovyet tehdidine karşı Batı’nın güçlü ve zengin bir kalesi olmalıydı. Üstelik bu arada Kuzey Kore’deki diktatör de rahat durmuyordu. Güneyde Amerikan işgal bölgesi içinde kurulmuş olan Güney Kore’nin yasal olmadığını ve Kore’yi birleştireceğini söylüyordu. Kendisi, en az bugünkü torunu kadar karikatür tipli bir kimlik olmasına rağmen, işi sözde bırakmadı.
Sovyetler tarafından II. Dünya Savaşı’nın seçkin silahları ile donatılan ve Sovyet mareşallerinin danışmanlığı altındaki Kuzey Kore ordusu 38. paraleli geçti. Kuzey Kore, Güney Kore birliklerini ezerek haftalar için Kore’nin %90’nını ele geçirdi. Güney Kore orduları Pusan cebine sıkışmış durumdaydı.
Başkan Truman Kore Krizi’nde de hazırlıksız yakalanmıştı. Başkan Roosevelt’in ölümü ile 5 yıl önce savaşın son aylarında başkanlık koltuğuna piyango ile oturmuş bir taşra politikacısı kimliğinden halen kurtulamamıştı.
Ancak Amerikan sistemi beceriksiz başkanları dahi sarmalayacak ve onlara yön verecek profilleri kabinede bakan ya da Beyaz Saray danışmanlığı kadrosunda tutmakta mahirdir. Güney Kore’nin düşmesinden sonra hedefin Japonya olacağı anlatılan Truman, Kore’ye asker göndermek için sürat ile hazırlık yapmaya başladı. Askeri müdahale BM hukuki şemsiyesi altında planlanacaktı. Üstelik hantal Sovyet sistemi, BM genel kurulunda Amerikalılara özel bir fırsat sağlayacaktı.
Sovyet delegasyonu, BM toplantılarını Çin’i temsilen Tayvan’ın bulunmasını protesto ettiği için katılmamaktadır. Amerikalılar bunu fırsat bilip, BM müdahale kararını Sovyet vetosunu aşarak geçirirler.Sovyet delegasyonu Moskova’dan talimat gelmediği için bu toplantıya da katılmamıştı.
Rezalet anlaşılınca Moskova’da tam bir kıyamet kopacaktı. Politbüro’daki koskoca Sovyet liderleri Stalin’in korkusundan başını eğmiş konuşamaz durumda idi. Daha bir yıl önce, Leningrad’ın çok sevilen komünist parti liderlerinin artan gücünü dikkat ile izleyen Stalin’in, bu genç adamları “Batı ajanlığı” suçlaması ile nasıl tutuklatıp, idam ettirdiği çok iyi biliyorlardı. “Patron” (Stalin’in takma adı) 1930’lu yıllarda yapmış olduğu “Büyük Temizlik” uygulamalarına geri dönmüş gibiydi.
Kore’de zarların atılması ile Amerikalılar hızla Japonya’ya hukuki egemenliği geri verecek bir barış anlaşması hazırlığına girişti. Üstelik ülkenin son Shogun’u olan MacArthur’a yeni bir görev verilmişti: Kore’ye müdahil olacak BM gücünün komutanlığı.
Bu arada MacArthur’un telkini ile Japon sanayisi Kore Savaşı için ilk büyük ihracat siparişlerini almaya başlamıştı. İlk siparişler; hammadde temin edemeyen, iflas etmek üzere olan ve Japon Merkez Bankası (ABD işgal idaresi fonları ile) tarafından 1949’da kurtarılmak zorunda kalınan bir küçük otomobil firmasına can suyu olmuştu. Bu firmanın ismi Toyota idi.
Nihayet 8 Eylül 1951 tarihinde Kore Savaşı tüm hızı ile devam ederken, Türkiye dahil 51 ülkenin katılımı ile San Franscisco Barış Anlaşması imza edildi. Japonya, tüm denizaşırı topraklarından vazgeçiyor, Tokyo Mahkemesi kararlarını tanıyor, Müttefiklere ve eski sömürgesi Kore dahil olmak üzere savaş esnasında işgal etmiş olduğu ülkelere yüklü bir savaş tazminatı ödüyordu. Japonya bu anlaşma ile tam 50 yıllık kazanımlarını 1894 Çin-Japonya Savaşı, 1901 Boxer Protokolü, 1904-1905 Rusya-Japonya Savaşı, I. Dünya Savaşı ile elde ettiği ve dahi 1931-1945 arasında işgal ettiği tüm toprakları, hakları ve imtiyazları terk etmiş oluyordu.
İşin garibi Sovyetler Birliği, Polonya, Çekoslovakya ve diğer Doğu Bloku ülkeleri bu barış anlaşmasını tanımadı. Çin Halk Cumhuriyeti davet dahi edilmedi. Ayrıca, Burma ve Hindistan da davet edilmedi. Kore’yi kimin temsil edeceği belli olmadığı için Kore de masada yoktu. Bu anlaşma savaşı bitirdi ancak bugün Uzakdoğu’daki tüm politik fay hatlarının sebebi oldu. Örneğin bu anlaşma ile Japonya Tayvan üzerindeki tüm hükümdarlık haklarından vazgeçiyordu ama Tayvan’ı kime bıraktığı belli değildi.
Japonya’nın ekonomik mucizesi bu dramatik olaylar içinde başlamak üzereydi.
Burak Köylüoğlu
16 Mayıs 2021