İkinci Dünya Savaşı sonrası üç ülkenin göz alıcı ekonomik başarısı, ekonomik bir mucize olarak tanımlanır: Batı Almanya, Japonya ve Güney Kore. Her üç ülkenin ortak özelliği Soğuk Savaş’ın yarattığı jeopolitik satranç oyunun düğüm noktalarını oluşturmasıdır.
Japonya’nın yükselişinin hikayesi Batı Almanya’dan oldukça farklıdır. Bir kere Japonya savaş sonrasında işgal bölgelerine ayrılmamıştı. Ülke; General Douglas MacArthur’un liderliğindeki Amerikan işgal yönetimi (SCAP, Supreme Commander for the Allied Powers) altında yeniden yapılanırken, Amerikalıların prensiplerine dayanan bir “model ülke” haline getirilmişti. Halbuki Batı Almanya’nın liderleri, katlanmak zorundaki Amerikan etkisini azaltmak için ekonomik ve politik anlamda Fransa, İtalya ve Benelüks Ülkeleri ile yaklaşarak Avrupa Ekonomik Topluluğu’na giden süreci başlatma seçeneğine sahipti. Savaş; Batı Almanya’nın şehirleşmiş ve iyi eğitilmiş nüfusunu ve sahip olduğu kritik teknolojilerini ve üretim süreçlerini yok etmemişti. Savaştan zarar gören sanayi kapasitesi ve şehirlerdeki konut stoku savaştan sonra 10 yıl içinde yerine koyulabilecekti. Diğer yandan Japonya’nın sanayi kapasitesi ve teknolojisi neredeyse 1900’lerden beri militarist bir devlet yapısının savaşa hazır olması için geliştirilmişti. 1945’ten sonra Japonya’nın barış döneminde üreterek, dünya pazarlarına arz edebileceği pratik anlamda hiçbir ürün yoktu. Japonya savaştan önce kırsal bir toplumdu: 1945’te nüfusun sadece %50’si şehirlerde yaşıyordu. Bu oran 1970’lerde %70’lerin epey üzerine çıkacaktı.
Japonya’nın ilk büyük şansı Kore Savaşı’nın (1950-1953) uzaması oldu. Kore Savaşındaki gelişmeler ile Amerikalılar SCAP idaresini ortadan kaldırarak, 8 Eylül 1951 tarihinde imza edilen San Francisco Barış Anlaşması Japonya’ya hukuken bağımsızlığını iade etti. Bu aşamada Kore Savaşı’ndan da kısaca bahsetmem gerekir…
Sovyet danışmanları ve silahları ile donatılan Kuzey Kore orduları 25 Haziran 1950’de 4 ay içinde Güney Kore ordularını ezerek, Güney Kore ordularının kalanını Kore Yarımadasının ucunda dar bir cebe, Pusan cebine sıkıştırmıştı. Amerikalılar sürat ile bu cebi takviye ederek, savunmanın çökmesini engellemişti. Bu aşamada General MacArthur, tüm BM birliklerinin komutanlığına getirilmiş ve Japonya’dan ayrılarak cepheye intikal etmişti. Amerikalılar mükemmel bir strateji ile Pusan cebini kuşatan K. Kore ordularının 350 km. gerisine Inchon’a çıkartma yaparak, K.Kore birliklerinin tüm iletişim hatlarını kesti. Bozulan K.Kore birlikleri tüm kazanımlarını haftalar içinde kaybettiği gibi, MacArthur komutasındaki BM-G.Kore orduları K.Kore’yi işgal etti. Artık harekatın esas amacı K.Kore’nin tamamen imhası haline gelmişti. Nitekim K.Kore başkenti Pyongyang Ekim 1950’de BM güçlerinin eline geçecekti. MacArthur’un prestiji, Amerikan kamuoyu nezdinde görülmemiş bir düzeye ulaşmıştı. BM güçleri, kalan K.Kore güçlerini Çin sınırına doğru iterken, Çin Halk Cumhuriyeti güçleri top yekun bir şekilde BM güçlerine karşı taarruza geçti. Bu kez BM güçleri kuşatılarak tamamen imha olma tehdidi altına girmişti. BM güçleri tüm kazanımlarını yitirdi ve G.Kore başkenti Seul Çin-K.Kore birleşik güçlerinin eline geçti. Bu arada MacArthur; Başkan Truman’a Çin ve Kuzey Kore sınırları içindeki toplanma ve lojistik hedeflerine yönelik kapsamlı bir nükleer taarruz yapılması yönünde baskı yapmaya başlamıştı. Savaş oldukça tehlikeli bir safhaya girmişti. Çünkü bu aşamada Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında kapsamlı bir savunma anlaşması yürürlükte idi ki, Çin içindeki hedeflerin vurulması savaşa hukuken Sovyetleri de dahil edecekti.
Üstelik MacArthur sadece ABD Başkanına baskı yapmakla kalmıyor, muhalefetteki Cumhuriyetçi Parti temsilcileri ile görüşüyor, Senato’da Başkan’a karşı bir baskı grubu oluşmasını sağlamaya çalışıyordu. MacArthur daha da ileriye giderek, Başkan Truman’ın müzakereli bir ateşkes anlaşmasını tesis etme çabalarını bozmak için BM Güçlerine katkıda bulunan ülkelerin dışişleri ve askeri yetkililerine ulaşarak, bir ateşkes girişimi fikrini engellemeye çalıştı. Başkan Truman ve kabinesi ile Pentagon, aralarında kapalı kapılar ardında yaptıkları hararetli bir tartışma sonrasında, Başkan anayasa hukukçularının görüşünü alarak genelkurmayın muhalefetine rağmen MacArthur’u görevinden 10 Nisan 1951 tarihinde azletti.
Kore Savaşı daha iki yıl daha sürecek, savaş çözümsüz bir siper savaşına dönecek, taraflar 27 Temmuz 1953 tarihinde ateşkes imzalandıkları zaman, sınır savaş öncesi durumuna geri dönmüştü.
Bu muazzam olayların gölgesi altında, Japonya BM güçlerinin toplanma mekezi haline gelmiş, çok sayıda askerin ihtiyaçlarının giderilmesi ve bunların tüketimleri Japon ekonomisinin canlanmasına katkıda bulunmuştu. Daha da önemlisi, Kore Savaşı’nın muazzam yükü ile beraber Avrupa’da çevik bir Amerikan müdahale gücünün oluşturulması gereği, Japon şirketlerine yönelik yüklü motor ve kamyon siparişleri ile sonuçlandı. İflas tehlikesi altında olan Toyota ve SCAP tarafından bir “zaibatsu” olarak parçalanması emredilmiş olan Mitsubishi topluluğu, bu siparişler ile ayağa kalkabildi. Artık “zaibatsu” ‘lar militarizmi desteklemiş ve yok edilmesi gereken tröstler değil, rehabilite edilmesi gereken kurumlar olarak görülüyordu.
Nitekim SCAP yönetiminin hedefinde olan 4 büyük “zaibatzu” Misubishi, Mitsui, Sumitomo ve Yasuda başta olmak üzere 16 “zaibatsu” ’nun tamamen parçalanmasından vazgeçildi. Bu kurumlar daha sonra “kereitsu” yani bir ana sektör çevresinde yatay organizasyona sahip holdingler haline geldi. “Keiretsu” yapısı üç ana sektör çevresinde oluştu: Bankacılık, otomotiv ve elektronik. Örneğin en büyük 6 “keiretsu” bankacılık sektöründe oluşmuştu: Mitsui, Mitsubishi, Sumitomo, Fuyo, Sanwa, DKB. Aşağıda zaibatsu ve keiretsu organizasyonlarının kıyaslamasını içeren bir grafik görüyorsunuz.
Mesela Fuyo Grubu, kendi kendini fesih etmiş olan muazzam Yasuda zaibatsunun bir parçasıydı. Daha ileride gölgeler içinde kalmayı tercih eden Yasuda Ailesinin bir ferdi çok başka bir kimlikte dünya magazin ve pop dünyasının gündemine düşecekti. 9 Mart 1945 Tokyo bombardımanından zorlukla kurtulmuş, ailesi ile yıkıntılar içinde yaşayan, eşyalarını el arabası ile taşıyan ve sokaklarda yiyecek dilenen bu küçük kız, ileride efsanevi müzik grubu Beatles’ın lideri John Lennon’ın sevgilisi ve daha sonrası eşi olacak olan Yoko Ono’dan başkası değildi.
Otomotiv sektöründe ise Toyota, Nissan, Honda, Daihatsu, Isuzu yeni “keiretsu” yapılarını oluşturdu.
Elektronikte ise Hitachi, Toshiba, Sanyo, Matsushita (bugün Panasonic markasının sahibi) ve Sony yeni “keiretsu” ‘lar olarak öne çıkacaktı.
Bu yeni organizasyonların bazıları çok mütevazı şartlarda ortaya çıkmıştı. Mesela, Toyota savaş öncesinde küçük ve ucuz otomobiller yapan bir grup idi. Honda savaş sonrasında bisikletlere motor monte ederek ucuz motosikletler üreten kendi halinde bir firmaydı. Sony, B2B pazarında teknik malzeme üreten bir küçük şirketti. Savaş sonrasında bombalanmış harabe bir dükkânda radyo tamir ederek işe başlamıştı. Şirket 1950 yılında basit bir teyp kayıt cihazı üreterek neredeyse var olmayan bir tüketici pazarına girmişti. Sony, Amerikan Bell Labs şirketinin buluşu olan transistörleri lisansını almak, Japonya’nın ekonomik gelişimini merkezi olarak planlamak üzere 1949 yılında kurulmuş olan MITI’ye fonlama için başvurduğu zaman; MITI şirketi kaynak ayrılmayacak kadar önemsiz bir firma olarak değerlendirmişti. Ancak uzun bir süre MITI’nin kapısını aşındıran Sony’nin ortakları en nihayetinde 25,000 USD’lık kaynağa ulaşabilmişti. O zaman şirketin ismi Sony dahi değildi, daha sonra şirket ABD piyasasına girerken kolay telaffuz bir isim olan Latince “Sonus” kelimesinden (ses veya ton anlamına gelir) isimlerini türetmişti. Transistör lisansı alındığında Tokyo’da 9 Mart 1945 tarihli muazzam bombardımanın yıkıntıları daha tamamen temizlenememişti.
Japonya ekonomik mucizesinin en önemli mimarları arasında sıralama yapar isek, MITI yani Japon Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı ilk sırada yerini alır.
MITI’nin misyonu Japonya ekonomisinin ayağa kaldırılması için öncelikleri planlayan merkezi bir planlama organıdır. Amerikalıların ve Batı Avrupa’nın laissez-faire’ci yaklaşımının tersine bu kurum yeni sanayileri ve teknolojileri destekler iken, eskiyen ve çürüyen sanayileri düzenli bir şekilde geriletilmesinden de sorumluydu. MITI Japonya ekonomisinde muazzam bir güce sahipti. Bünyesinde çok sayıda planlama uzmanı ile ekonominin ayağa kaldırılması için hangi sektörlerde yatırım yapılması gerektiğini ortaya koyan orta ve uzun vadeli ekonomik planları hazırladığı gibi (Aralık 1955-Şubat 1973 arasında 6 başarılı orta vadeli plan hayata geçmişti), keiretsu’lar arası arbitrasyon ve eşgüdümü sağlardı. MITI aynı zamanda oldukça etkin ve korkulan bir regülatördü. MITI 1952-1971 yılları arasında en büyük iş adamlarının çekindiği bir kurum olarak tüm heybeti ile ekonominin en önemli aktörü olacaktı. Bretton Woods sisteminin yıkıldığı, Japon yeninin ABD doları karşısında serbest dalgalanmaya bırakıldığı 1971 Nixon Shock olarak bilinen dramatik değişimden sonra MITI’nin önemi azalacaktı.
Japon endüstrisinin gelişiminde en önemli faktörlerden biri olan kalite kavramının geliştirilmesi tamamen tesadüftür. Savaş sırasında Amerikan savaş endüstrisinin prodüktivitesinin ölçülmesi ve arttırılması için istatistiksel yöntemler geliştiren Dr. William Edward Deming, Japonya’nın işgali sırasında MacArthur tarafından Japonya getirilmiş ve Japonya’daki nüfus sayımında görev almıştı. Deming’in savaş sırasındaki yöntemlerinden akademik düzeyde bilgi sahibi olan “Japon Bilim Adamları ve Mühendisleri Birliği” (JUSE) Deming ile ilişkiye geçerek yöntemlerini aktaracağı bir dizi konferans düzenler. Bu konferanslara büyük bir arzu ile katılan Japon sanayicileri bu istatistiksel kontrol yöntemlerini benimseyecektir. Deming’in öğretileri ve Japonların uyum içinde beraber çalışma ve yaşama kültürü birleşince Japon ürünleri kalite ( ve maliyet anlamında) anlamında Amerikan ve Avrupa sanayi ürünlerini geçecekti.
Japon endüstriyel gelişimini destekleyen başka bir gelişme ise yine MacArthur’un daveti ile Japonya’ya sanayi alt yapısının geliştirilmesi gelen Homer Sarasohn ve Charles Protzman’ın özellikle elektronik sektöründe kalite artışını hedefleyen öğretileridir. Bu öğretiler, kalite çemberleri kuramının temelini teşkil edecek, daha sonra meşhur bilim insanı ve mühendis Prof Dr. Ishikawa Kaoru tarafından sürekli iyileşme kavramını oluşturacaktı. Bugün bu kavramı “Kaizen” olarak biliyoruz.
Bir diğer önemli kavramın ortaya çıkışı 1934 yani savaş öncesine kadar gider. O zamanlar bir tekstil üreticisi olan Toyota, motorlu araçlar sektörüne adım atmıştır. Toyota bu sektörde ünlü teorisyen Frederick Taylor ve meşhur iş adamı Henry Ford’un gözlemlerini kullanarak yalın üretim planlaması bir yöntem geliştirir. Savaş sonrası, bu yöntem daha da geliştirilir çünkü Japonya’nın ne geniş hammadde stokları alacak kaynağı, ne bu ürünleri depolayacak kapalı alanı, ne de ülkenin doğal kaynağı vardı. Üstelik ekonomide muazzam bir işsizlik mevcuttu. Dolayısı ile prodüktivite artışı için üretim yöntemlerinde bir devrim yaratmak gerekiyordu ki, bu yöntem minimum stok ile çalışılan, hammaddenin sürat ile son ürüne çevrildiği hız ve basitliğe dayanan bir yöntem olmalıydı. 1950’li yıllarda geliştirilen bu üretim tekniği daha sonra meşhur ismini alacaktı: JIT, Just in Time Manufacturing.
Japonya’nın en önemli avantajlarından biri de şirketler arası ortak araştırma geliştirme programlarının geliştirilmesinin anti-tröst yasaları ile engellenmemiş olmasıdır. Bu şekilde kurumlar kıt kaynaklarını birleştirerek ortak teknoloji geliştirebilmişti.
Bir diğer önemli değişim ise Japonya’daki nüfus yapısını etkileyen politikalardır. Amerikalılar, işgal idaresinde iken doğum kontrol yöntemlerini ve kürtajı serbest bırakmışlardı. Amerikalıların bu yaklaşımdaki hedefi Japonya’nın ileride Amerikan yardımlarına ihtiyaç duymayacak bir nüfus yapısına sahip olması idi. Japonya nüfusu 1900 yılında 44.3 milyon kişi iken 1945 yılında 77 milyona ulaşmıştı ki bu gelişimin içinde savaşın muazzam kayıpları da dahildi. Japon Adaları 378,000 km2 yüz ölçümü ve doğal kaynak fakirliği ile uzun vadede bu hızdaki nüfus artışını destekleyemezdi. Şintoizm’in devlet dini olarak çıkarılması da bu planının bir parçası idi. Ayrıca, toprak reformu ve tarımın mekanize edilmesi ile daha az sayıda çiftçi ile çıktının arttırılması, kırsal kesimden şehirlere yoğun göç eğilimi, Japon sanayisinin ucuz ve nitelikli işgücüne ulaşımını sağlayacaktı. Bu politika 30 yıl boyunca, düşük değerde tutulan Japon yeni ile desteklenerek, Japon endüstrisinin işgücü maliyetini kontrol altında tutmayı sağladı.
Ancak şehirlerdeki yığılma arttıkça sosyal ve çevresel sorunlar da arttı. Japon kültürü giderek Amerikanlaştı. ABD’de çıkan her pop kültür akımı hızla kopyalandı. Şehirlerin kalabalıklaşması, konutların küçüklüğü, uzun çalışma saatleri nüfus artış hızını daha da yavaşlattı. Öyle ki 1980’lerden (1980: 118 milyon kişi, 2020: 126.5 milyon kişi) sonra nüfus artış oranı eğrisi neredeyse yataylaştı.
Tüm bu faktörler inanılmaz bir ekonomik büyümenin temelini attı. Müttefik işgali 1952 yılında bittiği zaman, ülkenin GSMH’sı (GNP) Fransa veya İngiltere’nin sadece üçte birinden daha fazla idi. 1970’lerin sonunda ise Japonya’nın GSMH’sı Japonya ve İngiltere’nin toplamını geçmiş, ABD’nin GSMH’sının neredeyse yarısına ulaşmıştı. Bu büyümenin esas bölümü 1951-1970 arasında olmuş, bu dönem arasında GSMH/GDP ortalama yıllık bazda yaklaşık %8.77 gibi inanılmaz bir rakam ile büyümüştü.
Konu hakkında yapılmış olan en kapsamlı bilimsel araştırma, Edward F. Denison ve William K. Chung’ın “How Japan’s Economy Grew So Fast?” isimli çalışmasıdır. Bu çalışmada 1951-1970 arasında beş önemli faktörün Japonya’nın büyümesine katkıda bulunduğu ortaya konulmaktadır:
- Sermaye artışı ve birikimi (katkısı %2.1)
- Teknoloji ve üretim yöntemlerindeki gelişim (katkısı %1.97)
- Ölçek ekonomisi (katkısı %1.94)
- İşgücünün katkısı. (katkısı %1.85)
- Verimsiz tarım sektöründen sanayi sektörüne kaynak transferi (katkısı %0.91)
Bu araştırma ve diğer araştırmalar gösteriyor ki, Japonya hızlı bir büyüme modelini elde etmek için tüm araçları kullanmıştır. Japon toplumunun homojen, üretken ve ahlaklı yapısının bu başarılı büyüme eğiliminin temel taşı olduğu tartışılmazdır.
Elbette 1950-1971 arasındaki bu büyüme, sadece Japon endüstrisinin en yüksek kalite ve en yalın üretimi hedeflemesinden kaynaklanmıyordu. Japonya Soğuk Savaş’ın karmaşık satranç oyununu da mükemmel oynamıştı…
Kore Savaşı bittikten sonra, Amerikan stratejisi Uzakdoğu’da “domino taşı” teorisine dayanıyordu: Bu teori bir ülkenin komünist yönetimi altına girmesi halinde, diğer ülkelerin de peş peşe düşeceği prensibine dayalı idi. Sovyetler ilk önce Çin kalesini 1949’da düşürmüş, daha sonra Kore Savaşı ile G.Kore’yi düşürmeye çalışmıştı. Amerikan teorisyenleri sırada Vietnam’ın olduğunu düşünüyordu…
Vietnam, savaşın bitiminden hemen bir ay sonra 1945 yılında Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesine başlamıştı. İngiltere’nin aksine Fransızlar sömürgelerinin elden çıkmaması konusunda oldukça kalın kafalı idi. Kuzeyde Ho Chi Minh liderliğinde komünistler Viet Minh bayrağı altında Fransızları kuzeyden sürmeyi başarmıştı. Nitekim Nisan 1954’te önemli bir Fransız birliği Dien Bien Phu’da kuşatıldı ve teslim olmak zorunda kaldı. Bu müthiş yenilgi ile Birinci Vietnam Savaşı sona erdi ve ülke ikiye bölündü: Kuzeyde Sovyetler Birliği desteğindeki Kuzey Vietnam, güneyde ise Fransa ve ABD destekli Güney Vietnam.
Japonya, anayasasına konulan pasifist hükümler nedeni ile tüm savunmasını Amerikalılara teslim etmişti. Amerikalılar, Uzakdoğu’da Sovyetlerin nihai hedefinin Japonya’yı düşürmek olduğuna inanırken, giderek daha büyük ölçüde Uzakdoğu’da komünist rejimlere karşı mücadele eden rejimlere destek verecekti. Amerikan savunma doktrini Japonya, Okinawa (bu dönemde ABD yönetiminde) ve G.Kore’deki muazzam büyüklükteki üslerini kullanarak Çin ve Sovyetler Birliğine karşı bir kalkan oluşturmak üzerine dayalıydı. Amerikan 8. Filosu bölgede rakipsiz bir güçtü.
Japonlar akıllıca bu gücü kendi lehine kullandı. 1953 yılında Japonya’nın savunma harcamaları sadece 300 milyon USD düzeyindeydi. 1970 yılında bu harcamalar sadece 1.3 milyar USD’a çıkacaktı. Oysa Amerikalılar 1953’te yılda 50 milyar USD savunmaya bütçe ayırıyordu ki, Vietnam Savaşı’nın doruğunda bu rakam yılda 80 milyar USD’ı bulacaktı.
Amerikalıların Soğuk Savaş harcamaları ve kendi sosyal reformları ile sürdürdüğü muazzam bütçe ve dış ticaret açığı en fazla savaşın mağlup ülkeleri olan Japonya ve Batı Almanya’ya yarayacaktı. Bretton Woods sisteminde düşük değerli Alman markı ve Japon yeni bu ülkelerin ihracatlarını desteklerken, Amerikalıların Kuzey-Güney Vietnam arasındaki çekişmeye müdahale etmesi ABD’nin çıktı açığını daha da artrtıracak, bu çıktı açığı Batı Almanya ve Japonya’nın ürettiği mallar ile doldurulacaktı.
Genç ve deneyimsiz Amerikan Başkanı John F. Kennedy, Küba Füze Krizi sırasında oynadığı çok tehlikeli poker oyunu sonrasında bu kez Amerikan silahlı güçlerini Güney Vietnam’ın savunması için göndermeye başlamıştı. Ancak bu savaş Kore Savaşı’na benzemiyordu. Güney Vietnam’ın kırsalında muazzam bir Viet-Kong gücü ve bu gerillalara destek veren halk vardı. Amerikan askerleri giderek savunulması olanaksız bir coğrafyada, Viet-Kong ve Kuzey Vietnam güçleri ile mücadeleye gömülmüştü.
Kennedy’nin 1963’te suikaste uğraması bu politikayı değiştirmedi. ABD 1962-1969 arasında savaşın bir tarafı haline gelmişti. Savaşın en civcivli döneminde tam 500,000 Amerikan askeri Vietnam’da savaşır durumda idi. 1960’larda ABD yönetimi aynı zamanda Rosa Parks’ın eylemleri ile başlayan ve Martin Luther King ile doruğa ulaşan bir azınlık hareketi ile karşı karşıya idi. Ülkedeki sosyal huzursuzluğun önüne geçmek üzere 1960’larda 40-50 milyon düşük-orta gelirli Amerikan vatandaşı için başlatılan sosyal ve ekonomik reform programı ayrıca büyük bütçe açıklarına neden oluyordu.
Alman markı ve Japon yeni bu dönemde zaten düşük pariteler ile ABD dolarına bağlıydı. ABD’nin ikiz bütçe ve dış ticaret açıkları ve karşılığında yarattığı ilave USD arzına rağmen, Bretton Woods sisteminde doların değerinin halen 1 ons altın=35 USD’a eşit tutulması, ABD dolarını olması gerektiğinden çok daha değerli kılacaktı. Bu da Batı Alman ve Japon mallarına muazzam bir avantaj sağlıyordu.
Vietnam Savaşı’nın son perdesi 1971 yılında inerken, ABD’nin dünya üzerindeki çıktısı %27’ye kadar inmişti. Derken 15 Ağustos 1971’de ABD Başkanı Nixon, Amerikan dolarının altına olan konvertibilitesini durdurdu. Nixon Shock olarak bilinen bu vaka ile Bretton Woods sistemi sona eriyordu. Ve Japonya, aynı yıl Batı Almanya’yı sollayarak Batı Bloku içinde ABD’nin ardından ikinci büyük ekonomisi haline gelmişti.
II. Dünya Savaşı’nın mağlupları zafer kazanan ülkelerin kurduğu Bretton Woods sisteminden en yüksek ölçüde faydalanmış, çalışkanlıkları ve üretkenlikleri ile Soğuk Savaş’ın bu safhasının gerçek kazananları olmuşlardı.
Japonya’nın mucizesi 1971’de henüz tamamlanmamıştı. 1970’ler Batı Dünyası için oldukça zor bir dönem olacaktı. Ancak Japonya’nın yükselişi her şeye rağmen devam edecekti. Yazı dizisinin dördüncü ve son bölümünde 1971-1991 arasındaki olağandışı olayları anlatırken, mucizenin 1991 yılında nasıl çöktüğünü ve müthiş dersler içeren Japonya Varlık Krizi’ni anlatıyor olacağım.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.