Türkiye’nin yakın ekonomik geçmişinde üç ekonomik krizin izi bulunmaktadır: 1994, 2001 ve 2018 ekonomik krizleri. 2018 Ekonomik Krizi’nin nasıl bir yol izleyeceği konusunda pek çok yorum yapılıyor. Bana da çok sayıda soru geliyor.
Bu yazı her üç krizi de ele alarak, okuyuculara krizlerin kendi dinamikleri ile yarattıkları eğilim ve kırılmaları analiz etmelerine yardımcı olacaktır.
1994 Ekonomik Krizi
1994 Ekonomik Krizi’nin kökeninde, 1980’li yıllardaki liberalizasyon politikalarının sonuçları ile kamu borç stokundaki artışın bileşik etkisi yer alır.
1980’li yılların ortasında miktarsal anlamda ticaret kısıtlamaları kalkmaya başlamış, 1984’te döviz mevduat hesapları serbest bırakılmış, 1987 yılında TCMB açık piyasa işlemlerine başlamış, 1988’de bankalar arası borçlanma piyasası kurulmuş, 1988 yılında mevduat ve kredilere uygulanan faiz tavanları kaldırılmış ve 1989-1990 yıllarında sermaye hareketlerindeki serbestleşmesi ile TL’nin konvertible hale getirilmesi sağlanmıştır.
Bu politikaların Batı Dünyası’nda 1980’li ve 1990’lı yıllarda ekonomik ve siyasi bir başarıya ulaştığı söylenebilir. Ancak Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde bu ölçüde liberalizmin, hızlı sermaye giriş ve çıkışlarında sorun yaratma riski bulunmakta idi. Bu dönemde bu riskleri dengeleyici önlemler modele dahil edilmedi.
Bu dönemde sermaye girişlerinin ve borçlanma olanaklarının artışı ile ülkeye giren döviz tutarı artarken; para politikası açık ve anlaşılır değildir. Para politikası, yönlendirilen/yönetilen dalgalanma (managed float) üzerine kurulmuştu.
Kurun yönlendirilen dalgalanma ile yönetilmesi sermaye ve borçlanma ile giren döviz tutarını arttırdıkça, TL’nin nominal ve reel kuru arasındaki fark iyice açılır hale geldi.
1990’lı yıllara girilirken ayrılıkçı terör tehdidine karşı savunma harcamalarındaki artış ve siyasi partilerin seçim sürecindeki vaatlerinin seçim sonrasında kamu bütçe dengesini bozucu etkisi birleşir duruma geldi. 1980’li yıllarda kamu kesiminin borçlanma gereksinimi GSMH’nin %4-5’ini oluştururken; bu oran 1991-1993 yıllarında %10-12 bandına ulaştı.
1993 yılında artık kamu bütçesi personel giderleri ve kamu borcunun faiz yükü nedeni ile yönetilemez hale gelmişti. Dönemin başbakanı Prof. Dr. Tansu Çiller, kamu bütçesinin temel sorunlarından biri olan iç borç faizlerini düşürmek için iç borçlanma ihalelerini iptal etmeye başladı. 1993 yılı Eylül-Aralık döneminde iç borçlanma ihaleleri iptal edilirken, Hazine bütçe nakit açığını Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasından avans alarak finanse etmeye başladı. Bu şekilde özelleştirme gelirleri hazineye girene kadar, iç borcun faiz yükü azaltılmaya çalışıldığı amaçlanıyordu.
Artan kamu borcu, yönetilemeyen kamu bütçesi, aşırı değerli TL ve artan cari açıktan oluşmuş olan tehlikeli kompozisyon, TCMB’nin avans vererek karşılıksız para basması ile en nihayetinde Ocak 1994 tarihinde patladı.
Karşılıksız para yaratıldığını hisseden yatırımcılar, ellerindeki TL varlıkları satarak döviz almaya başladı. Ocak-Nisan 1994 döneminde, USD TL’ye karşı %160 değer kazanacak, gecelik faizler ise %1000’ni geçecek, enflasyon ise rekorlar kırarak %117’ye ulaşacaktı.
Bankacılık sektörü ise batan 3 küçük banka haricinde içten içe sarsıldı. Artan kur sepeti ve faizler bankaların bilançolarını önemli ölçüde tahrip etmişti.
1994 Ekonomik Krizi’nde ekonomi yönetimi; zayıf bir yerel para birimine sahip bir ekonomide, para arzının arttırılarak, faizlerin düşürülebileceği hayaline kapılmıştı. Oluşmuş olan TL faizin yüksekliği aslında kötü bir kamu bütçe ve borçlanma politikası ile TL’yi aşırı değerli kılan managing float uygulanmasının yarattığı risklerin sonucu idi. Karşılıksız para yaratıldığını gören yatırımcıların artık TL riskini almayıp, yabancı paraya koşması da bu sürecin beklenen sonu oldu.
Krizden sonra IMF ile yapılan anlaşmaya da uyulamayacak ve 1990’lı yıllarda temel reformların hiçbiri değişen hükümetlere rağmen yapılmayacaktır.
Kısaca özetleyecek olursak,
Krizin temel nedenleri:
-
Liberalizasyon politikalarının içine koruyucu önlemlerin dahil edilmemesi
-
Popülist ve oy kazanmaya yönelik politikalar
-
Yüksek kamu borcu ve bütçe açığı
-
Yüksek kamu borcunun oluşturduğu yüksek faizin kamu borcunu çevrilemez hale getirmesi
-
Managing float uygulaması ile TL’nin aşırı değerli olması
-
Kurumsal reformlar ile algılanan riski ve kamu borçlanma gereksinimini düşürmek yerine, hazine ihalelerini iptal ederek ve TCMB’den avans alarak TL faizleri düşürme çabası
Krizin sonuçları:
-
Yüksek enflasyon, yüksek kamu borcu ve bütçe açığının devamı
-
1990’lı yılların sonunda hiperenflasyon riskinin belirmesi.
-
Denetimin ve sermaye profilinin zayıflamaya devam ettiği bankacılık sektörü
-
Siyasi istikrarsızlık
2001 Ekonomik Krizi
1998 yılına gelindiği zaman IMF ile bir yakın izleme programı (staff monitoring program) üzerinde anlaşılır. Bu program, Aralık 1999 tarihinde daha kapsamlı bir stand-by programına dönüşecektir.
1994 Ekonomik Krizi sonrasında temel reformların uygulanmaması sonucunda 1990’lı yıllar yüksek kamu borcu, yüksek faiz, yüksek enflasyon sarmalında geçmiştir. İç borç stokunun GSMH’deki oranı son 10 yılda %13’ten 1999 yılında %30’a; bütçe açığının GSMH’ye oranı ise %11.5 gibi korkutucu bir orana ulaşmıştı. 1999 yılında artan kamu açığı enflasyonu da körüklemiş, TÜFE %65 düzeyine ulaşmıştır.
Türkiye’nin cari açığı 2000’li yılların aksine 1990’lı yıllarda oldukça (1994-1998 arasında GSMH’nin %1.2’si kadar) düşüktür.
1999 IMF programının temel araçları özelleştirme ve kamu gelir yönetimi ile kamu bütçe açığı ve borçluluğunu düşürmek, bir çeşit sabit kur sistemi ile döviz kuruna basarak enflasyona karşı bir nominal çıpa yaratmaktır.
Sabit kur sistemi, bir tür “crawling peg” uygulamasıdır. TCMB kur sepetinin TL karşısındaki değer kaybını baştan (2000 yılı için %20) taahhüt etmiştir. Sabit kur sisteminden serbest dalgalanan kur sistemine geçiş ise, 30 Haziran 2001 itibari ile kurun bir koridor içinde dalgalanması ile başlayacaktır. Enflasyon ve kur stabilize oldukça, koridor genişleyecek ve sistem serbest dalgalanan kura (31 Aralık 2002) geçecektir.
Para politikasındaki başka bir dayanak ise TCMB’nin net iç varlık hedefidir. Buradaki temel prensip, TCMB’nin piyasaya vereceği likiditeyi kontrol ederek, para tabanını çıpa olarak kullanarak enflasyonu düşürmektir. Bu çıpa dışarıdan döviz girişi ile TL yaratılması prensibine dayanmaktaydı.
1999 Aralık IMF programı prensip olarak tutarlı bir program olarak görünüyordu. Ama çok önemli bir riskin varlığı programda tam karşılığını bulamamıştı: Zayıf bankacılık sektörü.
Bankacılık sektörü 1990’lı yıllarda kamu borcunu finanse ettiği süreçte, sektör aktiflerinin önemli bir kısmı DİBS portföyünden oluşur hale gelmişti. Bu portföy de önemli tutarda döviz kısa pozisyonu ile finanse edilmekteydi.
2018’te reel sektör üzerindeki yüksek döviz kısa pozisyonu nasıl krizin önemli bir nedeni ise, 2000 yılında da aynı risk finansal sektör üzerinde idi.
Program aynı zamanda katı prensipler (net iç varlık hedefi ve döviz kuru çıpası) üzerine kuruluydu. Diğer bir deyişle, mühendislik tabiri ile sistemde oluşabilecek aşırı basıncı tahliye edecek vanalar modele dahil edilmemişti. Nitekim sistem, beklenmedik bir şekilde biriken basınç ile Kasım 2000’de patlayacaktır.
Bankacılık sektörünün ayıklanması 1999-2000 yılında 5 özel bankanın TMSF’ye devri ile başlamıştı.
Program, bankalara kısa döviz pozisyonlarını azalttırmak için munzam karşılık silahını kullanmıştı. Açığını kapatamayan bankalar daha yüksek munzam karşılık yatıracak ve BDDK’nın ilave yaptırımlarına tabi olacaktı.
Bu riski gören bankalar açık pozisyonlarını azaltmak için TL borçlanma piyasasına (TL borçlanıp, döviz almak için)hücum etti. Artan TL talebine rağmen, IMF TCMB’nin net iç varlık hedefini değiştirmemesinde ısrarcı oldu. TL likidite arzı kısıtlı, talep yüksek olunca sistem bir anda çöktü. Ellerinde büyük tutarlı devlet kâğıdı olan bankalar faizler yükseldikçe büyük zararlar ettiler.
Kasım 2000’de gecelik faizler %800’lere kadar çıktı. IMF ile ekonomi yönetimi arasında sert geçen görüşmeler sonucu, IMF’den 7.5 Milyar USD ek kaynak alındı ve yüksek devlet kağıdına sahip Demirbank TMSF’ye devir alındı. Demirbank’ın sistemden çıkarılmış olması TL talebini düşürdü. Ancak kriz daha yeni başlıyor idi.
Bankacılık sektörü, 1990’lı yıllardan beri için için çürümüştü. Kamunun borç stokunu taşıyan sektörün türlü usulsüzlüğüne ahbap çavuş kapitalizmi ile göz yumulmuştu. Kasım 2000 krizi, sektörün çürümüş olan temel taşıyıcı elamanlarını en nihayetinde kırmıştı.
IMF ve ekonomi yönetiminin en büyük hatası bu gerçeği tam kavrayamamış olmasıdır. Daha da büyük hata ise 1999 stand-by programının revize edilerek uygulanmaya devam edilebileceği varsayımıdır.
Kasım 2000’de oluşan sistematik zarar, 2001 Şubat tarihinde çok daha büyük bir kriz üretecektir.
19 Şubat 2001 tarihinde yaşanmış olan anayasa kitapçığı krizi, hükümeti oluşturan koalisyonun dağılabileceği riskini almak istemeyen yatırımcılarda panik oluşturmuş, döviz kuru (5.4 milyar USD tutarında doğrudan müdahaleye rağmen) sürat ile artmış, gecelik faizler %5000-7000 bandına yükselmiştir. 21 Şubat 2001’de TL artık savunulamaz duruma gelmiş, crawling peg terk edilerek serbest dalgalanan kur sistemine geçilmiştir.
2001 Şubat Krizinden sonra, Kemal Derviş’e özel yetkiler tanınarak, IMF ile çok daha geniş kapsamlı yeni bir program hazırlandı. Güçlü Ekonomi Programı isimli bu program 2001-2002 yıllarında finansal sektörü ve kamu sektörünü devrimsel bir şekilde yeniden yapılandıracaktır. 2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi bu programı, 2008 Küresel Ekonomik Krize kadar kendi ekonomik programının çıpası haline getirecektir.
Krizin temel nedenleri:
-
Doğru denetlenmemiş ve özvarlıkları zayıf bankacılık sistemi
-
IMF programının esnekliğe açık olmaması
-
IMF programını uygulayan koalisyon hükümetindeki görüş farklılıkları
-
Bankacılık sistemindeki hastalığı tedavi etmeden, sektör üzerinde katı kuralların işletilmesi
-
Kasım 2000 krizinde, piyasaya likidite sağlanmasında geç kalınması. IMF’in net iç varlıklar hedefinde ısrarcı olmaya etmesi
-
Kasım 2000 krizinin yaratmış olduğu sistematik zarara rağmen IMF programında temel bir değişikliğe gidilmemesi
Krizin sonuçları:
-
Finansal sektörün sermaye yapısının düzeltilmesi ve denetiminin sağlanması.
-
Yüksek kamu stoku ve bütçe açığına karşı getirilen yapısal çözümler
-
Özelleştirme sürecinin hızlanması
-
Döviz kurunun stabilize olması, faizlerin ve enflasyonun düşme eğilimine girmesi
-
Yüksek reel faiz uygulaması ile değerli TL döneminin başlaması
-
11 Eylül terör saldırıları sonrası küresel boyutta parasal genişleme ortamının ekonomide büyümeyi desteklemesi
-
Düşen enflasyon, kalıcı büyüme ve artan borçlanma olanakları ile artan tüketim iştahı
-
Reel sektörün büyüyen iç pazara yönelik yatırımlara başlaması
-
Ekonomide cari açık vererek büyüme modelinin başlangıcı
2018 Ekonomik Krizi
2018 Ekonomik Krizi’nin nedenleri 1994 ile 2000-2001 krizlerinden daha karmaşıktır. Krizin temel nedenleri yıllar itibari ile birikimli yüksek cari açık verilmesi, özel sektörde oluşan yüksek borçluluk ve kısa pozisyonlar, geç reaksiyon veren para politikası, iç pazar büyümesi üzerine kurulu ekonomi politikası, bankacılık sektöründe aşırı risk alma ve kötü kredi eğilimi, ranta dayalı ekonominin payının yükselmesi, iç siyasi risklerin artışı ve Batı Dünyası ile sürtüşmeler olarak sayılabilir.
2018 Ekonomik Krizi, yukarıda sayılmış olan nedenlerin oluşturduğu tehlikeli karışımın, Rahip Brunson meselesi ile ateşlenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. TL, 2018 yıl başına göre krizin tepe noktasında %77 değer kaybetmiş; gösterge DİBS faizleri %13 düzeyinden %27 gibi seviyeleri de görmüştür. ABD ile Brunson olayı çözülüp, TCMB’nin eli (nihayet) faiz artışında rahat bırakılınca; kur ve faiz ulaşmış olduğu tepe noktalardan gerilemeye başlamıştır.
2018 Ekonomik Krizi, mevcut koşulları ile, literatürde uzun ve yapışkan olarak tanımlanan ekonomik kriz sınıfına girmektedir. Bu kriz modeli safhalar halinde devam eden bir yapıya sahiptir.
Krizin oluşturduğu sistematik zarar o kadar büyüktür ki; sanayi ve ticaret sektörü önemli bir darbe almış, işsizlik son yıllarda görülmedik düzeye ulaşmış, tüketicinin hem reel harcanabilecek geliri düşmüş hem de artan işsizlik nedeni ile harcama arzusundan vazgeçmiştir.
Finansal sektör bu krizde yıkılmamış ama çok önemli bir yara almıştır. Bankacılık sektörünün bilançosunda oluşmuş olan görünür NPL oranının kat be kat üzerinde donuk ve sorunlu kredi bulunmaktadır.
Bunu analiz etmek için; bankaların bedelli sermaye artışlarını, BDDK mevzuatında yapılan rahatlatıcı değişiklikleri, art arda açılmış olan teşvik ve kredi paketlerini, belli sektörlere tanınan kurtarma planlarını ve kamu bankalarına verilen “görevleri” değerlendirmek yeterlidir. Çok uzun bir dönemden beri ilk defa sektörün açtığı kredi büyüklüğü nominal ve reel anlamda gerileme bulunmaktadır.
Reel sektördeki aşırı borçlanma ve YP kısa pozisyon sorunu halen masadadır. YP kısa pozisyonun kısa ve orta vadede kapatılması olanaklı değildir.
Çok daha önemlisi ise küresel ekonomideki eğilimlerdir. Gelişmiş ülkelerde 2008 sonrasında üç temel eğilim oluşmuştur. Bunlardan ilki Batı Dünyası malzeme biliminden, iletişim teknolojisine; üretim süreçlerinden lojistiğe kadar her alanda kayda değer bir atılım yapmıştır. 2008 sonrası satın alma ve birleşmeler ile gelişmiş ülkelerin kurumların pazar payları büyümüş ve egemen oldukları sektörlere giriş ve rekabet şansı daha da azalmıştır. Türkiye bu kritik dönemi tamamen ıskalamıştır.
Bundan sonra Türkiye’nin en büyük problemi ürettiği katma değer açısından kendinden hızlı koşan gelişmekte olan ülkeler ile rekabet edememesi riskidir. İnsan kaynağı, üretim süreci, ürün yönetimi, marka ve R&D gibi kritik başarı faktörlerine yatırım yapamayacak reel sektör içinde bulunduğu durumdan nasıl çıkacaktır?
2018 Ekonomik Krizi, önemli ölçüde kamu kaynağını da kendine bağlar duruma gelmiştir. Kamu kesimi borçluluk düzeyi ve bütçe açığı düzeyi Türkiye Ekonomisinin son sağlam kalesidir. Ancak bu parametrelerde de başlangıç düzeyinde bozulma başlamıştır. Bu konuya ileride değineceğim.
Krizin nedenleri:
-
2008 Küresel Ekonomik Krizi sonrasında küresel anlamda bol ve ucuz para sisteminin devam edeceğinin varsayılması
-
Birikimli giden yüksek cari açık ve net pozisyon açığı
-
Yüksek borçluluğa sahip ve döviz kısa pozisyonu taşıyan reel sektör
-
Finansal sektörün zayıf kredi analiz ve politikaları
-
Rant ekonomisinin büyümesi
-
YİD projelerinin ekonomik faydasını aşan riskler (borçluluk ve tasarruf açıkları) oluşturması
-
Para politikasında faizleri düşük tutarak enflasyonun kontrol edileceği varsayımı
-
İç talebi körükleyerek büyüme modeli
-
Reel sektörün prodüktivitesi düşük yatırımları
-
İç pazar satışlarını ve karlılığını maksimize eden reel sektör stratejisi
-
İç siyasi riskler
-
Batı Dünyası ile gerilen ilişkiler
Son ekonomik krizin sonuçlarını tam anlamı ile değerlendirmek henüz olanaklı değildir. Bu neden ile 2019-2020 için genel bir öngörü oluşturmadan, matematiksel modeller kullanarak dinamik senaryolar oluşturmayı ve bu senaryoları kurumların stratejik ve finansal yönetimine entegre etmeyi öneriyorum.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.