Küresel Düzenin Hikayesi, XXIV. Bölüm, Kızıl Dalga

  1. Küresel Düzenin Hikayesi, I. Bölüm, Westfalya Düzeni (1648-1789)
  2. Küresel Düzenin Hikayesi, II. Bölüm, Fransız Devrimi’nin Öyküsü  (1789-1799)
  3. Küresel Düzeninin Hikayesi, III. Bölüm, Napolyon Savaşları (1799-1815)
  4. Küresel Düzenin Hikâyesi, IV. Bölüm: Viyana Düzeni
  5. Küresel Düzenin Hikâyesi, V. Bölüm: Tek Kutuplu Dünya ve Pax Brittanica
  6. Küresel Düzenin Hikayesi, VI. Bölüm, Genç Amerika Birleşik Devletleri’nin Yükselişi
  7. Küresel Düzenin Hikayesi, VII. Bölüm, Devrimler Çağı ve Viyana Düzeninin Sonu
  8. Küresel Düzenin Hikayesi, VIII. Bölüm, Birleşik Almanya’nın Doğumu
  9. Küresel Düzenin Hikayesi, IX. Bölüm, Çok Kutuplu Dünyanın Doğumu ve Yeni Emperyalizm Çağı (1861-1899)
  10. Küresel Düzenin Hikayesi, X. Bölüm, Büyük Savaşa Doğru (1899-1914)
  11. Küresel Düzenin Hikayesi, XI. Bölüm, Dünyayı Değiştiren Yüz Gün, I. Dünya Savaşı Başlıyor
  12. Küresel Düzenin Hikayesi, XII. Bölüm, Büyük Savaş (1914-1918)
  13. Küresel Düzenin Hikayesi, XIII. Bölüm, Son Gambit ve I. Dünya Savaşı’nın Sonu
  14. Küresel Düzenin Hikayesi, XIV. Bölüm, Versay Düzeni
  15. Küresel Düzenin Hikayesi, XV. Bölüm, Çılgın 1920’li Yıllar
  16. Küresel Düzenin Hikayesi, XVI. Bölüm, Büyük Buhran ve Hayallerin Sonu (1929-1934)
  17. Küresel Düzenin Hikayesi, XVII. Bölüm, II. Dünya Savaşı’na Doğru (1935-1939)
  18. Küresel Düzenin Hikayesi, XVIII. Bölüm, Yıldırım Savaşı (1939-1940)
  19. Küresel Düzenin Hikayesi, XIX. Bölüm, Küresel Savaşa Doğru (1940-1941)
  20. Küresel Düzenin Hikayesi, XX. Bölüm, Devlerin Savaşı
  21. Küresel Düzenin Hikayesi, XXI. Bölüm, Savaş Rüzgarları Yön Değiştiriyor
  22. Küresel Düzenin Hikayesi, XXII. Bölüm, Müttefikler Savaşı Kazanıyor (1943-1945)
  23. Küresel Düzenin Hikayesi, XXIII. Bölüm, II. Dünya Savaşı’nın Sonu ve İki Kutuplu Dünya Düzeninin Sancıları

Soğuk Savaşın Sahne Seti: Amerikan İdealizmi

Amerika Birleşik Devletleri 1945 sonrasında kendi liderliğinde, Amerikan prensiplerinin uluslararası düzenin temeli olduğu yeni bir uluslararası düzen tasarlamıştı.

Bu vizyon ABD tarihinin en uzun süre başkanlık koltuğunda oturmuş, ABD başkanları içinde iki dönemden fazla başkanlık yapmış tek başkan sıfatına sahip, Demokrat Partili Başkan Franklin D. Roosevelt’e aitti.  

Roosevelt; Büyük Buhranın atlatılmasını sağlayan “New Deal” programının uygulamış, II. Dünya Savaşı’nın yürütülmesindeki temel stratejiyi kabinesi ve danışmanları ile oluşturmuş, Amerikan atom bombası programına ve stratejik hava taarruz gücünü oluşturan projelere onay vermişti.

Roosevelt ABD’nin George Washington ve Abraham Lincoln ile birlikte üç büyük başkanından biri olarak kabul edilir. Donald Trump dâhil olmak üzere, modern dönemin Amerikan başkanları tarihte Roosevelt gibi bir etki bırakmayı arzu eder.

Gerçi Roosevelt bozulan sağlığı nedeni ile savaşın bitimini görmeden 12 Nisan 1945 tarihinde hayata veda etmişti ancak kabinesi ve danışmanları zaten görevdeydi.

Yerine başkan olan, üç aylık başkan yardımcısı dünyadan pek de haberi olmayan Kansas City kökenli bir taşralı politikacı kimliğini aşamamış Harry S. Truman’ı idi. Göreve başladığı zaman atom bombası programından dahi haberi yoktu. Pek çok stratejik önemde konu hakkında kendisine bilgi verilmemişti.

Roosevelt’in ekibi yeni başkanın deneyimsizliğini derhal kapatacaktı. Amerikan sistemi kim başkan olursa olsun Amerikan stratejik çıkarlarını ve ABD’nin uzun vadeli temel stratejisini her zaman muhafaza eder.  Bu prensip de Roosevelt döneminde olgunlaşmıştı. Eisenhower, Johnson, Ford, Reagan, George W. Bush gibi vasat ABD başkanlarının arkasında güçlü ekipler mevcuttur.    

İktidardaki Demokrat Parti’nin temel ideolojisi olan Amerikan idealizminin yeni güç düzenine yansımaları, Birleşmiş Milletler ve Bretton Woods sisteminin kurumları olan IMF ve Dünya Bankası’nın kuruluşuna ve prensiplerine etki etmişti.

Amerikan dolarının uluslararası rezerv para yerini aldığı, tüm ülke para birimlerinin bir çıpa çarpanı ile Amerikan dolarına endekslendiği, gümrük duvarlarının yavaş yavaş aşağıya indiği, Amerikan hava ve deniz gücünün tamamen rakipsiz olduğu ve bu gücün bir “Pax America” yani ABD prensipleri ile yoğrulmuş “barışçıl” uluslararası düzenin korunmasında kullandığı bir düzen tasarlanmıştı.

Amerika Birleşik Devletleri’nin rakipsiz endüstriyel kapasitesi ve lojistik gücü bu sistemin tamamlayıcısı olacaktı.

Amerikalılar, I. Dünya Savaşı’nı bitiren Paris Barış Konferanslarındaki utanç verici dışlanmalarını unutmamışlardı. ABD o dönemde ekonomik bir dev ama askeri anlamda bir hafif sıklet güçtü. Ancak 1945 yılında, sadece 28 yılda köprünün altından çok su akmıştı.  

Amerikalılar; 1945 sonrası yeni düzende İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin yerini, tıpkı 1815 sonrasında olduğu gibi, Napolyon’a karşı muzaffer olan diğer büyük güçler olan Avusturya İmparatorluğu, Prusya Krallığı ve Rusya İmparatorluğu’nun rollerinin tekrarı gibi tasarlanmıştı. Çin ise, 1945 sonrasında Chiang Kay-shek (Çan Kay Şek olarak okunur) liderliğinde Amerika Birleşik Devletleri’nin Uzakdoğu’daki (nüfusu fazla ve geri bir ülke olarak) müttefiki olarak düşünülmüştü. İşgal edilmiş olan Japonya ile beraber Çin’in, ABD’nin Batı Avrupa’daki kurmayı planladığı ekonomik ve politik nüfus alanın bir benzerinin Uzakdoğu’da kurulmasında rol oynaması planlanmıştı.

Amerikalıların idealist yaklaşımı bu yeni düzende Sovyetler Birliği’ni bir rakip değil, tamamlayıcı olarak tanımlamıştı. Dünya düzeninin “Dört Polis” (Four Policeman) gözetimi altında bu yeni düzende barış içinde yürütüleceği düşünülmüştü. Dört polis ABD önderliğinde, İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin olacaktı. Fransa’nın bu tarihte  henüz beşinci polis olarak düşülmediğini not düşelim. Daha sonra bu beşli yapı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi ve her zaman veto hakkına sahip beş ayrıcalıklı üyesine dönüşecekti.      

Ancak Amerika Birleşik Devletleri yönetimi bu stratejik yaklaşımında çok temel bir hata yapmıştı.

Bu hata Sovyetler Birliği’nin konumu ve yaklaşımı üzerine yapılmıştı. Bu hatayı da yapan Başkan Roosevelt idi.

İkinci Kutup: Sovyetler Birliği

Sovyetler, aslında Nazi Almanyası’na karşı kazanılan zaferin ana mimarıydı ve bu büyük zaferin devasa bir bedeli olmuştu.

Meşhur II. Dünya Savaşı tarihçisi, önde gelen askeri eğitimci ve aynı zamanda Amerikan ordusunda görev yapmış olan Albay David Glantz’ın Sovyet arşivlerindeki belgelerinden yapmış olduğu hesaplamalarına göre; Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı toplam 28,199,127 askeri kayıp vermişti. Bu kayıpların 10,008,434’ü ölen ve ölmüş olarak kabul edilen izi kaybolmuş askerlere aitti. Askeri kayıplara ilave olarak sivil kayıpların sayısı tahmin edilemeyecek boyuttaydı.  Bu sivil kayıplar sadece Almanların öldürdüğü siviller değildi, savaşın kazanılması için tarihte görülmemiş ölçüde, ekonominin tüm araçları askeri üretime kaydırılmıştı. Sivil tüketimin karşılanamaması nedeni ile oluşan açlık ve uzun çalışma nedeni ile aşırı yorgunluktan hayata veda eden insanlar bu muazzam kayıp listesinde değildi. Sivil kayıpların tam rakamı bilinemese de “birkaç on milyon” olduğu tahmin edilmektedir.

 Almanya’nın savaşın tamamında ölen ve kaybolan toplam 5.3 milyon askerinin, 4 milyonu, Sovyetler Birliği’ne karşı savaşta hayatını kaybetmişti. Bu sayılara esir düşen ve yaralanan askerler eklenirse, Alman askeri kayıplarının en az %80’inin Sovyetlere karşı verildiği açıktır.

Üstelik savaşın son ayında birçok Alman birliğinin Sovyetlere esir düşmektense, İngiliz ve Amerikan sektörüne girerek teslim olmuş olması da bu rakamların içindeydi.

Soğuk Savaş ve sonrasında Amerikan popüler kültürü ve Holywood bu gerçeğin tam tersini ortaya koysa da sayılar gerçeği ortaya koymaktadır.

Sovyetler Birliği’nin, Amerikalıların kurmayı hayal ettiği uluslararası düzeni kabul etmek gibi bir düşünceleri yoktu. Doğu Almanya başta olmak üzere tüm Doğu Avrupa, Balkanlar (Yunanistan dışında) ve Orta Avrupa’da Çekoslovakya’nın tamamı Kızıl Ordu’nun veya müttefiki olan güçlerin (Yugoslav ve Arnavut partizanları gibi) kontrolü altında idi.

Uzakdoğu’da ise Mançurya başta olmak üzere Kore’nin yarısı da Sovyetler Birliği’nin işgali altına girmişti. İtalya ve Fransa’da savaş sonrasının güçlü politik aktörleri olan İtalyan ve Fransız komünist partileri adeta Moskova’nın uzantısı gibiydi.

Çin’de ise kırsal alanda egemen politik ve askeri güç olan Mao Zedong yönetimindeki Çin Komünist Partisi, Moskova’nın Çin’deki sağlam bir müttefiki idi. Mao’nun Çin’deki gerçek gücü Amerikalılar tarafından tam anlaşılamamıştı. Aslında Çan Kay Şek yönetimi, Çin’in tek hâkimi gibi görünse de, Çin yönetimi bölgesel güçlerin oluşturduğu uyumsuz bir koalisyondu. 1945 sonrasındaki dünyada pek az ülke, Çay Kay Şek yönetiminin içinde olduğu yolsuzluk ve çürümüşlükle rekabet edebilirdi. Amerikalıların Çin’i ayakta tutmak için gönderdiği askeri ve sivil amaçlı yardımlar resmen yağmalanıyor, Amerikan silahları el altından komünist gerillalara satılıyordu.   

Sovyet lideri Stalin, elindeki kartların güçlü ve zayıf yönlerini çok iyi biliyordu. Sovyetler Birliği’nin en önemli tarım, maden ve sanayi bölgelerinin yer aldığı Beyaz Rusya, Batı Rusya ve Ukrayna tamamen tahrip olmuş, devasa kayıplar ülkenin demografik yapısına olağanüstü zararlar vermişti.

İlk önce Rusya İmparatorluğu ve Sovyetler Birliği; aslında ekonomik ve sosyal olarak benzersiz bir zor dönem yaşamıştı: I. Dünya Savaşı, 1917 Şubat ve Ekim devrimleri, Rus İç Savaşı, Stalin’in zorla tarımı kollektifleştirme süreci ve 1930’lardaki “Büyük Temizlik” ve en sonunda II. Dünya Savaşı.

Stalin ne olursa olsun Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı Sovyetler Birliği’nin sıcak bir savaşa girmemesi gerektiğini düşünüyordu. Amerikan deniz ve hava gücünün rakipsizliği ortadaydı. Aynı zamanda Amerikalılar, elindeki atom bombaları ile nükleer tekeli elinde tutuyordu.

Sovyetler Birliği, Batı Dünyası ile doğrudan çatışmadan hedeflerine ulaşmayı deneyecekti.

Kızıl Ordu’nun Doğu Avrupa’da Nazilerden “kurtardığı” tüm ülkeler bunun bedelini Sovyetler Birliği’ne ödeyeceklerdi. Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya’nın Sovyet uydularına çevrilmesi planlanmıştı.  Sovyetlerin Doğu Almanya’daki sanayi envanterinden, tavuk çiftliklerine kadar tüm ekonomik değere sahip varlıklara el koymaları, Romanya’dan petrol, Polonya’dan kömür, Finlandiya’dan kereste talep etmeleri şaşırtıcı değildi.

Aynı zamanda Sovyetler Birliği (ve eski Rusya İmparatorluğu) her iki dünya savaşında tam anlamı ile işgale uğramış olduğu için Doğu Avrupa’yı bir tampon bölge olarak oluşturmakta kararlıydı.

Stalin “Reel Politik” kavramını acımasızca kullanarak, Sovyet işgal sahası olan Doğu Almanya başta olmak üzere Doğu Avrupa’yı yağmalaması ve bu ülkelerde kukla komünist hükümetler kurması; sadece zaferin ekonomik meyvelerini toplamak için değildi. Stalin Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki muazzam sermaye, kapasite ve teknoloji farkını kapatmak için Sovyet ekonomisine hammaddeden,  bitmiş ürüne ve yatırım mallarına kadar her türlü varlığı nakletmekte kararlıydı. Ama aynı zamanda Doğu Avrupa, Sovyetler için batıdan gelecek olası bir tehdit için tampon bölge olarak düşünülmüştü..

Çelik Adamın Vizyonu

Sovyet lideri Stalin, gerçek adı ile Iosif Vissarionovich Dzhugashvili, oldukça karmaşık ve tartışmalı bir kişilikti. Takma ismi olan Stalin, çeliği temsil eden steel, staal, stal kelimelerinden türemiştir ve Rusça karşılığı “çelikten” anlamına gelir.  

Hitler ve Nazi Almanyası’nın mağlup edilmesinde en büyük katkı kendisine aittir. Stalin’in zor kullanarak ve büyük insani bedeller ödetmek uğruna 1920 ve 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği’ni endüstrileştirme programları olmasaydı, “tarih nasıl şekillenirdi?” sorusu yanıtlanması oldukça zor ama aynı zamanda çekici bir sorudur.

Stalin, Ağustos 1939 tarihinde Almanya ile müttefik olacak derecede yakınlığı tesis eden Molotov-Ribbentrop Anlaşmasını imza ederken, Almanya’nın dikkatini ve savaş hedeflerini batıya döndüreceğini hesaplayarak, iki değerli yıl kazanmıştı.

Reel Politik kavramına en az bu kavramın kurucusu olan Prens Otto von Bismarck kadar hakimdi. 1941 Ekim ayında Almanlar Moskova’ya karşı taarruz ederken, kabinesi Moskova’yı terk etmesine rağmen Stalin şehirde kalarak şehrin savunmasını Mareşal Zhukov ve Mareşal Vasilevsky ile beraber bizzat kendisi yönetmişti.

1943 Tahran, 1945 Yalta, 1945 Potsdam Müttefiklerin liderleri arasında geçen, savaşın ve dünyanın kaderinin müzakere edildiği zirvelerin başrol oyuncusu da kendisiydi. Hatta tekerlekli sandalyeye mahkûm ve aynı zamanda sağlığı son derece bozuk olan ABD Başkanı Roosevelt’i 1945 Şubatında Kırım Yalta’ya kadar getirtebilecek bir güç ve kararlılığa sahipti.  Roosevelt Yalta’dan sadece iki ay sonra hayata veda edecekti.

Stalin acımasızlıkta Adolf Hitler ile yarışabilirdi. Daha Hitler iktidara gelmeden önce Sovyetler Birliği’nde milyonlarca kişi zorla kollektifleştirme ve sanayileşme hamlesinde hayatını kaybetmişti. Stalin, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin karmaşık nüfus ve millet yapısını zorla tehcir (göç ettirme)  ile yönetiyordu. Savaş öncesi ve sonrası milyonlarca insan Stalin’in zorla tehcir ettirmesi ile yer değiştirmiş, çoğu da yokluk içinde ortadan kaybolmuştu. Naziler ilk toplama kamplarını 1933 yılında kurmadan daha önce, Sovyetler Birliği’nde çok sayıda ve yaygın bir “Gulag” sistemi vardı. Gulag’larda Nazilerin gaz odaları yoktu ama Sibirya, Uzakdoğu ve Kuzey Rusya’nın aşırı iklim koşullarında günde 1000 kalori veren bir beslenme rejimi ile günde 14 saat zorla bedenen çalıştırılan insanların da sonu da aynı idi. 

1930’larda yaptırdığı “Büyük Temizlik” ile yine milyonlarca kişi idam edilmiş, ordu ve Komünist Parti’nin tüm kademeleri kanla yıkanmıştı. Savaş öncesi tüm bu felaketlerin yaklaşık 30 milyon insanın ölümüne ve ortadan kaybolmasına yol açtığı düşünülüyor.

Stalin’in II. Dünya Savaşı’nın en kritik dönemi olan 1941-1942 yıllarında Alman ilerleyişini yavaşlatmak ve durdurmak için milyonlarca askerini satranç oyunundaki piyonlar gibi harcaması benzersizdi. Hatta savaşın son aylarında Berlin’in askeri hedef olarak açıkça Sovyetler Birliği’ne bırakılması sözüne rağmen, Alman başkentinin ele geçirilmesini hızlandırmak için Mareşal Zhukov ve Mareşal Konev’in ordu gruplarını yarıştıran da kendisi idi. Zhukov bu yüzden on binlerce askerini Almanya’nın son savunma hattı üzerinde acele ile harcamaktan kaçınmamıştı.

Stalin’in duygusuz karakterini en iyi anlatan vaka ise bizzat kendi oğlunun Almanlara esir düşmesi ve sonradan olanlardır. Oğlu Teğmen Yakov, 1941 yazında cephede Almanlara esir düşmüştü. Almanlar kısa zamanda bu genç teğmenin Sovyet liderinin oğlu olduğunu keşfedecekti. Almanlar Yakov’u ilk başta propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalışsa da, Yakov sağlam duracaktı. Stalingrad’da Alman 6. Ordusu teslim olduğunda, Almanlar İsviçre üzerinden Sovyetlere 6. Ordu komutanı Mareşal Paulus ile Yakov’u takas etmeyi teklif edince, Stalin’in yanıtı net ve kısaydı: “Alman esir kamplarındaki tüm askerimiz benim oğlumdur. Bir Alman mareşaline karşı bir teğmeni takas edemem.”  

Yakov ,1943 yılında Alman Sachsenhausen toplama kampının sınırını oluşturan yüksek voltaj ile akım verilmiş elektrikli tellerine doğru koşarak adeta intihar edecekti.

Sovyet lideri savaş sonrası durumu en iyi tartan Müttefik lideri idi. Sovyet etki alanı savaş öncesine göre tam 1100 km. batıya, Almanya’daki Elbe Nehri’nin teşkil ettiği çizgiye kaymıştı. Milyonlarca Amerikan askeri Batı Avrupa’dan terhis olmak üzere vatanına dönmek üzere hazırlanırken, Kızıl Ordu Orta Avrupa’da idi.

Sovyet lideri elindeki kartları acımasızca oynayacaktı. Örneğin Amerikalılar Sovyetlere ısrarla savaş sonrası Doğu Avrupa’da neden serbest seçimlerin yapılmadığını sorguladığında, Sovyetler Belçika ve İtalya’da da seçimlerin henüz yapılmadığını ifade ederek, Amerikalılara soru ile yanıt veriyordu:” Neden Sovyetler Birliği sınırına yakın bu bölgeler ile bu kadar yakın ve öncelikli olarak ilgileniyorsunuz?”

Stalin’in pozisyonu aslında eski Rus imparatorlarının pozisyonundan veya bugün Rusya lideri Vladimir Putin’in pozisyonundan pek farklı değildir. 1820’lerde I. Alexander, 1850’lerde I. Nikolay, 1878’de II. Alexander nasıl Britanya İmparatorluğu’na “Doğu Meselesi (Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderi) sizin meseleniz değildir!”  derken veya Putin 2000-2020 arasında eski Sovyet cumhuriyetlerinin durumunu Ukrayna dâhil olmak üzere Rusya’nın iç meselesi olarak tanımlarken aynı pozisyondadır. 

Kızıl Dalga Yükseliyor

Soğuk Savaşın resmen başlangıcı 9 Şubat 1946 tarihli Stalin’in Bolşoy Tiyatrosundaki konuşmasıdır. Kapitalizmin doğası gereği ekonomik ve siyasi krizler ürettiği ve bu krizleri aşmak için savaşları bir araç olarak kullandığını ifade eden Stalin, Sovyetler Birliği’nin her türlü gelişmeye karşı olması gerektiğini ifade etmişti.

Stalin’in bu konuşması, çok ileride Rusya lideri Putin’in Ukrayna Savaşı öncesi Batı tarihi ve uygarlığı konusundaki konuşmalarına içerik olarak oldukça benzemektedir. Her iki konuşma da Batı’nın doymaz bitmez genişlemesinin Sovyetler Birliği’nin veya yahut 2000’li yıllarının Rusya sınırlarına kadar ulaştığını beyan etmişti.

Eski İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in meşhur “Demir Perde “ tanımını içeren konuşması, meşhur diplomat ve stratejisyen John F. Kennan’ın  Sovyetler Birliği’ni çevreleme gerektiğini ifade eden teorisini kaleme aldığı “Long Telegram” çalışması Soğuk Savaş kavramını tanımlamıştı.

Kennan’a göre Sovyetler Birliği’nin tüm politik ve askeri yayılma eğilimleri derhal çevreme politikası ile engellenmeliydi.

Stalin, Churchill’in konuşmasını dikkat ile analiz etmişti. Yanıtı sert oldu. Anglo-Amerikan politikalarının İngilizce konuşan ulusları kayırdığını ve bunun Hitler’in faşist ve ırksal üstünlüğe dayalı ideolojisi ile kıyaslanabileceğini ifade etti.  

Sovyetler bu arada savaş sırasında İngilizler ile beraber işgal etmiş olduğu İran’daki kendi işgal sahalarında iki komünist cumhuriyet kurdu: Azerbaycan Halk Cumhuriyeti ile Mahabad (Kürt) Cumhuriyeti. Stalin bu iki kukla devleti bir yıl dolmadan pazarlık masasında koz olarak kullanacak ve bu kartları soğukkanlılıkla harcayacaktı. İran ordusu, 1946 sonunda İngiliz ve Amerikalıların desteği ile Kuzey İran’a girdiğinde iki kukla devlet ortadan kalkacaktı. Ortadan kaldırılan on binlerce insan ise Soğuk Savaşın ilk kurbanları arasında idi.

Soğuk Savaşı hızlandıran iki başka konu da Türkiye Boğazlar Krizi ve Yunanistan İç Savaşı’dır. Türkiye savaşın son aşamasına kadar tarafsız kalmış olmasına karşın, savaşın sonunda Müttefiklerce “Mihver Devletleri ile iş birliği yapmış olan ülke statüsünde” olarak tanımlanmıştı. Bu meselenin uzun hikayesini okumak isterseniz şu yazıma göz atabilirsiniz. Yaygın bilinen aksine Türkiye’nin II. Dünya Savaşı stratejisi doğrular ve kritik hatalarla bezenmiş bir strateji idi:  https://www.stratejivefinans.com/vaka-analizi-ii-dunya-savasi-ve-turkiyenin-stratejisi/

Türkiye’yi kurtaran mesele Çin İç Savaşı’nın başlaması, İran’daki olaylar, Polonya’daki gergin durum ve Yunanistan İç Savaşı idi.

Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile yapmış olduğu “Saldırmazlık Anlaşmasını” uzatmaması, Boğazlar ’da üsler ve Kuzey Doğu Anadolu’da sınır düzeltmesi istemesi; Stalin’in Türkiye’yi II. Dünya Savaşı sırasındaki tutumunu cezalandırma ve karşılığında belli fayda ve yararlar elde etme isteğine dayanır.

Balkanlar ve Kafkasya’da Sovyet zırhlı tümenlerinin hareket ettiğine dair uğursuz haberler Ankara’ya ulaşmıştı. Amerikan Dışişleri Bakanı Dean Acheson ısrarla Başkan Truman’a Sovyetlerin Boğazlar ile yetinmeyeceğini, komünistlerin Türk Ordusu’na da sızabileceğini ve Türkiye’nin Batı için kaybının bölgede birçok stratejik taşı da düşürebileceğini ifade etmişti.

İşte ileride Amerikalıları Vietnam Savaşı’na sokacak meşhur “Domino Taşı Teorisi” bu noktada doğmuştu.

Neyse ki Amerikan yönetiminin Türkiye’ye olan tavrı 1945 yılındaki gibi değildi ve Boğazların Sovyetlerin kontrolüne geçmesi olasılığına karşın, Amerikalılar 6 Nisan 1946 tarihinde ABD’nin en modern ana muharebe gemisi olan Missouri savaş gemisini İstanbul’a gönderdi. Missouri savaş gemisi aynı zamanda 2 Eylül 1945 tarihinde, Tokyo Körfezi’nde Japonya’nın kayıtsız ve şartsız olarak teslim olduğu belgenin imza edildiği yerdir.  Yedi ay sonra aynı gemi Sovyetleri caydırmak amacıyla İstanbul’a gelmişti. Iowa sınıfı modern bir ana muharebe gemisi olan Missouri, tek başına Sovyet Karadeniz donanmasını uzak tutacak ateş gücüne sahipti.

Dikkatli okuyucularım 1877-1878 Rus-Osmanlı Savaşı sonunda Yeşilköy’e kadar gelen Rus ordularının İstanbul’u ele geçirmesini engellemek için, İngiliz donanmasının Boğazlara nasıl girdiğini ve İstanbul açıklarında demir atarak toplarını Yeşilköy’e çevirdiklerini hatırlayacaktır. Bu örnek Amerikalıların 1945 sonrasında esasen 19. yüzyılın tek süper gücü olan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun mirasını nasıl devraldığını gösteren mükemmel bir misaldir.

Bu andan sonra İnönü hükümetleri sürat ile Amerikalıların savunma ve ekonomi şemsiyesinin altına girecekti. Sovyetler uzun diplomatik itiş kakışlar sonrasında 1953 sonrasında taleplerinden vazgeçecekti.

Yunanistan İç Savaşı kanlı ve gereksiz bir mücadele idi. Sovyetlerin müttefikleri olan Yugoslavya ve Arnavutluk sosyalist cumhuriyetleri, Yunanistan’ın Makedonya bölgesindeki komünist gerillalara Sovyet ve Alman silahları ve lojistik yardım sağlıyordu. Stalin ise bu işe daha mesafeli idi. Stalin ve Stavka (Sovyet Genelkurmayı) bu mücadelenin başarılı sonuç vermesinin olanaksız olduğunun farkındaydı. Komünistler sadece Epirüs ve Makedonya’da etkindi. İngiliz ve Amerikan donanmaları ve lojistik imkanları muazzam bir destek sağlıyordu. Bu iç savaşa Sovyetler sınırlı destek verecekti. Ancak bu iç savaşın bir etkisi de Yugoslav lideri Jozip Broz Tito ile Sovyet lideri Stalin’in arasının açılması olacaktı. Tito, bir Sovyet uydusu gibi değil, bağımsız bir lider gibi davranıyordu. Stalin bu hususu dikkat ile not almıştı.

Bu savaşın başka bir sonucu da Yunanistan sağ ve solunun toplumsal boyutta ayrışmasıdır. Güçlü aşırı sağ iktidarlar, Amerikalılar tarafından desteklenecek, bu iktidarlar ileride temelsiz bir Yunan milliyetçiliğine soyunacak ve Kıbrıs’ı karıştıracaklardı. Yunanistan’da 1967 darbesini yapan ordu, 1946-1949 arasındaki iç savaşın kazanmış olan subayların geleneğinden geldiği gibi, komünist gerillalara karşı savaşan paramiliter tipler de ileride Kıbrıs Türklerini katledecek EOKA örgütüne dönüşecekti.

Soğuk Savaşın ana sıklet merkezi Doğu Avrupa ve Çin idi. Çin’de Mao Zedong komutasındaki komünist gerillalar, evvelden Japonlara karşı olduğu gibi kırsala egemendi.

Aynı zamanda Mao’nun önemli bir kozu daha vardı. Komünistler Çin’in 1931’de Japonlara kaptırdığı Mançurya bölgesine sahipti. Bu bölge Çin’in ağır endüstri bölgelerinin en önünde yer alıyordu. Çin’in en kalabalık nüfusuna sahip köylülerin açık desteği arkalarındaydı. Karl Marx çok evvelden işçi sınıfının ayaklanarak komünist devrimlerin meşalesini yakacağı konusunda epey yanılmıştı. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaşanan komünist devrimler, ağırlıklı olarak köylü nüfusa dayanmıştı.  Komünist gerillalar tam 30 yıldan beri savaşıyordu, savaşta epey pişmişlerdi. Vur kaç taktikleri Çin merkezi yönetimi güçlerine karşı çok etkiliydi. Ama esas avantajları tek bir lidere bağlı iyi tanımlanmış bir organizasyona, Sovyet danışmanlarının desteğine ve ellerindeki Sovyet ile Japon silahlarına dayanıyordu. Sovyet askeri danışmanları Çinlilere Sovyet partizanlarının 1941-1944 yılları arasında Almanlara karşı cephe arkasındaki müthiş mücadelelerinin tüm inceliklerini öğretmişlerdi.

Nitekim Mao’nun güçleri Çin’in tamamını 1947-1949 döneminde ele geçireceklerdi. Çan Kay Şek komutasındaki 2 milyon kişiden oluşan askeri güç ve siviller sürat ile çekilerek, eski Japon sömürgesi olan Tayvan’a sığınacaktı. Mao 1 Ekim 1949 tarihinde Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti.

Amerikalılar Çin ve Çan Kay Şek rejiminin yeterliliği konusunda çok kötü yanılmışlardı. Amerikan Pasifik donanmasına bağlı 7. Filo derhal Tayvan Boğazı’na girecek ve Çan Kay Şek’i bir anlamı ile kurtaracaktı. Bugünkü Tayvan sorununun temeli 1949-1950 yıllarında atılmıştı.    

Batı Dünyası için Çin’de yaşananlar bir felaketti ancak asıl Sovyet darbesi Avrupa’ya inecekti. 1947 yılına kadar Doğu Avrupa ve Balkanlar’da Yugoslavya ve Arnavutluk dışında (her ikisi de tek partili komünist iktidara sahipti)  tüm ülkelerde komünistlerin etkin olduğu koalisyon hükümetleri vardı. Yunanistan ve Türkiye, Demir Perde ’nin dışında, Amerikan nüfus bölgesinde kalmıştı. İşler Avrupa’da hızla değişecekti.

Amerikalılar, Sovyet stratejisinin iyice farkına varmıştı. 1 Temmuz 1946 ve 25 Temmuz 1946 tarihlerinde Bikini Adaları’nda yapılan iki nükleer deneme ile tüm dünyaya Amerikan nükleer silahlarının gücü sergilendi. Kullanılan bombalar plütonyum kökenli Nagazaki’ye atılmış olan bombanın eşdeğeri idi.

Ancak bu bombalar Stalin için bir engel değildi. Doğu Avrupa’yı istediği gibi tasarlayacak, ellerini Batı Avrupa’ya da uzatacaktı. Polonya, Macaristan, Romanya, Çekoslovakya ve Bulgaristan’da görünürde koalisyon hükümetleri vardı. Ancak Moskova bu hükümetlerde iç işleri bakanlıkları ve ulaştırma bakanlıkları gibi kritik bakanlıkları komünistlerde kalmasını sağlamıştı. Bu ülkelerin silahlı kuvvetleri ise Kızıl Ordu güdümündeydi. Sahte oy kullanımı, birden fazla oy kullanılması, göstermelik olarak yapılan oy sayımları ile yapılan seçimlerde komünist partiler iktidara geliyordu. Ayrıca ulaştırma bakanlıkları yolu ile ateşli komünistler ve işçiler meydanlara taşınıyor ve göstermelik bir kamuoyu baskısı yaratılıyordu. Hatta iktidarda devrilmesi veya zayıflatılması gereken bir koalisyon hükümeti mevcutsa, hayatı durduracak grevler bir anda başlıyordu. Aslında her şey Batı kamuoyunu aldatmak için düzenlenen bir tiyatroydu.   

Bulgaristan’da 1946 yılında hileli bir referandumda kraliyet yönetimi ortadan kaldırıldı. Ülke 1947 yılında tek partili komünist parti diktatörlüğüne dönüştü.  Romanya’da ise 1947 yılında Kral Michael I doğrudan canına ve ailesine olan tehditler sonucu tahtı bıraktı. Ardından komünistler Romanya Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Macaristan’da ise 1947 yılında düzenlenen hileli seçimler sonucunda komünistler iktidara geldi. Ülkenin bir “halk cumhuriyetine” dönüşmesi 1949 yılında gerçekleşecekti.

Çekoslavakya ve Polonya’nın Batı Dünyası için önemi farklı idi. Çünkü bu ülkelerin Naziler tarafından ele geçirilmesi II. Dünya Savaşı’nı tetiklemişti. Sovyetler de Polonya konusunda çok hassas idi. Stalin’in, 1920 Polonya-Sovyet savaşında uğranılan utanç verici yenilgi nedeni ile neredeyse tüm askeri ve politik hayatı bitecek idi.  Nazilerle 1939 yılında yaptıkları gizli anlaşma ile Sovyetler Doğu Polonya’yı alarak bu yenilginin rövanşını almışlardı.

Savaş sonrası ise Polonya’nın sınırları batıya kaydırılmıştı. Sovyetler, Polonya’ya verilen Almanya’nın ikinci büyük sanayi bölgesi olan Silezya dâhil olmak üzere Polonya’nın, İngiliz-Amerikan etki alanına düşmesini arzu etmiyordu.

1947 yılında yapılan hileli parlamento seçimlerinde komünistler iktidara geldi. Seçimlerde sol koalisyonun kazandığı oy oranını (%80) bizzat Stalin kendisi belirlemişti.

Bundan sonra tüm batı yanlısı görülen kişiler tasfiye edilecekti. Aralarında Auschwitz’de ayaklanma çıkartmış olan ve Nazilere karşı Varşova Ayaklanmasını yürüten liderler arasında yer alan savaş kahramanı Witold Plecki de vardı. Kendisi için uydurulmuş suçlar pek garipti: Amerikan ajanı ve Nazi işbirlikçisi. Doğrusu komünistlerin hayal gücü epey genişti.

Çekoslovakya Stalin’in listesinin sonundaydı. Çekoslovakya Nazilerin eline düşen ilk Doğu Avrupa ülkesi idi. Diğerlerinin aksine kuruluşundan beri demokratik seçimler ile başa gelen hükümetler tarafından yönetilmişti. 1946 yılındaki seçimler sonucunda komünistler tüm partiler ile bir koalisyon hükümeti kurmuştu. Ancak komünistlerin kötü yönetimi Mayıs 1948 seçimlerinde epey oy kaybedeceğini gösteriyordu.

Moskova buna izin veremezdi. Şubat 1948 tarihinde seçimden üç ay önce komünistler koalisyon hükümetini adeta devirecekti. Merkez sağı temsil eden Cumhurbaşkanı Edvard Benes ve koalisyonun 12 komünist olmayan bakanı, tehditler karşısında istifa edecek ve iktidar tamamen komünistlere kalacaktı. 1948 Çekoslovakya Darbesi, açıkça yapılan bir darbedir. Silahlı komünist milisler bakanlıkları kuşatmış, Sovyet garnizon birlikleri ülke içindeki kışlalarda harekât pozisyonu almıştı.

Edvard Benes şansız bir adamdı. Kendisinin 1935-1938 dönemindeki cumhurbaşkanlığı sırasında ülkesi Nazilerin eline düşmüştü. 1945-1948 yıllarında ise ülke resmen Sovyet uydusu haline gelmişti. 1948 Çekoslovakya Darbesi ile Batı’nın son sabrı da tükenmişti.   

Amerikan Karşı Stratejisi

Amerikalılar, daha 1943 senesinden beri dönemin İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in uyardığı Sovyetler Birliği’nin ihtiraslarını kavramıştı. Amerikalıların ilk yaptıkları doğru iş Almanya’yı kırsal bir ülke haline getirmeyi tasarladıkları Morgenthau Planı’nı gözden geçirmeleri oldu. Bu meşum planın uygulanmasından 1948 yılından sonra tamamen vazgeçilecekti. Eğer plan uygulansaydı Alman sanayi kapasitesi 1938 düzeyinin %50’sine kadar düşürülecekti.

12 Mart 1947 tarihinde Başkan Truman, Kongre’de yaptığı konuşmada yeni Amerikan doktrinini açıkladı. Truman Doktrini olarak bilinen bu doktrine göre, ABD Sovyet tehdidi altındaki demokratik ülkelere Amerikan yardımı yapılacaktı. Truman Doktrini ileride NATO’nun kuruluş prensibi olacaktı.

ABD yönetiminde ve diplomasisi içinde yer alan Averell Harriman, George F. Kennan, Dean Acheson gibi isimler dönemin usta stratejisyenleriydi. Mesala George F. Kennan’ın şu ifadeleri Sovyetler Birliği’ni mükemmel bir şekilde anlatıyordu:

“Sovyet iktidarı, Hitler Almanyası’nın aksine ne şematik ne de maceracı bir karaktere sahiptir. Sabit ve katı tasarlanmış planlarla çalışmaz. Gereksiz riskler almaz. Aklın mantığından etkilenmez ve gücün mantığına ise son derece duyarlıdır. Bu nedenle kolayca pozisyonundan geri çekilebilir ve genellikle herhangi bir noktada güçlü bir tepki ve dirençle karşılaşıldığında bunu yapar.”

George F. Kennan gerçekten de 1947-1991 döneminde oluşacak Sovyet politikasını sadece beş cümle ile özetlemişti. Bu ifadeler, Amerikan stratejisinin temelini oluşturacak, 1947 Truman Doktrini’nin, 1949 yılında kurulan NATO’nun, 1957 Eisenhower Doktrini ’nin teorisinin içinde yerini alacaktı. 1947 yılından itibaren ABD ve Batı Dünyası, Sovyet etkisinin yayılmasını engellemek için “Containment” yani çevreleme stratejisini uygulayacaklardı.  

Amerikalılar Fransa ve İtalya’daki güçlü komünist varlığını sınırlamak için hızla merkezi yönetim ile işbirliğine gidecekti. Fransa’daki komünist partinin geçmişi 1848 Devrimleri’ne kadar dayanıtyordu. İtalya’da ise komünistler Kuzey İtalya’da çok güçlüydü.

Amerikalılar Almanya meselesine de geçici bir çözüm bulmuştu. İngiliz ve Amerikan işgal bölgeleri birleştirilmeye başlanmıştı. Fransız işgal bölgesi de bu plana dâhil edilecekti. Alman politikacılara Batı Almanya’da bir devlet kurulacağı dolaylı olarak ifade edilmişti. Almanya’nın politik ve ekonomik mucizesi başlamak üzere idi. Eğer bu süreci detaylı okumak isterseniz şu yazı dizisine göz atabilirsiniz: https://www.stratejivefinans.com/almanyanin-gercek-mucizesi-i-bolum/

Japonya’da ise işgal kuvvelerinin komutanı General MacArthur, Washington’dan neredeyse özerk bir şekilde Japonya’yı yeniden yaratıyordu. Japonya’nın mucizesi de başlamak üzereydi. Bu benzersiz hikâyeyi detaylı okumak isterseniz, şu yazı dizine göz atabilirsiniz: https://www.stratejivefinans.com/japonyanin-gercek-mucizesi-i-bolum-yikim-1944-1945/

Ancak Stalin’in karşı darbesi beklenmedik yerden gelecekti. Soğuk Savaşın kalbi Almanya olacaktı. Almanya’nın kalbi ise dört işgal bölgesine ayrılmış olan Berlin idi. Berlin, Sovyetlerin Almanya’daki işgal bölgesinin tam içindeydi ve Amerikan ve İngiliz sektörlerinden 160 km. uzaktaydı. Berlin’e giden karayolları ve demiryolları Sovyet işgal sahasından geçiyordu. Ayrıca bu bölge üzerinde yer alan üç hava koridoru Batılı Müttefiklere tahsis edilmişti. Derken Moskova’dan gelen talimat ile 25 Mart 1948 tarihinde Berlin ile İngiliz, Amerikan ve Fransız sektörleri arasındaki kara ulaşımının denetime tabi olacağı açıklandı. Sovyet avcı uçakları Batı Berlin’i oluşturan hava sahasını ihlal etmeye başladı. Hatta bir tanesi bir yolcu uçağı ile çarpışacaktı.

Berlin krizinin tırmanması ise yeni Alman marklarının (Deutsche Mark)tedavüle çıkarılması sonucu oldu. Batılı Müttefikler kendi bölgelerinde parasal bütünlüğü sağlamak için, yeni bir para birimi oluşturarak, eski Reichsmarkları kaldırıyordu. Sovyetler yeni Alman marklarını Berlin’e sokmayacaklarını açıklamıştı. Sebebi basitti. Bu marklar Berlin’e geldiği zaman Sovyet işgal bölgesinde de insanlar bu sağlam parayı kullanacaktı.

İşte bu yeni Deutsche Mark, yani ileride kurulacak Batı Almanya’nın para birimi, dolaşıma çıktıktan sadece 15 yıl sonra dünyanın sağlam rezerv para birimleri arasında yer alacaktı. Tam 51 yıl sonra, 1 Ocak 1999 tarihinde çıkacak Euro’nun da temelini teşkil eden en önemli yapı taşı 1948 yılında çıkarılan Alman markı olacaktı. Bu süreci ayrıca anlatacağım.

Müttefiklerin Batı Almanya’daki işgal bölgelerinde bastığı Alman markını Berlin’e sokma girişimi Stalin’in sabrı taşırdı. Doğu Alman markının tedavüle sunulacağı açıklandı. Ve Berlin’e giden tüm kara ve demiryolları kapatıldı. Milyonlarca Berlinli sivil ile Berlin işgal bölgelerinde konuşlanmış İngiliz, Amerikan ve Fransız askerleri Berlin’de abluka altında kalmıştı.               

Burak Köylüoğlu

Related posts

Küresel Düzenin Hikayesi, XXIII. Bölüm, II. Dünya Savaşı’nın Sonu ve İki Kutuplu Dünya Düzeninin Sancıları

Küresel Düzenin Hikayesi, XXII. Bölüm, Müttefikler Savaşı Kazanıyor (1943-1945)

Küresel Düzenin Hikayesi, XXI. Bölüm, Savaş Rüzgarları Yön Değiştiriyor