Sovyetler Birliği’nin; uzun bir gerileme dönemi sonunda, 12 Eylül 1990 tarihinde imzalamak durumunda kaldığı, II. Dünya Savaşı’nı hukuken, Soğuk Savaşı prensip olarak bitiren Moskova Anlaşması (esas ismi Treaty on the Final Settlement with Respect to Germany) ile dünyanın yeni bir döneme girdiği uzun bir süre yazılıp çizilmiş idi.
Nitekim bu anlaşma basitçe Birleşik Almanya’nın yeniden kurulmasını tanımlamakla kalmamış, Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve politik anlamda çöküşünün son noktasını belirlemişti. Doğal olarak bu çöküşün başka bir anlamı da Batı’nın politik sisteminin, neo-liberal prensiplere dayanan kapitalizmin ve NATO’nun oluşturduğu askeri paktın gücünün tartışmasız üstünlüğü olarak yorumlanmıştı.
Nitekim ünlü siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın 1992 yılında yayınladığı “The End of History and The Last Man” yani kısaca “Tarihin Sonu” tezi de bu düşüncenin ürünü idi. Bu teze göre Batı’nın değerleri ve ekonomik ile politik gücü tamamen galip gelmişti. Tabii bu muazzam zaferin sonucunda artık dünya harmoni içinde bu düzen altında yaşayacaktı.
Ama bu tezi savunanlar tarihin ve jeopolitik biliminin unutulmaz prensiplerini unutmuşlardı.
Aynı tez Roma Cumhuriyet’nin II. Pön Savaşı’nda Kartaca’yı tamamen mağlup ettiğinde, Napolyon’un 1815’te kesin olarak yenildiğini onaylayan Viyana Anlaşması’nda, I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın dize getirildiğini ve yeni dünya düzeninin başladığını ilan eden 1919 Versay Anlaşması’nda tekrar edilmişti.
Bu tezi tekrar edenlerin sadece isimleri değişikti: Konsül Publius Conelius Scipio Africanus, I. Wellington Dükü Arthur Wellesley, İngiliz Başbakanı David Lloyd George ve Fransız Başbakanı Georges Clemenceau sırası ile kendi dönemlerinde elde edilmiş bu göz kamaştırıcı zaferlerin ardından aynı tezi savunmuşlardı.
Ama Roma Cumhuriyeti, Roma İmparatorluğu’na dönüştüğü ve gücünün zirvesine ulaştığı dönemde için için çökmeye başlamıştı. Britanya İmparatorluğu 1815’te dünyanın tek süper gücü haline geldiği anda, kendi topraklarından doğan Endüstri Devrimi’ne rağmen nispi gücü gerilemeye başlamıştı. Nitekim sadece 56 yıl sonra, 1871 tarihinde, eski sömürgesi olan 13 koloninin yarattığı Amerika Birleşik Devletleri, Britanya İmparatorluğu’nu GSYH büyüklüğü anlamında geçecekti.
En kötü yanılanlar ise, I. Dünya Savaşı sonunda, 1918’te Almanya’yı kesin bir şekilde yenmiş olan muzaffer Batılı Müttefik Devletler idi. Almanya 1925’te yeniden ayağa kalkmaya başlamış, 1939’ta ise Batı’ya yeniden meydan okumuştu. Ne Georges Clemenceau, ne de Lloyd George 1940 yaz aylarında Almanya’nın Pireneler’den, Doğu Polonya’ya kadar Avrupa’nın hakimi olduğunu, Paris’in kaz adımları geçit yapan Alman askerleri tarafından işgal edildiğini veya başta Londra olmak üzere İngiliz şehirlerinin Luftwaffe (Alman Hava Kuvvetleri) tarafından bombalandığını göremeyecekti.
1940 yılında Almanya’nın kazanmış olduğu muazzam zaferler sonrasında, “Bin yıl sürecek III. Reich imparatorluğunu” ilan etmiş olan Adolf Hitler ise 30 Nisan 1945 tarihinde tepesine yağan Sovyet top mermileri altında sığınağında intihar edecekti. Bu hatalar dizisi Almanya’yı ikiye bölen Elbe Nehri’nden Pasifik Okyanusu’na kadar geniş etki alanına sahip haline getiren, II. Dünya Savaşı’nın muzaffer Sovyetler Birliği’nin lideri Joseph Stalin ve ardılı Nikita Krushchev ile de devam edecekti. Stalin II. Dünya Savaşı sonrasında muzaffer Kızılordu’ya güvenerek Çekoslovakya’da komünistleri iktidara getirecek bir darbe yaptırıp, daha sonra Batı Berlin’i ablukaya almayıp, dünyanın resmen bölüşüldüğü 1945 Potsdam Konferansı’nın kararlarını çiğnemeseydi, Soğuk Savaş başlamayacaktı. Nitekim Sovyetler Birliği’ni yıkan en önemli neden Soğuk Savaş olacaktı.
Stalin’in ardılı Krushchev’in 18 Kasım 1956 tarihinde Moskova’da düzenlenen bir diplomatik resepsiyonda Batılı diplomatlara hitaben söylediği “Tarih bizim yanımızda. Sizi (tarihin derinliklerine) gömeceğiz.” sözünden sadece 8 yıl sonra Sovyet lideri koltuğunu kaybedecek, 35 yıl sonra ise tarihin yanında olduğunu ifade ettiği yıkılmaz olarak düşünülen Sovyetler Birliği’nin çöktüğünü ise göremeyecekti.
Bu yazının amacı bir tarih dersi vermek değil okuyucuya 7000 yıllık jeopolitik biliminin ölümsüz ilkelerini hatırlatmaktır.
Savaş ise jeopolitik ya da büyük stratejinin halen en önemli aracıdır. Birinci Körfez Savaşı, Yugoslavya’nın bölünmesi, Çeçenistan Savaşları, “War on Terror”, İkinci Körfez Savaşı, Rusya-Gürcistan çatışması, Suriye İç Savaşı, Azerbeycan-Ermenistan çatışması ve Ukrayna Savaşı örnekleri; büyük jeopolitik çekişmede, savaşın halen bir araç olarak kullanıldığını gösteriyor.
Savaşlar aslında politik fay hatları üzerinden doğar. 18-19. Yüzyıl Fransız-İngiliz mücadelesinde fay hatları Flanders, Ren Bölgesi ve Tuna hattı üzerinde çizilmiş idi. Tabii bu müthiş mücadele Kuzey Amerika ve Hindistan’da da devam etmişti. 19. yüzyılın sonunda jeopolitik fay hatları bu kez Alsace-Lorraine ile Balkanlar üzerinde çizilmişti. Bu fay hatları ilk dünya savaşını tetikleyecekti.
II. Dünya Savaşı öncesinde ise fay hatları Polonya Koridoru ve o zamanların hasta adamı Çin’in paylaşımı meselesi üzerinde oluşuyordu.
Soğuk Savaş ise fay hatlarının hızla yer değiştirdiği bir döneme damgasını vurdu: Kore, Batı ve Doğu Berlin, Süveyş Kanalı, Küba, Vietnam, Ortadoğu, vs. Neyse ki termonükleer silahların olası yıkıcılığının dehşeti tarafları dizginledi. Hatta Fransa-İngiltere-İsrail’in 1956 yılında Süveyş Kanalı’na ortak taarruzu sonucu ortaya çıkan krizler; Sovyet-ABD ortak müdahalesi ile büyük bir jeopolitik krize dönüşmeden önü alındı.
Stalin akıllıca 1950’de Kore Savaşı’na açıkça müdahil olmamasına rağmen, satrançta bir fil gibi kullandığı Mao’nun elini serbest bırakırken, çatışmanın kontrollü bir şekilde devamını arzu etmişti. Ne de olsa bu tarihte Sovyet nükleer gücü Amerikalılar ile kıyaslanamazdı. Ancak Stalin’in ardılı olan Krushchev’in Sovyetler’in kıtalararası termonükleer füze kapasitesindeki eksikliğini, Küba’ya kısa ve orta menzilli nükleer füzeler yerleştirerek telafi etmeye çalışması, az daha sıcak bir savaşa neden olacaktı.
1991’den sonra dünyanın daha normal bir hal aldığını varsayıyoruz ama yine yanılıyoruz.
Bugün ise garip bir şekilde, Çin-Rusya eksenine karşı Batı’nın jeopolitik mücadelesi geçmişi andırmaya başladı. Rusya-Ukrayna çatışması, tarafların birbirini yenemediği, karşılıklı grogi olmuş ve sendeleyen boksörlerin müsabakasına benziyor. Rusya’nın, eski Sovyet doktrininden uzaklaşarak, hızla sonuç alabileceğini düşündüğü bir askeri operasyonu tercih etmesi, Mart 2022’de Ukrayna’nın hayati merkezlerine ulaşamaması sonucunu doğurdu.
Batı ise savaşın Doğu Ukrayna’da sınırlı bir savaş olarak “kontrolde” kalması yönünde kartlarını oynarken, savaş ver Batı’nın yaptırımları uzun vadede Rusya-Çin eksenini sağlamlaştırmış oldu.
Savaşın kaybedenlerinin Ukrayna ve Rusya olduğu kesin olsa da dünyaya yayılan sert bir enflasyon dalgası OPEC hariç her ülkeyi vurdu. AB’nin ana motoru Almanya 2023 yılının ikinci yarısına durgunluk tehlikesi altında girerken, ABD enflasyonu dizginlemek için yaptığı faiz artışları nedeni ile doğru regüle etmemiş olduğu küçük-orta aktif büyüklüğüne sahip bankaların kötü bilanço yönetimlerinin riskini kapatmaya çalışıyor.
İngiltere beceriksiz bir Muhafazakâr Parti iktidarının başındaki bir dizi başbakanın saçmalıkları ile henüz enflasyon canavarını dizginleyememişken (ve hatta Başbakan Liz Truss ve Hazine Bakanı Kwasi Kwarteng iki ay içinde az daha ekonomiyi raydan çıkaracak idi), İtalya aslında teknik olarak taşıyamayacağı kamu borç yükü altında (Kamu borcu/GSYH oranı %140 düzeyinde) Almanya-Fransa ekseninden ısrarla destek almaya devam etmek zorunda görünüyor. AB’nin doğu ve orta Avrupa mensupları ise çıkarttıkları çatlak sesler ve ABD’ye olan yakınlıkları ile Almanya’nın başını ağrıtırken, Berlin halen Polonya’nın Rusya’ya karşı aşırı şahin politikası ve 1.3 trilyon USD tutarlı II. Dünya Savaşı tazminat talebi gibi meselelere kafa yormak durumunda.
Aynı zamanda savaş, Çin’e Batı’nın ekonomik yaptırımlarının ne kadar kapsamlı ve yıkıcı olacağını gösterdi. Çin’in, Taiwan ve Güney Çin Denizi kıta sahanlığı üzerinde kısa vadede bir hamle yapması oldukça zor görünürken, Çin; Doğu Pasifik’ten Amerikalıların batmaz uçak gemileri olan Mariana Adaları’na kadar menzildeki taarruz gücünü arttırmış durumda. Öyle ki Çin’de Amerikalıların Pasifikteki en stratejik noktası olan Guam’ı vuracak 4,000 km. menzilli DF-26 füzelerini “Guam killer” olarak isimlendiriliyor. Çin donanması, ülkenin dünyanın en büyük tersane kapasitesine sahip olmasının desteği ile hızla genişliyor. Çin’in 2045 tarihine kadar 6 uçak gemisi görev gücü oluşturacağı tahmin ediliyor. Ancak Çin’in halen daha küçük ölçekli savaş gemisi olan destroyer, firkateyn ve korvet sayısında Amerikan Pasifik donanmasının gemi sayısına ulaştığı düşünülüyor. ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler aylarca devam eden müzakereler sonunda borç tavanı limiti konusunda uzlaşırlarken, Çin’de bu işler kısaca ve merkezi yönetim altında çözülüyor. Çin kısa menzilli füze bataryalarının sayısını öyle bir düzeye getirdi ki, Amerikan uçak gemisi görev güçleri ve bölgedeki deniz ve hava üsleri Taiwan bölgesinde olabilecek bir çatışmada doğrudan hedef halindeler.
Her ne kadar Taiwan meselesi, 1920-1930’ların Polonya Koridoru meselesine giderek benzese de, Çin’in askeri ve ekonomik anlamda hamle yapabilmesi oldukça zor. Bir kere Çin ve Batı Bloku giderek birbirinden uzaklaşsalar dahi birbirine ekonomik anlamda kolayca ayrılamayacak bir şekilde kenetlenmiş durumda. Çin’in toplam ihracatı, toplam GSYH’e oran ile yaklaşık %20 gibi bir orana sahip. Çin ekonomisinin işleyişi önemli ölçüde Batı’daki tüketici talebine bağlı ki, aynı bağımlılık Batı için de geçerli. Son dönemde üretim ve tedarikin Çin’den başka ülkelere kaydırılmaya çalışıldığı çokça yazılıp çizilse de, Çin’deki devasa kapasitelerin bugünden yarına oluşturulması çok zor. Üstelik üretim kapasitesi ve üretim maliyeti işin bir yönü. Çin’in lojistik, altyapı ve sistem olarak dünyada halen yakın bir alternatifi yok. Küresel değer zincirleri ancak 40-50 yıllık planlama ile baştan aşağıya değişebiliyor. Küresel ekonomik sistem eğlenceli bir bilgisayar oyunu gibi işlemiyor. Çin, stratejik bir proje olan (2013-2021 arasında 890 milyar USD büyüklüğünde yatırım yapıldı.) “Belt & Road Initiative” ile kendi ekonomik bölgesini oluşturmak niyetinde. Ukrayna Savaşı da; Çin’e alternatif bir finansal sistem kurmanın ve bunu hızla yapması gerektiğini öğretti.
Çin ve Rusya konusundaki en büyük risk aslında politik sistemleri ve başlarındaki liderin yaklaşımları. Xi Jinping ve Putin yaşları ilerlemiş ve ülkelerinin politik gücünü etkin olarak kontrol eden isimler. Bu kadar gücü elinde tutan, büyük vizyonları olan ve yaşlanan liderlerin karar vermede yaptıkları en büyük risk, hızla ve yeterince danışmadan önemli kararlar almaları. Mesela Putin’in Ukrayna Savaşı’nı göze alması böyle bir düşünce setinin ürünüdür.
Batılı demokrasilerin giderek vasat yöneticiler üretmesi ve finansal risklerin modern kapitalist sistem içinde sürdürülemez bir düzeye gelmesi, jeopolitik riskleri daha da arttıracaktır. Modern kapitalizm aslında 2008’de yara almasına rağmen para ve kredi tabanını genişleterek sistematik zararı örtmek dışında bir şey yapılamadı. Şimdi ise Batılı ekonomiler bu kadar büyük bir parasal taban, yüksek enflasyon ve düşük büyüme tuzağına düşmüş durumda.
Çin ise iç piyasayı büyütmek için desteklediği ve para akıttığı taşınmaz sektörünün yarattığı bataklıktan çıkmaya çalışıyor. Bu kadar ekonomik prodüktivitesi düşük bir sektörü oluşturmak ve büyütmek, Japonya’nın 1980’lerde düştüğü tuzağının benzerine düşmek anlamına geliyor.
Türkiye ekonomisini USD/TL ve BIST ile yorumlamaya çalışan “grafikçi iktisatçılar” ve “kahvehane ekonomistleri” gibi Youtube kahramanlarına bakmayın. Asla bir “Big Reset”, “Bretton Woods 2.0” olmayacak ve ekonomik riskler, siyasi riskleri besleyecek ve bu riskler yeni bir dünya düzenini oluşturacak. 2020’li yıllarda bu müthiş değişimi yaşıyoruz. Şimdi moda yapay zekânın insanlığın sonunu getirip getirmeyeceğini tartışmak. Yapay zekanın tehlike olup olmamasından öte kısa vadede başka tehlikelerin kapıda beklediğini düşünmek gerekiyor.
Burak Köylüoğlu
4 Haziran 2023