Birinci Dünya Savaşını hukuken bitiren Paris Barış Konferansı, 1919 yılından itibaren dünyada yeni bir jeopolitik ve ekonomik bir düzen kurmuştu.
Kısaca bu düzene Almanya ile imzalanmış olan barış anlaşmasının ismi olan Versay Düzeni diyebiliriz.
Versay düzeni; savaşı kazanmış dört büyük güce, İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD’ye, küresel düzeninin muhafızlığını bahşederken, “Büyük Savaşın” muazzam ekonomik zararını da mağlup olan Merkezi Devletlere savaş tazminatları yolu ile yıkmıştı.
Versay düzeninin en önemli amaçlarından biri de ekonomik ve askeri anlamda dizlerinin üzerine çökmüş olan Almanya’nın bir daha Avrupa ve dünya için bir tehdit oluşturmaması idi. Savaş tazminatları, Alman ordusunun ve donanmasının katı bir şekilde kısıtlanmış olması, Alman-Prusya genelkurmay sisteminin yasaklanması, Almanya’nın kapısı olan Ren Bölgesi’nin işgali, Almanya’nın doğudan ve güneyden yeni oluşturulan Polonya ve Çekoslovakya ile kuşatılması bu amaca hizmet ediyordu.
Bugünkü Birleşmiş Milletlerin öncüsü olan “League of Nations” ya da eski Türkçe’deki karşılığı ile Cemiyet-i Akvam, Versay düzeninin en önemli kurumu idi.
Ancak Versay düzeni daha kurulduğu anda çökmeye başlamıştı. Büyük Savaş’ın ana finansörü olan Amerika Birleşik Devletleri; Demokrat Partili Başkan Wilson’ın Senato’dan Versay Anlaşması’nı geçirememesi ile garip bir duruma düşmüştü. Senato; Cemiyet-i Akvam’ın herhangi üyesine yapılan bir saldırının, tüm üyelere karşı yapılmış sayılacağını ve üye ülkelerin saldırgan devlete karşı oluşturulacak askeri güce destek vermesi gerektiren maddeyi, ABD anayasasına aykırı olduğu gerekçesi ile anlaşmayı kabul etmekten çekinmişti.
Okuyucularıma şu notu iletmek isterim ki; 1920’lerdeki Amerika Birleşik Devletleri, 1945 sonrası ABD’den oldukça farklı bir çizgidedir. Bu dönemde Amerikan siyasetinde dünyadaki çatışma ve çekişmelerden uzak durmayı destekleyen bir yaklaşım egemendi. ABD I. Dünya Savaşı’na Almanların sınırsız denizaltı savaşı ile Amerikan gemilerini batırması ve Almanların Meksika’ya Teksas, Arizona ve New Mexico eyaletlerini vaat eden meşhur Zimmermann Telgrafı’nın basına sızması sonucu girmişti. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın ve sınırsız denizaltı savaşı isteyen Alman genelkurmayının başındaki Hindenburg ve Luderdorff ikilisinin büyük hataları olmasaydı, Amerikalıların savaşa girmesi pek de olası değildi.
Amerika Birleşik Devletleri; Almanya, Avusturya ve Macaristan ile ayrı ayrı olmak üzere Versay’dan iki yıl sonra 1921 yazında ikili barış anlaşmalarını imza edecekti. Esasen “Büyük Savaş” hukuken 1921 yazında bitmiş olacaktı.
Savaşın galipleri arasında olan İtalya ise büyük bir çalkantıda idi. İtalya uğramış olduğu muazzam kayıplara karşın ancak Güney Tirol-Trentino bölgeleri ile Trieste’yi alabilmişti. İtalya’nın Fransa ve İngiltere’nin yanında bir figürana dönmüş olması, eski bir gazeteci ve uzun bir sosyalist geçmişi olan Benito Mussolini’nin kurduğu Faşist Parti’nin yükselişini sağlamıştı.
Mussolini’nin doktrini Plato, Nietzsche ve Pareto’nun çeşitli düşünce ve eserlerinden kırpılıp, rastgele birleştirilen söylemlere dayanıyordu. Aslında faşizm; cumhuriyetçilik, liberalizm, sosyalizm, komünizm ve hatta anarşizm gibi politik akımların sağlam düşünsel temeline dayanmıyor, toplumun hayal kırıklıklarını öfkeye dönüştürmeyi, bu öfkeyi ise devletin ortaya koyduğu hedefler çerçevesinde toplumu devletin bir uzantısı haline getirecek bir itici güce çevirmeyi hedefliyordu.
Mussolini’nin kitlelere vaat ettiği elle tutulur tek hedefi “spazio vitale” yani “hayati yaşam alanı” idi. Bu hedef antik Roma Cumhuriyeti’nin “Italia“ eyaletine denk gelen topraklarda modern İtalya’yı kurmak yani Dalmaçya kıyı bölgesini yeni kurulmuş olan Yugoslavya’dan ilhak etmekti. Faşizm, İtalyanlara “Büyük İtalya’yı” kurma hedefi vermiş olsa da, İtalyanlar 1920’lerde ne askeri, ne ekonomik, ne de toplumsal olgunluk anlamında “Büyük İtalya” kavramını hak etmekten uzaktı. Nitekim I. Dünya Savaşı’nda Alman-Avusturya taarruzu Caporetto’da İtalyan ordularının belini bir hafta içinde nasıl kırdı ise, aynı hezimetin tekrarı 1940-1941 kışında yaşanacak olup; yüzbinlerce İtalyan askeri, bugünkü Libya’da birkaç düzine İngiliz Matilda tankına teslim olacaktı.
İngiliz gizli servisi savaş sırasında Mussolini’ye bir gazeteci olarak değer vermiş ve savaş sırasında çökmek üzere olan İtalya’nın savaşta kalması için Mussolini gibi aşırı milliyetçi kimliğe sahip gazetecilere para yardımı yapmıştı. Mussolini’nin siyasi başlangıcında MI5’ın desteği hayati idi.
Mussolini adım adım örgütlemiş olduğu Faşist Parti’yi iktidara 30,000 yandaşı ile 27-28 Ekim 1922 tarihinde Roma’ya doğru yürüyüşü ile taşıyacaktı. İktidardaki zayıf liberal hükümet ile, 153 cm boyundaki “küçük kılıç” (Sciaboletta) lakaplı Kral III. Emmanuel, Mussolini’ye karşı çıkamamıştı. İtalya Kralı ileriki yıllarda tüm siyasi gücünü Mussolini’ye devretmekten çekinmeyecek, İtalya’nın II. Dünya Savaşı’na girişine de engel olamayacaktı.
İtalya’da olan biten aslında dünyadaki müthiş değişimin en az dramatik parçası idi. Esas trajedi eski Rusya İmparatorluğu’nu oluşturan muazzam büyüklükteki bir coğrafyada gerçekleşiyordu.
Bolşeviklerin 1917 Ekim Devrimi ile iktidara geldiği Rusya’da; komünistlere karşı muhalif Beyaz Rus orduları dört bir yandan taarruz etmesine rağmen, bu ordular aralarında bir eşgüdüm yoktu. Sovyetlere karşı savaşanlar sadece Çarlık yanlılarının teşkil ettiği Beyaz Rus orduları değildi; anarşistler, liberaller, sosyal demokratlar, silahlanmış köylülerin kurduğu “Yeşil Ordular”, Orta Asya’daki Müslüman Türk “Basmacı Hareketi” gibi birbirinden farklı görüş ve hedeflere sahip muhalifler de Bolşeviklere karşı bayrak açmıştı.
Devasa Rus imparatorluğundan kopmaya çalışan Ukraynalılar, Kazaklar, Finler, Baltık milletleri, Kafkas milletleri, Polonyalılar, Beyaz Ruslar da bu muazzam iç savaşın içindeydi.
Üstelik işin ironik tarafı, Sovyetlere karşı olan mücadeleyi I. Dünya Savaşı esnasında, 1917-1918 döneminde Almanlar; savaş bitiminden sonra da Fransızlar ve İngilizler desteklemişti. Hatta daha da garibi I. Dünya Savaşı esnasında esir düşmüş olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı Çek askerleri savaş bitince esaretten kurtulmuş, Çekoslovakya Lejyonu’nu kurarak Sibirya’da komünistlere karşı savaşmaya başlamıştı. İngiliz-Fransız koalisyonu Kırım’a, Murmansk’a ve Archangel’e asker çıkarmış, Japonlar ise eski Rusya’nın Uzakdoğu limanlarını işgal etmişti.
Ancak komünistler ülkenin temel tüm iktisadi kaynaklarına, nüfusuna, büyük şehirlerine, ulaşım olanaklarına, tarım ve maden alanlarına büyük ölçüde hakimdi. Bolşevikler “Kızıl Terör” olarak bilinen yöntemleri ile halka korku salarak nüfusun önemli bir bölümünü, avuçları içinde tutmayı becerebildiler. Sovyet gizli polisi “Çeka” ve Kızıl Ordu’nun yöntemlerinin bazıları 1941-1944 arasında Sovyetler Birliği’nin bir bölümünü işgal edecek olan Nazi Almanyası’nın gaddarlığından pek farklı olmayacaktı.
Altı yıl boyunca süren (1917-1923) “Kızıl Terör” ve Rus İç Savaşı sırasında 17-20 milyon kişinin öldüğü tahmin ediliyor ki, bu kayıpların Almanların II. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’ne askeri ve sivil olarak sebep oldukları devasa yıkım ve kayıplara yakın olduğu söylenebilir.
Türkçe’ye “Dr. Jivago” (Doktor Zhivago) ismi ile çevrilen Boris Pasternak’ın eşsiz eserinin bu dönemi mükemmel bir şekilde işlediğini not düşmem gerekir ki, roman 1956 yılında tamamlandığı zaman Sovyetler Birliği’nde yayınlanması yasaklanmıştı. 1957 yılında romanın bir kopyası İtalya’ya gizlice kaçırılmış ve roman ve yazarı dünya çapında ün kazanmıştı. Romanda açıkça Rus İç Savaşı’nın yarattığı karmaşa ve yıkımın milyonlarca insanı nasıl ortadan kaldırdığı, insan hayatının ne kadar değersizleştiğini, hatta dolaylı bir şekilde muazzam açlığın nasıl insanları yamyamlığa dahi götürdüğü de anlatılır. Ama bu olağanüstü olaylar büyük bir aşk hikayesinin gölgesinde bir dekor olarak kalacaktır. Doktor Yuri Andreyeviç Jivago’nun her zaman sevmiş olduğu eşi Tonya ve tutkulu bir aşk ile sevdiği kadın olan Lara arasındaki kaldığı ikilem, Rus İç Savaşı’nın muazzam dramını bir güneş tutulması gibi perdeleyecekti.
Rus İç Savaşı’nın kazananı Sovyetler gibi gözükse de, esas kazananları bağımsızlıklarına kavuşan Baltık Cumhuriyetleri, Finlandiya, Polonya olmuştu. Özellikle Sovyet-Polonya savaşı ilginç bir seyir izlemiş, Polonyalılar iç savaş nedeni zayıflamış Sovyetlere karşı Kiev hedefli askeri harekatta bozguna uğramış, hemen ardından Troçki ve Stalin yönetimindeki Sovyet orduları Varşova üzerine yürüyüşe geçtiği zaman aralarındaki eşgüdümsüzlük ve ikilinin birbirine olan düşmanlıkları nedeni ile Sovyetler Varşova önünde bozguna uğramıştı. Bu vakaya “Vistula üzerinde doğan mucize” denir.
Genç Polonya Alman ve Rus Polonya’sından ele geçirdiği topraklar üzerinde doğmuştu. Varşova önündeki Sovyet bozgunu; Sovyetler Birliği’nde Lenin sonrası liderliğe oynayan Stalin ile Troçki’nin arasını iyice açacaktı. Bu arada Lenin’in 1918 yılında uğramış olduğu suikast girişimi nedeni ile sağlık durumu giderek kötüleşmekteydi ve art arda geçirdiği krizler sonrasında Ocak 1924 tarihinde hayata veda edecekti.
Lenin, tam 70 yıl yaşayacak ve 1945 sonrasında dünyanın ikinci süper gücü olacak Sovyetler Birliği’ni kuran siyasetçi olarak, Karl Marx’ın teorilerini Rusya’ya uygun olabilecek bir komünist öğretiye çevirebilmişti. Ancak Lenin’in teorileri 1853 Kırım Savaşı’ndan beri adım adım gerileyen ve I. Dünya Savaşı’nda muazzam kayıplar veren Rusya’ya daha çok ölüm ve yoksulluk getirecekti.
1917 Ekim Devrimi ve Rus İç Savaşı; I. Dünya Savaşı’ndan çökmüş olarak ayrılmış olan ülkenin elinde kalan tarım ve sanayi üretimine muazzam bir zarar vermişti. Rusya’nın 1913 ile 1919 arasındaki sanayi verimindeki düşüş inanılmaz bir derecede idi: Üretim çıktısı savaş öncesinin tam altıda birine kadar düşmüştü. Rusya 1920’lerin başında halen bir tarım ekonomisi olmasına rağmen, komünistler sermaye sınıfının temsilcisi olarak gördükleri toprak sahiplerini yani “Kulakları” acımasızca ezmişler, ülkenin ziraat alanında deneyime ve uzmanlığa sahip bu insanlar ya kaçmış, ya öldürülmüş ya da “Gulag” olarak bilinen toplama kamplarına gönderilmişti. Bunun sonucu da devasa bir coğrafyada açlık ve yoksulluk olarak ortaya çıkmıştı.
Bugün Rusya’nın Batı karşısında ekonomik, endüstriyel ve teknoloji anlamında geri kalmışlığının nedenleri arasında Sovyet Devrimi ve Rus İç Savaşı da eklenecekti.
Daha sonra Stalin’in politikaları ile Sovyetler Birliği’nin sanayileşme atılımı zor kullanılarak ve insan sermayesi harcanarak kısmen başarıya ulaşacaktı.
Örneğin bugün Rusya’da halen görülen demografik çarpıklıkların en önemli sebepleri arasında II. Dünya Savaşı’ndaki korkunç sivil ve askeri kayıplar olarak gösterilebilir. Ancak Rus Devrimi, Kızıl Terör, Stalin dönemindeki büyük “temizlikler” gibi olağanüstü kayıpların yaşandığı 1920-1939 döneminin insani kayıpları, II. Dünya Savaşı’nın kayıplarını fazlası ile geçmektedir.
Eski Rusya İmparatorluğuna ait coğrafya 1905-1953 arasında tarihte az görülür bir insani trajedi yaşamıştı. Bu trajedi ancak ve ancak Çin’in 1840-1949 arasındaki trajedisi ile karşılaştırılabilir. Bugün Çin ve Rusya’nın merkezi yönetiminin neden bu kadar güçlü olduğunun, her iki ülkenin de iç ve dış güvenliğe verdikleri olağanüstü önemin arkasında bu faktörler vardır.
I. Dünya Savaşı ve Rus İç Savaşı ile başlayan toprak ve nüfus kayıpları Rusya için milattır. 1917 sonrasında Rusya Finlandiya’yı, bugünkü Polonya’nın önemli bir kısmını ve Baltık ülkelerini kaybetmişti. Bu travma o kadar büyük olmuştu ki, Lenin’den sonra gelen tüm Sovyet liderleri (başta Stalin olmak üzere) ve çok daha sonra Rusya Federasyonu’nun Başkanı Putin bu büyük travmayı hiçbir zaman akıllarından çıkarmamıştı.
Rus İç Savaşı sonunda Bolşevikler kesin zafer kazanırken, Sovyetler Birliği müthiş bir politik mücadelenin içine düşecekti. Lenin vasiyetinde açıkça Komünist Partisi genel sekreteri olan Stalin’in (ki o zamanlar sembolik bir mevkiidir) hiçbir şekilde parti içinde önemli bir pozisyona getirilmemesini belirtmişti.
Stalin, ilk önce partinin üçüncü ve dördüncü güçlü ismi olan olan Zinoviev ve Kamenev ile partinin en güçlü adamı olan Troçki’ye karşı 1923-1924 yıllarında ittifak kurdu. Troçki’nin partideki gücü zayıflatıldığında, Stalin bu kez partinin sağ kanadı ile Zinoviev ve Kamanev’i hedef alacaktı. Troçki- Zinoviev-Kamenev, Lenin’in eşi Krupskaya ile beraber 1926-1927 yıllarında partiyi iyice ele geçirmiş olan Stalin’e karşı mücadele etse de, bu koalisyon partinin teşkilatına hakim olmuş olan Stalin’e karşı başarılı olamayacaktı. En sonunda 1928 yılında Stalin politik olarak Sovyetler Birliği’nin en güçlü adamı haline gelecekti. Bu tarihte dahi Stalin henüz tek adam değildi.
Stalin partinin sağ kanadını 1930’larda hedef alacak, daha sonra da tüm eski Bolşevikleri tasfiye edeceği “Büyük Temizlik” başlayacaktı.
Stalin partiye egemen olduktan sonra, hedef, büyük toprak sahipleri “Kulak” sınıfının hayatta kalanları idi. Stalin’in “Kulakları” tasfiye etmesi ve zorla tarımın kolektifleştirilmesi, Sovyetler Birliği’nde tarım çıktısının 1930-1933 arasında aniden düşmesi ile sonuçlanacaktı. Rus İç Savaşı’ndaki muazzam açlık Sovyetler Birliği’ne geri dönmüştü. Ama Stalin’e göre Sovyetler Birliği içinde Bolşeviklere karşı karşı devrim yapacak tüm burjuva kesimi ortadan kaldırılmıştı.
Stalin’in paranoyak düşünce yapısı; büyük güçlerin yani İngiltere, Fransa ve Japonya’nın Sovyetler Birliği’ne her an saldırabileceğini ve ülkenin Batı ile arasındaki büyük sanayileşme farkını derhal kapatması gerektiği tezini ortaya çıkarmıştı.
Özellikle 1928’den sonra, Sovyetler Birliği her ne pahasına olursa olsun müthiş bir madencilik ve ağır sanayi atılımına başladı. Ancak bu muazzam atılımda milyonlarca “muhalif” olarak tanımlanan insan, köle işçi olarak kullanılacaktı. Sovyet “Gulag” toplama kampı sistemi aslında muazzam bir köle işgücü sistemi idi. Bugün hayranlıkla bakılan Moskova metrosu veya Beyaz Deniz-Baltık Kanalı, yüzbinlerce köle işçinin basit el aletleri ile yapılmıştı. Mesela Beyaz Deniz-Baltık Kanalı tam 227 km. uzunluğunda, 3.5 metre derinliğinde idi ve 20 ayda kazılmıştı. Çalıştırılan 125,000 Gulag mahkûmu içinde ölüm oranı %20’lerdeydi. En azından ileride Nazilerin yaptıklarının aksine Sovyet idaresi mahkumların bir bölümünü serbest bırakmış, önemli bir bölümünün hapis cezasını indirmişti.
Sovyetler Birliği içinde bu dramatik olaylar olurken, Almanya muazzam bir mücadele veriyordu.
Sovyetler Birliği’nde iç savaş hızla devam ederken, Almanya’da tam bir kaos yaşanmaktaydı. Savaşın bitimine iki gün kala imparator II. Wilhelm tahttan ayrılmış, Almanya’da cumhuriyet ilan edilmişti. Donanmanın Kiel’de başlattığı isyan dalgası tüm ülkeyi sarmıştı. Bir taraftan sosyalistler ve komünistler, işçileri örgütleyerek ülke içinde özerk bölgeler oluşturmaya başlarken, Alman ordusuna ait birçok birlik emir komuta zincirine uymadan “Freikorps” (Serbest Birlikler) adı altında birçok şehirde, sosyalistler ve komünistlere karşı çarpışmaya başlamıştı.
Karl Marx, komünist devrimin endüstrileşmiş bir Almanya’da işçi sınıfının ayaklanması ile başlayacağını öngörmüştü. Ancak Almanya’nın kurucusu Şansölye Otto von Bismarck iktidarında işçi sınıfının gücünü doğru tartmış ve Avrupa’nın ilk sosyal reformunu gerçekleştirmişti. Bu sayede sosyal demokratlar ile sosyalistleri ve komünistleri birbirinden kurnazca ayırabilmişti. Sosyal demokratlar Almanya’da sistemin bir parçası haline gelirken; sosyalistler ve komünistler mauhalif ve marjinal bir akım haline gelmişti.
Bismarck aynı zamanda Alman İmparatorluğu’nun içindeki prenslik ve krallıkları kuvvetli bir şekilde Alman hükümet sistemine bağlamıştı. Bismarck’ın iç politikada kurduğu sistem iktidardan ayrılışından tam 40 yıl sora bile Almanya’yı bir arada tutabilmiş ve Almanya’da bir işçi devrimini engelleyebilmişti. Bismarck’ın sistemi, çok daha sonra 1945 sonrası Almanya’nın işgali ve parçalanması sonrasında dahi ayakta kalacaktı. Bugünkü Almanya’yı 1945 sonrasında yaratan Amerikalılar da Bismarck’ın sistemini esas alarak, bu sistemi kendi federal hükümet tercihleri harmanlamayı tercih edeceklerdi.
Almanya’nın başındaki tek mesele iç savaş değildi. Almanya I. Dünya Savaşı’nı, Müttefiklerin tersine büyük ölçüde para basarak finanse etmişti. Ne de olsa büyük savaşın tüm tarafları, savaşın muazzam zararını, kaybedecek tarafa savaş tazminatı olarak yıkmayı planlamıştı. Savaşı kaybeden Almanya hem yarattığı muazzam para arzının yarattığı enflasyon ile tanışmış, aynı zamanda Almanya ihracat pazarlarını savaş sırasında önem ölçüde kaybetmişti. Savaşın sonunda Yukarı Silezya ve Posen eyaletlerinin kaybı ve Saarland kömür madenlerinin Cemiyet-i Akvam’ın kontrolüne geçmesi, ekonomik olarak ayrıca yıkıcı idi.
Almanya’nın savaş sırasında uygulamış olduğu “Amerika Programı” isimli silah ve patlayıcı verimini olağanüstü bir oranda arttırdığı ekonomik programı, Almanya’nın sanayi envanterini olağanüstü bir hız ile yıpratmış, suni gübre üretimi için kullanılan hammaddelerin savaş sanayinde girdi olarak kullanılması ise yaygın bir açlığa sebep olmuştu.
Savaş sonrasında Almanya’nın ödeyeceği muazzam savaş tazminatı, kağıt para ile değil altına endeksli “hard currency” ile ödenecekti. Almanya bu savaş tazminatının ilk taksitlerini hammadde ile (ağırlıklı kömür ile) ödemeyi denemiş sonra pes ederek resmen moratoryum ilan etmişti.
Bunun üzerine Fransa ve Belçika işgal altındaki Ren Bölgesi üzerinden Almanya’nın en büyük sanayi bölgesi olan Ruhr Havzası’nı işgal edecekti. Almanya’daki yüksek enflasyon, hiperenflasyona dönüşürken, Alman halkı ve işçileri Ruhr’da işgalcilere pasif direnişe geçmiş, Alman hükümeti para arzını daha da arttırarak bu pasif direnişi desteklemişti. Fransız ve Belçikalılar, tüm Ruhr Bölgesi ile Ren Bölgesine iktisadi ablukaya alarak, bölgedeki sanayi üretimine zorla el koymaya çalışsalar da sonuç alamamışlardı.
Sonuç tarihin en büyük hiperenflasyon örneklerinden biri 1922-1923 Alman Hiperenflasyon vakasıdır. 1923 yılında hızla değer kaybeden Alman markı 1 Temmuz tarihinde 1/160,000 USD değerinden, 1 Ekim’de 1/1,000,000 USD düzeyine gerilemiş, değer kaybı daha sonra daha da hızlanmış ve 20 Kasım 1923 tarihinde 1 ABD doları tam 4.2 trilyon Alman markı eder hale gelmişti.
Bu arada Almanya’da merkezi yönetim son beş yıldan beri sosyalistler ve komünistler ile uğraşırken, Berlin başka bir tehlikenin daha farkına varıyordu. Naziler, önemsiz bir toplulukken Münih’te darbe yapmaya teşebbüs edecek, ancak bu kalkışma kolayca bastırılacaktı. Nazi Partisi bir çilingir ustası olan Anton Drexler tarafından kurulmuştu. Parti daha küçük ve marjinal bir yapıda iken, yönetimi ilk yıllarında Adolf Hitler ve arkadaşları tarafından ele geçirilecekti. Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi ismi kendi doktrini gibi aldatıcı idi. Partiye sosyalist ismi Almanya’da hayatta kalmak için çalışan kitleleri cezbetmek için konulmuştu. Parti, aslında Almanya’nın I. Dünya Savaşını kazanmak üzere olduğunu ancak ülkenin Yahudiler ve komünistler tarafından arkadan bıçaklandığını ifade ediyor ve Versay Anlaşmasını ortadan kaldıracağını belirtiyordu. Hitler’in hipnotize edici konuşmalarına rağmen, parti mensupları gülünç kıyafetler giyen, sokaklarda trampet çalan ve içtikleri bira ve schnaps ile sarhoş olup kavga çıkaran tipler olarak biliniyordu. Münih darbe girişimi gülünç bir girişimdi ama Hitler ve Nazi Partisi’nin ismini tüm ülkeye duyuracaktı. Partinin güçlenmesi 1929 Büyük Buhranı sonrasında başlayacaktı.
Almanya hiperenflasyonu varlığa dayalı yaratılan yeni para birimi olan “Rentenmark” ile aşacaktı. Bir trilyon mark değerinde olan “Rentenmark” para birimi esasen altın temelli tahvillere ve fiziki mala dayanıyordu. Fransa ve Belçika da ABD ve İngiltere’nin baskısı ile Ruhr havzasını terk edecekti. Amerikalılar hiperenflasyon ve Ruhr işgalinin Almanya’da bir komünist darbeye yol açacağını, Almanların savaş tazminatlarını ödeyemeceğini, savaş tazminatlarını alamayan Fransız ve İngilizlerin de ABD bankalarına olan borçlarını ödemeyeceğini hesaplamıştı.
Çözüm pratik bir şekilde kurulacaktı. Amerikalılar yeniden organize edilmiş Alman Merkez Bankasına altına endeksli 800 milyon Reichmark sermaye benzeri borç verecekti. Bu marklar dandik kağıt Alman markları gibi değildi, parasal zemininde Wall Street’te ihraç edilmiş Amerikan tahvilleri vardı. Alman savaş tazminatları ödemeleri yeniden yapılandırılıyordu. İlk beş yıl daha hafif bir ödeme takvimi belirlenmişti. Alman Merkez Bankası merkezi yönetimden tamamen bağımsız oluyordu ve para kuruluna 7 yabancı üye, 7 Alman üye atanacaktı. İşte ilk IMF-Dünya Bankası kurtarma planı öncülü olan Dawes Planı ile Almanya yeniden uluslararası sisteme geri dönüyor ve tüm dünya hızlı bir büyüme sürecine giriyordu.
Almanya 1925 yılında Belçika, Fransa ve İngiltere ile Locarno Anlaşmasını imza edecekti. Alman Şansölyesi Gustav Stressemann akıllıca bir strateji ile Almanya’nın batı sınırlarını tanımış (yani Alsace-Lorrraine ve Eupen-Malmedy bölgelerinin kaybını kabul ederek), Almanya’nın doğu sınırlarının tartışmalı olduğunu uluslararası zemine taşımıştı. Böylece Polonya ve Çekoslovakya sınırlarının tanınması askıda kalmıştı.
Almanların zaten batıdaki sınırları değiştirme gücü yoktu ki bunu kabul ederek maliyetsiz bir ödün vererek, doğuda Polonya ve Çekoslovakya’nın sınırlarını tartışmalı hale getirmişlerdi. Ren Bölgesi’ndeki Müttefik işgali kalkacak (ama Almanlar halen bölgeye asker sokamayacaktı), Almanya Cemiyet-i Akvam’a girecekti. Locarno, Almanya’nın Versay zincirlerini esasen kırdığı ilk anlaşmadır. Dawes Planı ve Locarno, tüm dünyaya barış ve hızlı büyümenin geldiği bir dönem getirecekti. Tıpkı 1990’lar gibi.
Otomotiv ve sivil havacılık sektörleri tüm dünya ekonomisini peşinde sürükleyecek bir şekilde 1920’lerde yükselişine başlamıştı. Amerikan bankalarının açtığı kredilerin yarattığı para arzı muazzam bir iyimserlik yaratmıştı. Henry Ford’un üretim teknikleri sanayi çıktısını inanılmaz ölçüde arttırmış, Amerikan firmaları yeni üretim, yönetim ve muhasebe teknikleri ile küresel ekonominin öncüleri haline gelmişti. Dawes ve Locarno ile dünya küreselleşmenin ilk safhasını yaşarken, silahlanma ihtiyacının gerilemesi kaynakların sivil ekonomiye akmasını sağlıyordu. 1990-1991’de Soğuk Savaşın bitişi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması da aynı etkiyi yaratacaktı.
1920’ler aynı zamanda Batı’da kadınların özgürleşmesini de sağlamıştı. Oy haklarına kavuşan kadınların hayatını çamaşır makinesi, buzdolabı ve elektrikli süpürgesi gibi yenilikler çok daha fazla değiştirmişti. Kadınlar artan oranda iş gücüne katılıyor ve kendi ekonomilerini yaratıyordu. Kadınların etekleri ,Viktorya döneminin kat ve kat giysilerine göre kıyaslanamayacak ölçüde kısalıyordu. Moda endüstrisi bu dönemde başlamıştı. Özellikle otomobil reklamlarında kadınların hem otomobil kullanarak seyahat ettiği hem de sosyal hayatta içki ve sigara tükettiği sıklıkla gösterilerek, yeni modern ve özgür kadın imajı yaratılıyordu. On yılda Batı’nın beyaz kadınları sanki iki kuşak atlayarak yeni bir hayata atlamıştı. Yeni doğum kontrol metotları da kadınların daha az çocuk yapmalarını sağlıyordu.
1920’lerde radyo ve sinema sanatlarındaki değişim inanılmazdı. Caz müziği ve Swing yeni bir moda haline gelmişti. Holywood ise klasik altın çağının başlangıcındaydı. Sessiz sinema, sesli ve uzun metrajlı sinema filmlerine dönüşüyordu.
Tüm dünyada ve ABD’de sermaye piyasaları aralıksız bir yükselişe girmişti. Bankalar ucuz ve bol paranın temel kaynaklarıydı. 1920’ler Batı dünyası için sıkıntılı başlamış, müthiş bir iyimserlik ve coşku ile devam etmişti.
1920’leri kapatan ilk olay Almanya Şansölyesi Gustav Stresemann’ın 51 yaşında kalp krizi ile ölümü idi. Stresemann; Bismarck ve Adenauer’den sonra Almanya’nın en önemli politikacısı olarak anılacaktı. Hitler’den çok daha önce ve çok daha zor bir zamanda Versay’ın zincirlerini kırmıştı. Hitler ileride Stresemann’ın mirasını kötü bir şekilde kullanacaktı.
Profesör unvanlı meşhur ve popüler bir tarihçimiz, bir seferinde Almanların usta diplomatlar çıkaramadığını iddia etmişti. Oysaki Almanya’nın diplomat-şansölyeleri modern dünyanın en iyi diplomatları idi. Stresemann da bunların başında gelir. Kendisi hem şansölye iken aynı zamanda dışişleri bakanı idi. Bizim meşhur tarihçilerimiz küresel ekonominin değişkenlerine ve jeopolitik strateji bilimine uzak, eski Osmanlı Hanedanı mensuplarına yakın profillerdir.
Stresemann hayatta daha uzun kalsaydı, muhtemelen Danzig, Polonya Koridoru ve Yukarı Silezya bir dünya savaşına gerek kalmadan Fransa-İngiltere-Almanya arasında kurulacak başka bir anlaşma ile iade edilecekti. İngiliz politikası, Alman talepleri ile benzer çizgide idi. İngilizler, “Büyük Savaş’ın” esas yükünü çeken taraf olmuştu ve küreselleşen ve normalleşen bir dünyada eski gücüne kavuşmayı hedefliyordu. İngilizlerin esas sorunu, imparatorluğa bağlı Irak, Filistin, Hindistan ve Mısır’daki başkaldırılardı. Düşman bir Almanya İngilizler için tercih edilir durumda değildi. Fransa da aynı çizgiye II. Dünya Savaşı sonrasında, sömürgelerini kaybetme aşamasında gelecekti. Avrupa Birliği’nin başlangıcı, Fransız-Alman yakınlaşmasından çok, Fransa’nın en önemli sömürgelerinden biri olan Indochine yani bugünkü Vietnam, Kamboçya ve Laos’un kaybına yol açan I. Vietnam Savaşı ile başlar.
Stresemann’ın ölümünden yaklaşık iki hafta sonra 24 Ekim 1929 tarihinde (“Kara Salı”) New York Borsası çökecekti. Hayaller kabusa dönecek, kâbus ise canavarlar yaratacaktı.
Artık Büyük Buhran başlamıştı. Ve dünya II. Dünya Savaşı’na doğru adım adım gidecekti. Tıpkı bir maelstoma kapılan bir geminin girdabın merkezine amansızca çekilmesi gibi…
Burak Köylüoğlu
8 Nisan 2024
Yeni yazılardan haberdar olun.