II. Dünya Savaşı gibi büyük bir felaketin nasıl adım adım geldiğini bu bölümde anlatacağım. Savaşa giden son beş yıl, amansız bir poker oyunu ile geçmişti.
Batılı demokrasileri temsil eden İngiltere, ABD ve Fransa; revizyonist ülkeler olan Almanya, İtalya ve Japonya’ya karşı yatıştırıcı ve uzlaştırıcı bir tavır sergilemiş, bu kararsız tutum rakiplerini daha da çok cesaretlendirmişti. Batılı Müttefiklerin Nazilere ve Japonya’daki militaristlere açmış olduğu hoşgörü kredisinin bedeli, 1939-1945 arasında ölen on milyonlarca insan olacaktı.
Daha da ilginci Batılı demokrasilerin aksine Nazi Almanyası, Japonya ve İtalya bir dünya savaşını yürütebilecek ekonomik, stratejik ve politik kaynakların hiçbirine sahip değildi. Batılı Müttefikler bu basit gerçeğin farkında değildi. O dönemde bugünün gözlem teknolojileri olan uydular, devasa radarlar ve dinleme istasyonları yoktu ancak eline kâğıt ve kalem alan herkes bir dünya savaşının yürütülmesi için gereken petrol, kauçuk, alüminyum, nikel, kobalt, tungsten gibi hayati hammaddelere Almanya’nın sahip olmadığını, savaş öncesi Almanya’nın bu hammaddeleri yeterince temin edecek döviz rezervinin yokluğunu, savaşı kazanmak için Alman endüstriyel tabanının ne kadar yetersiz olduğunu hesaplayabilirdi. Aynı tez Japonya için de geçerlidir.
Naziler Büyük Buhranın yaratmış olduğu huzursuzluğu ve 1919 Versay Anlaşması’nın Almanya’yı düşürdüğü durumu iç politikada ustaca kullanarak iktidarı ele geçirmişti.
Hitler ve Nazi yönetimi sürat ile Almanya’da yeni bir ekonomik düzen kurmaya başlayacaktı. Almanya yarı Keynesyen bir politika ile yüksek kamu açıkları vererek muazzam bir alt yapı ve inşaat programı başlatırken, endüstriyel üretim giderek askeri tipteki üretime dönecekti. Büyük Buhranın yarattığı ekonomik yıkım ve artan işsizliğe Nazilerin bulduğu çözüm kısa vadeliydi. Almanya gibi ihracata dayalı büyük bir ekonominin kamu yatırımları ve askeri harcamalar ile ekonomiyi canlı tutabilmeleri için muazzam kamu açıklarını dış borç ile kapatmaları veya başka ulusların varlıklarına el koymaları gerekiyordu. Naziler, ikinci yolu seçeceklerdi.
Hitler’in Poker Oyunu
1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde Almanya’nın askeri potansiyeli, Fransa ve İngiltere’ye göre oldukça zayıftı.
Versay Anlaşması ile Alman ordusunun sayısı 100,000 asker ile sınırlanmıştı, Almanya’nın sokak kapısı olan Ren Bölgesi silahsızlandırılmıştı yani Müttefikler arzu ettikleri zaman savunulamayacak bu bölgeye askerlerini sokup, Almanya’nın en büyük sanayi merkezi olan Ruhr Vadisi’ni işgal edebilirdi.
Üstelik Almanya’nın ağır silahları, uçakları ve büyük tonajlı ana savaş gemileri yoktu. Doğuda ise Çekoslovakya ve Polonya, Fransa’nın müttefikiydi. Bir savaş halinde Almanya’nın sınırlarını savunması olanaksızdı.
Hitler muazzam bir poker oyununa girerek Almanya’nın jeostratejik durumunu değiştirecekti.
1933 yılında daha iktidarının ilk ayında Hitler bir açıklama yaparak, dünya barışının korunması için tüm büyük güçleri silahsızlanmaya davet edecekti. İngiltere ve Fransa bu teklifi reddedince, Almanya tüm silahsızlanma görüşmelerinden ve Cemiyet-i Akvam’dan (League of Nations) çekilecekti. Hitler’in derdi silahsızlanma değildi. Teklifinin reddedileceğini bildiği için Almanya’nın Versay’ın kısıtlarını ortadan kaldırmak için uluslararası kamuoyunda zemin oluşturmaktı.
Hitler daha 1934 yılında gizli bir askeri program başlatarak, Alman askeri liderlerine savaşa “1942 yılında hazır olmaları” gerektiğini belirtti.
Ocak 1935 tarihinde yapılan bir referandum ile, Versay ile 15 yıllığına Almanya’nın elinden alınan zengin kömür cevherlerine sahip Saarland, Almanya’ya katıldı. Saarland’ın Almanya’ya katılması Alman savaş endüstrisi için kritik bir enerji kaynağı sağlamıştı.
Derken 1935 Mart ayında Almanya açık bir deklarasyon ile Versay Anlaşması’nın kısıtlamalarını kabul etmeyeceğini, Alman ordusunun yarım milyon askerlik bir güce (36 Alman tümeni) kadar ulaşacağını ve Alman hava kuvvetlerini kurulacağını açıklayacaktı. İngiliz ve Fransızlar bu açık meydan okumaya karşı harekete geçememişti. İşte İngiliz-Fransız blokunun ilk önemli hatası budur.
Versay’ın garantörleri sürat ile Mussolini’nin ev sahipliğinde İtalya’nın şirin bir kasabasında Stresa’da toplanarak Nazi Almanyası’na karşı bir deklarasyon yayınladı. İtalyan, Fransız ve İngiliz başbakanlarının deklarasyonu I. Dünya Savaşı’nın galiplerinin son defa bir arada Almanya’ya karşı duruşunu temsil eder. Mussolini, yaygın bilinenin aksine 1935 gibi geç bir tarihte dahi Batılı Müttefikler ile hareket etmekteydi.
Nitekim Stresa Konferansı’ndan sonra İtalyan birlikleri sürat ile Avusturya sınırındaki Brenner Pass’ta konuşlanmaya başlayacaktı. Amaç Hitler’in bir sonraki hedefi olan Avusturya’yı ilhak etmesini engellemektir. Mussolini, Hitler’in Avusturya’yı elde ettikten sonra İtalya’ya 1919 yılında ilhak edilen Almanca konuşulan Güney Tirol bölgesine göz dikeceğini hesaplamıştı.
Fransızlar başlarına neyin gelebileceğini sezmişti. Uluslararası toplumda parya muamelesi gören Sovyetler Birliği ile, Nazi Almanyası’nın taraflardan birine taarruz etmesi halinde iki tarafın birbirine yardım etmesini içeren bir antlaşma imzalanır. Ancak antlaşma oldukça muğlaktır, karşılıklı yardımlaşmanın niteliğini ve koşullarını tam ortaya koymaz. Bu anlaşma bir koalisyona veya bir müttefikliğe dönüşmeyecekti.
İkinci hata çok daha ağırdır. Stresa’dan aylar sonra imza edilen 1935 İngiliz-Alman Donanma anlaşması ile Alman donanmasının büyüklüğü İngiliz donanmasının %35’i tonajına sabitleniyordu. İngilizler bu anlaşmayı imzalarken Versay Anlaşması’nın diğer garantörleri olan Fransa ve İtalya’ya danışmamıştı. İngilizlerin hedefi 1905-1914 arasındaki donanma yarışına engel olmaksa da İngiliz hükümeti Hitler’i ve hedeflerini anlayamamıştı. Hitler akıllıca bir yaklaşımla Almanya’nın olanaklarının İngilizler ile donanma yarışına giremeyecek kadar kısıtlı olduğunu çok iyi biliyordu.
Hitler bu anlaşma ile Versay’ı resmen İngiltere’nin de rızası ile ilk defa delebilmişti. Üstelik Stresa da çöpe gitmişti.
Derken Mussolini Ekim 1935’te Habeşistan’ı işgal etmeye başlayacaktı. Mussolini’nin amacı 1896 yılında İtalya’nın uğramış olduğu feci yenilginin öcünü alarak kendi popülaritesini arttırmak ve Habeşistan’ın doğal kaynaklarını yağmalamaktı
II. Etiyopya/Habeşistan Savaşı ile Cemiyet-I Akvam İtalya’ya karşı ambargoya başlamıştı ancak Müttefikler hem açıkça hem de gizlice bu ambargonun efektif olmamasını sağlamıştı. Fransızlar İtalyanları Stresa koalisyonunda tutmak isterken, İngilizler bu girişimde tereddütlü hareket etmişlerdi.
Ama İngilizler ve Fransızlar ne Cemiyet-i Akvam kurallarını işletebilmiş ne Habeşistan’ı kurtarabilmiş ne de Almanya’yı dizginleyebilmişti. İngilizler Süveyş kanalını serbestçe İtalyanlara kullandırırken, ABD İtalya’ya olan ihracatını arttırmıştı. Üstelik tüm bunlar İtalyanların Habeşistan’da sivillere karşı kimyasal silah kullandığın bilinmesine rağmen gerçekleşiyordu.
Hitler bu vakadan sonra İngiliz ve Fransızların; Versay ve Locarno düzenini değiştirmek isteyen Nazi Almanyası’na karşı güç kullanmakta tereddüt edeceğini kavramıştı. Habeşistan vakasında Müttefikler Hitler’e ellerini belli ederek üçüncü hatayı yapmıştı.
Hitler’in bir sonraki hamlesi belki de hayatının blöfü olacaktır. 1936 Mart ayında Alman ordusuna Almanya’nın dış kapısı olan Ren Bölgesi’ne girme emri verdi. Alman şansölyesi tam bu anda propaganda bakanı Dr. Goebbels’e şunu söyleyecekti: “Eğer Fransızlar müdahalede bulunurlarsa bir sokak köpeği gibi kuyruğumu kıstırıp, askerleri geri çekmek zorunda kalacağım.”
Ren bölgesine giren askerler küçük ölçekli ve motorize olmayan birliklerdi. Bu birlikler Fransız karşı harekâtı yapıldığı takdirde, çatışmadan geri döneceklerdi. Ancak Fransız müdahalesi gelmeyecekti. Bu da Müttefiklerin dördüncü hatası idi.
Almanlar Ren Bölgesi’ne askerlerini soktuktan sonra sürat ile Alman-Fransız sınırını tahkim etmek üzere meşhur Siegfried Hattı’nı kuracaklardı. Ren Bölgesi’ne Alman askerinin girmesi demek, Almanya’nın sokak kapısının kapanması anlamına geliyordu ki, bunun anlamı çok açıktı: Artık Almanya Versay’ın hesabını, I. Dünya Savaşı sonrasında Almanca konuşan bölgeleri ele geçirmiş olan Polonya, Çekoslovakya ve Litvanya’dan sormak için hazırdı.
Ren Bölgesi’nin Almanya tarafından silahlandırılması, bu olaylarla ilgisi bulunmayan genç cumhuriyetimizi de etkilemişti. Olayları çok yakından izleyen ve işin nereye varacağını kavrayan Atatürk, Türkiye’nin zayıf karnı olan Boğazlar konusunu bu vesile ile çözecekti.
İngiliz ve Fransızların dikkatinin Almanya ve Etiyopya’ya döndüğünü anlayan Atatürk, diplomatik baskıyı arttırarak Boğazlar Bölgesi’nin silahlandırılmasını ve Boğazların kontrolünün Türkiye’ye devrini barışçıl bir şekilde 20 Temmuz 1936 Montrö Anlaşması ile sağlayacaktı.
Boğazların tam askeri kontrolü Türkiye için kritikti. Tahkim edilmemiş olan Boğazlar, askerden arındırılmış olan Ren Bölgesi’nin bir benzeri idi. Bu temel sorun Lozan’da çözülememişti. Türkiye 1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış olmasına rağmen savaşın bitiminde Trakya’ya ve İstanbul’a askerlerini savaşın son safhasında henüz sokamamıştı. İngilizler ile savaşmaksızın bu bölgelerin geri alınması Boğazlar sorununun ertelenmesi ile olabilmişti. Montrö ile, Türkiye zamanında davranarak, barışçıl bir şekilde kendi sokak kapısını kapatmıştı. Akdeniz’de epeyce güçlü ve modern İtalyan donanmasının ve İtalyan Başbakanı Mussolini’nin saldırgan tavrının nasıl bir risk oluşturduğu çok açıktı.
Montrö imzalanırken, İspanya’da iç savaş çıkmıştı. Merkezi hükümeti elinde tutan sol ve cumhuriyeti koalisyona karşı; muhafazakarların, falanjistlerin ve monarşistlerin oluşturduğu aşırı sağ koalisyon harekete geçmişti. Sol kanadı Sovyetler Birliği, sağ kanadı İtalya ve Almanya destekliyordu. Üç yıl süren iç savaşı General Franco liderliğindeki sağ kanat kazanacak, yaklaşık 350,000 kişi bu kanlı iç savaşta hayatını kaybedecekti. Bu iç savaş İtalya ve Almanya’yı yakınlaştıracak, Alman ve İtalyan silahları ve taktikleri bu savaşta denenmiş olacaktı. Batılı Müttefiklerin açıkça İspanyol merkezi hükümetin yanında olmaması beşinci büyük hata idi. Fransa 1939 yılında arka bahçesinde Alman ve İtalyan müttefiki bir faşist İspanya’nın doğduğuna tanık olacaktı.
Bu arada Uzakdoğu’da olağanüstü olaylar oluyordu…
Japonya’nın Savaşa Sürüklenişi
Japonya I. Dünya Savaşı’nın muzafferleri arasında yer alıyordu. Daha evvel Japonya Meiji Restorasyonu ile kuvvetli bir ekonomi yaratmış, 1894-1895 yıllarında I. Çin-Japonya savaşını kazanmış, Boxer Savaşı’nda Büyük Güçler ile Çin’in başkenti Beijing’i işgal etmiş, daha sonra 1904-1905 Rusya-Japonya savaşında muazzam bir zafer kazanmıştı.
Üst üste zafer kazanan ve dünyanın 7. büyük ekonomisi olan Japonya’nın tarihinde kırılım noktası 1 Eylül 1923 Büyük Kanto (Büyük Tokyo Depremi olarak da bilinir) depremidir. 7.9-8.2 moment büyüklüğüne sahip bu deprem, yaklaşık 150,000 kişinin ölümüne sebep olmuştur ki, bu rakam 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılmış olan atom bombalarının sebep olduğu kayıplardan daha fazladır.
Bu depremin yarattığı sosyal ve ekonomik etki Japonya’nın ırkçı ve militarist bir yörüngeye savrulmasıdır. Deprem sonrası Tokyo’da çalışan Koreli işçilerin “uğursuzluk” getirdiği gerekçesi ile halk tarafından katledilmesi, Nazilerin Musevileri katletmeye başlamasından çok daha öncedir. Japonlar bu deprem sonrası Tokyo’yu kısa zamanda inşa edecekler ve bu da Japonların aynı zamanda eşsiz bir ulus oldukları inancını pekiştirecekti.
Japon ekonomisi ikinci şoku Büyük Buhran ile yaşayacaktı. Bu ülke de temel olarak ihracatçı bir kimlikte idi. İhracat pazarlarının kapanması ile Japonya 1931 yılında Çin’in zengin maden yataklarına sahip Mançurya eyaletini işgal edecekti. Japonya’nın sömürgesi olan Kore’de konuşlu Kwantung Ordusu süratle Mançurya’yı işgal ettiğinde, başka bir sonuç daha ortaya çıkacaktı.
Kwantung Ordusu, Japonya’nın açık fark ile en güçlü kara ordusu idi ve bu ordunun askeri liderleri giderek ve tehlikeli bir şekilde emir komuta zincirinden bağımsız davranmaya başlayacaktı. Cemiyet-i Akvam Japonya’nın işgalini kınayınca Japonlar üyelikten çekilecekti.
Japonya Başbakanı Tsuyoshi Inukai, Kwantung Ordusu’nun başıboşluğunun farkında idi. Ordunun başındaki generalleri görevden almaya çalışırken, donanma ve karar kuvvetleri içinde yer alan bazı aşırı sağ subayların kurmuş olduğu cuntanın suikastına kurban gidecekti. Japonya’da artık partiler değil, askeri cuntalar iktidarda idi. Japonya’nın imparatoru Hirohito (ki İmparator Showa olarak da bilinir) askerlerin iktidara ortak olmasına ses çıkaramayacaktı.
1936 yılına kadar iktidarın başı, donanma fraksiyonuna bağlı idi. Japon amirallerinin devlet yönetimi kısmen ılımlı ve ölçülü idi. Her şey 26 Şubat 1936’da değişecekti. Japon kara ordusu içinde iki temel fraksiyonun güçlendiği biliniyordu. İşte bu rekabet bir darbe girişimi ile sonuçlanacaktı. Darbe başarısız olacak ancak Japonya’nın Lord Keynes’i olarak bilinen büyük iktisatçı ve dönemin ekonomi bakanı Vikont Takahashi Koreyiko öldürülecekti. Koreyiko, Japon kara ordusunun maceralarının önünü almak için devlet bütçesindeki kısıntı yapması nedeni uzun zamandan beri baş hedefti.
Darbe bastırılmıştı ama artık Japonya’da aklı selim politikacıların sesi çıkamayacaktı. Daha da önemlisi ise daha aklı selim donanma subaylarının da etkisi azalmıştı. Modern bir savaşta; uçak gemilerinin ve donanma hava kuvvetlerinin esas vurucu gücü oluşturması gerektiğini ortaya koyan meşhur stratejisyen Amiral Isoruku Yamamoto da cuntacıların hedefine girmişti.
Kwantung Ordusu yeni bir macera peşindeydi. 7 Temmuz 1937 tarihinde kendi kendilerine yarattıkları Marco Polo Köprüsü vakası ile Japonya ile Çin tam ölçekli bir savaşa girmişti. Kwantung Ordusu Mançurya’dan başlayarak Çin’in başkenti Beijing’e taarruz ederken, Japonlar Şangay’a çıkartma yapmıştı. Çin’de devam eden komünistler ile merkezi yönetim arasında devam eden iç savaş kesilmiş, Çan Kay Şek ile Mao ayrı ayrı olmak üzere Japonlara karşı direnişe geçmişti. Özellikle Japonların Nanjing’e 1937 sonunda taarruzu büyük bir katliam ile sonuçlanacaktı. Çin’in yeni başkenti Nanjing’de yüzbinlerce insanın öldürülmesi, Nazilerin katliamlarından çok daha önce meydana gelmişti. Kwantung ordusunun gözü öyle dönmüştü ki, Japon uçakları bölgede seyir eden bir Amerikan gambotuna taarruz edip, batırmıştı.
Almanya Ekonomisini Savaşa Hazırlıyor
Bu arada Hitler için başka bir dönüm noktası daha gelmişti.
Ren Bölgesi’ne Alman askerlerinin girmesi ile Avusturya’nın kaderi artık belli olmuştu. Naziler yıllardan beri Avusturya’da etkindi. Avusturya, Versay düzeninin kesip biçtiği Habsburg İmparatorluğu’nun eski başkentini ve Almanca konuşulan topraklarını miras almış küçük bir ülkeydi.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Avusturya’nın Almanca konuşulan bazı bölgeleri, örneğin Südetenland gibi, Çekoslovakya’ya bırakılmıştı. Ayrıca gerek Versay antlaşması gerekse Habsburg İmparatorluğu’nu parçalayan St. Germain antlaşması; Avusturya ve Almanya’nın birleşmesini yasaklıyordu.
Hitler, Bismarck’ın 1866 ve 1871’de yapmaktan kaçındığı hamleyi yaparak Avusturya’yı Almanya’ya katmayı istiyordu. Nitekim Avusturya içten ve dıştan gelen baskılara direnemeyecek, birleşme konusundaki referandumdan bir gün önce Alman askerleri kansız bir şekilde ülkeyi istila edecekti.
13 Mart 1938’de Almanya Avusturya’yı ilhak ettiğini (Anschluss Österreichs) açıkladı. Tabii ki referandum bir ay sonra yapılacaktı, ama açık oy ile ve Alman askerlerinin gölgesi altında.
Referandumun sonucu şaşırtıcı değildi: %99.7 oranında Avusturya’nın Almanya ile birleşmesi sonucu çıkmıştı.
Almanya’nın Avusturya’yı elde etmesi, Alman ekonomisine birkaç aylık ferahlık getirmişti.
Almanya 1933’ten beri kendine has bir program uyguluyordu. Nazi Almanyası, Nazi Partisi’nin isminde yer alan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ismine tamamen zıt olarak; işçi hakları ve sendikaları sıkı kontrol altına almış, hızla özelleştirmeye giderek birçok kamu kurumunu özel sektöre devretmişti.
Özel sektörü Naziler serbest piyasa ekonomisinin mantığının aksine, devletin temel hedeflerine yönelik olarak örgütlemiş, bunu da devletin koyduğu fiyat mekanizmaları ve özel teşvikler kullanılarak sağlanmıştı. Alman ekonomisi hızla askeri üretime doğru dönerken, özel sektör firmaları askeri üretime yönelik çok karlı kamu sözleşmeleri peşinde koşarak hızla büyüyordu. Alman özel sektörü işin başından beri Nazilerin en karlı ortağı olmuştu. İleride savaş sırasında, ayrıca savaş esirleri ve tutsak edilen insanlar bu devasa askeri üretim merkezlerinde köle işçi olarak çalıştırılacaktı.
Naziler bir yandan büyük kamu projeleri, zorunlu askerlik ve silahlanma şeklinde bir ekonomik üçgen kurarak, işsizliği neredeyse ortadan kaldırırken; özel sektör firmaları satın alma ve birleşmeler ile dev oligopol kurumlar haline geliyordu. Almanya dişine kadar silahlanırken özel sektör göz alıcı bir şekilde büyüme hızında ve karlılıkta rekor kırıyordu.
Tabii bu ekonomik programın inanılmaz ölçüde kamu borcunun artması ve Almanya’nın her zaman kuvvetli olmuş olduğu ödemeler dengesinde muazzam açıklar vermesi sonucunu doğurdu. Bir de Nazilerin Alman ekonomisini kendi kendine tam yeter hale getirmek için, Almanya’da üretilemeyen petrol ve kauçuk gibi temel hammaddelerin sentetik olarak üretilmesi amacı ile dev yatırımları desteklemesi ekonomiyi iyice çıkmaza sokacaktı. Doğal hammaddeleri ithal etmek yerine bunları sentetik olarak üretmek çok pahalıydı. Ama Hitler ve yakın ekibine bu gerçek anlatılamıyordu.
Naziler iktidara geldikleri zaman mevcut devlet yapısını bozup, devletin içinde birbiri ile rekabet eden birçok kurum ve klik oluşturmuşlardı. Bunların hepsi çok kısıtlı kaynaklardan pay almak üzere birbiri ile amansızca rekabet ediyordu. Harcamalar çılgınca, hedefler inanılmazdı. Almanya 1933’te savunmaya yılda 452 milyon USD harcarken, bu rakam 1938 yılında 7.4 milyar USD gibi inanılmaz bir rakama çıkmıştı. Kıyaslamak gerekirse Almanya’nın 1938 yılında harcadığı bu rakam, ABD, İngiltere ve Fransa’nın toplam savunma harcamalarının iki katı idi.
Alman hava kuvvetleri 1942 yılında 19,000 savaş uçağına ulaşmayı hedefliyordu ama bu hedef saçma idi. Almanya’nın bu kadar çok uçağı uçurabilmesi için dünyanın petrol rezervlerinin çok büyük bir kısmına sahip olması gerekiyordu. Donanmadaki aptallar ise Z-Planı filosu diye bir mega proje üretmişti ki, bırakınız bu kadar büyük bir filoyu oluşturmayı, bu filonun savaşabilmesi için Almanya’nın tüm yakıt tüketiminin donanmaya tahsis edilmesi gerekiyordu. Nazilerin ekonomi konusunda tek kavradıkları şey yağma idi. 1935 yılında çıkarılan ırkçı Nürnberg yasalarının amacı aryan olmayan insan topluluklarını ve özellikle Musevileri ezmek değil, bu insanların servetlerine ve varlıklarına el koymaktı.
Almanya bu dönemde muazzam ölçüde silahlanırken, parlatmaya çalıştığı konfeksiyon-moda, makine ve otomobil endüstrisi gibi sektörler hammadde bulamaz hale gelmişti. Koca Alman ekonomisi, 1938 yılına geldiğimizde dünyadaki altın ve sağlam para (“hard currency”) rezervlerinin sadece %1’ine sahipti. Halbuki aynı tarihte ABD, İngiltere ve Fransa rezervlerin %76’sını elinde tutar haldeydi.
Almanya’nın Yeni Askeri Stratejisi: Yıldırım Savaşı Kavramı
Hitler’in içgüdüsel olarak askeri anlamda doğru yaptığı ender şeylerden biri,1920’lerde genç bir binbaşının dile getirdiği fikirlerden etkilenerek zırhlı birlikleri baştan aşağıya yaratması idi. 1920’lerde zırhlı birliklerin bir arada ve bir çekiç kullanılması fikrini atan subayın ismi Heinz Guderian idi. Guderian zırhlı birlikler hava kuvvetlerinin, topçunun ve piyadenin desteklediği bağımsız ve dev formasyonlar halinde kullanılması gerektiğini ortaya koymuştu.
Hitler, hayalindeki zaferlerin temel askeri doktrinini bulmuştu. 1938 yılında Alman tankları Avusturya’ya savaşmadan girdiği zaman bu tankların birçoğu yollarda arıza yapmıştı. Hitler 1938-1939 yılında kaynaklarının büyük bir bölümünü zırhlı tümenlerinin düzeltilmesi için harcamış ve Guderian’ın bu konudaki liderliği çok işe yaramıştı.
Almanya’nın Avusturya sonrasındaki adımı Südetenland bölgesi olacaktı. Almanca konuşulan bu bölgeyi Çekler, ellerinden kaymaması için sertçe yönetiyordu. Hitler her zamanki gibi dünya barışının devamı için bölgenin Almanya’ya teslim edilmesini, öbür türlü savaşın kaçınılmaz olduğunu ifade edecekti. Aslında Almanya’nın 1938 ilkbaharında savaşacak hali yoktu. Çekler, Alman sınırına yıllar boyunca muazzam bir savunma sistemi inşa etmiş, İngiliz ve Fransızlar halen askerî açıdan Almanya’ya göre kuvvetli idi. 1938 yılında Çekler, Polonyalılar, Fransızlar ve İngilizler kolayca Almanya’yı kaybedeceği bir savaşa sürükleyebilirdi.
Ancak İngiltere ve Fransa I. Dünya Savaşı’ndaki milyonlarca askerden oluşan kayıpların anısını unutmamıştı. İngiliz ve Fransız kamuoyu, Südetenland için çocuklarını cepheye göndermek istemiyordu. Üstelik Hitler’in hipnotize edici propaganda yöntemleri çok başarılı idi. Örneğin Ren Bölgesi’ne asker sokmasını, Almanya’nın kendi toprağına askerlerini sokmak olarak tanımlamıştı. Avusturya’yı ilhak etmesini ise iki Alman ulusunun birleşmesi olarak anlatmıştı. Südetenland krizini ise Alman çoğunluğa ait bu bölgenin Versay düzeni ile zorla koparıldığı ve Çeklerin Almanlara baskı yaptığı şeklinde ifade etmişti.
1938 Eylül’ünde durum kritik hale gelmişti. Nihayet Fransız ve İngiliz başbakanları, Mussolini’nin aracılığı ile Münih’te Hitler ile yaptıkları müzakerelerde bölgenin teslimini kabul etti. Almanlar Ekim 1938 tarihinde bölgeye askerlerini sevk etti. Hitler’in verdiği tek ödün, Çekoslovakya’dan geri kalan kısmın egemenliğini ve sınırlarını tanımaktı. Kendi vatandaşlarını ezen ve onlara yalan söyleyen bir diktatörün sözünün geçerliliği sadece 6 ay sürecekti. Çekoslovakya’nın parçası olan Slovakya Mart 1939’da ayrılacağını açıklayınca, Hitler Çekoslovakya’nın hukuken ortadan kalktığını iddia edecek ve eğer kalan Çek bölgesi Almanya’ya teslim olmaz ise, başkent Prag’ı bombalayarak dümdüz edeceğini söyleyerek, kalan Çek bölgesini işgal edecekti.
Hitler’in derdi Çek bölgesini işgal etmek değildi. 1939 başında Almanya ekonomik anlamda iflas etmişti. İthalat durmak üzereydi ve askeri harcamaların durması bir yana, artık temel ekonomik gereksinimler dahi karşılanamaz duruma gelmek üzere idi. Hitler, Çek bölgesini işgal ederek bir taşla üç kuş vurmuştu. Çekoslovakya’nın zengin altın ve döviz rezervlerine el koyduğu gibi, Çek sanayi kapasitesi ve hammaddeleri; Naziler için tam bir hazine olmuştu. Almanya’nın 1939 yılında ekonomik olarak durumu o kadar umutsuzdu ki, Hitler ocak ayında Alman kara kuvvetlerine ayrılan askeri üretimden kısıtlama yapmak zorunda kalmıştı. Hitler’in Çek bölgesi işgali sırasında derhal Prag’a trenle gitmesi tesadüf değildi. Bizzat merkez bankası kasalarını incelemişti, tıpkı bir banka soyguncusu gibi…
Müttefiklerin Avusturya’nın ilhak edilmesine izin vermesi beşinci, Südetenland’ın Almanya’ya teslim edilmesi altıncı hataları idi. Çek bölgesinin işgali ve Slovakya’nın Almanya’nın uydusu haline gelmesi bu hataların kaçınılmaz bir sonucu idi.
Almanya artık tam anlamı ile savaşa hazırlık yapabilir duruma gelmişti. Üstelik Almanlar Çek askeri ürünlerini de tüm dünyada takas ederek, hammadde almaya ve stoklamaya başlamışlardı.
Artık savaşı engelleyebilecek son ve tek bir çözüm vardı. Müttefiklerin Sovyetler Birliği ile anlaşması.
Stalin’in Poker Oyununa Katılması
Sovyet lideri Stalin tehlikeyi en erken gören liderdi ama Stalin’in rejiminin ve Sovyetler Birliği’nin başka sorunları vardı.
Stalin 1930’lara girildiği zaman Komünist Partisi’nin sağ ve sol güçlü kanatlarının etkisini ortadan kaldırmış, en azılı rakibi olan Troçki’yi sürgüne göndermişti. 1920’lerin sonundan başlayarak Batı dünyası ile Sovyetler Birliği arasındaki sanayi kapasitesi ve teknoloji anlamındaki büyük farkı kapatmak için muazzam bir sanayileşme hamlesi başlatmıştı. Ancak Stalin’in planının çok önemli bir zaafı vardı. Sovyetler Birliği bu yıllarda çok büyük ölçüde bir tarım toplumuydu. Nüfusun %78’i tarımla uğraşıyordu ve tarım nispeten büyük ölçüde özel ellerde idi. Lenin, I. Dünya Savaşı ve Rus İç Savaşı ile düşen tarım verimini olduğu yerde tutabilmek için istemeye istemeye tarımı özel ellerde yani bireylerde bırakmıştı.
Stalin’in hayal ettiği sanayileşme atılımı için yurtdışından borç alınamazdı. Zaten Sovyetler Birliği, Rus İmparatorluğu’nun borçlarını dahi reddetmişti. Demek ki bu sanayi atılımı iç kaynaklardan yapılacaktı. Ancak şehirlerde serveti yağmalanacak bir orta ve üst sınıf kalmamıştı. Stalin’in yağmalayacağı tek kaynak, çiftçilerdi. Tarımı kollektifleştirme ile devletin kontrolüne geçirdiği takdirde hem fiyatları kontrol ederek, tüm topluma “gizli” bir vergi koymuş olacak, hem de bir kısım tarım işçisini sanayi işçisi yapacaktı. Orta ve üst sınıf tarım arazilerinin sahibi olan “Kulaklar” ile tasfiye olacak ve varlıklarına devlet el koyacaktı.
Tarım ekonomisinin zorla kollektifleştirilmesi işi ters tepecek ve tarım verimi tepe taklak olacaktı.
Bu da tam bir felakete yol açacaktı. Tarımın zorla devlet tekeline alınması sonucunda ülkenin en büyük tarım üreticisi konumunda olan Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde milyonlarca kişi açlıktan ölecekti.
Naziler, Musevileri ve aryan sınıfına girmeyen insan topluluklarının servetlerini yağmalarken, Stalin kendi vatandaşlarının varlıklarını komünist bir hayal ile yağmalamıştı.
Stalin’in politik tercihleri başka felaketlere de yol açacaktı. Stalin gücü 1930’ların ortasında tam olarak ele geçirmesine rağmen siyaseten mağlup ettiği rakiplerinden halen kuşkulanıyordu. Partinin sağ kanadında yer alan Politbüro üyesi Sergei Kirov’un suikasta kurban gitmesi (ki büyük bir olasılıkla bu suikast Stalin’in planı idi) ile, Stalin parti içinde ve orduda muazzam bir temizlik başlatacaktı. Lenin’in eski politbürosunun tamamı (Stalin hariç), beş Sovyet mareşalinin üçü, generallerin ve albayların %80’i ortadan kaldırılacaktı. Ortadan kaldırılanlar arasında büyük bir askeri teorisyen olan “Kızıl Napolyon” lakaplı Mareşal Tukhachevsky de vardı. Sovyet askeri sistemi tamamen çökmüştü. Herhangi bir kademede komuta edecek subay bulmak zorlaşmıştı. Birçok tembel ve şakşakçı hızla terfi eder hale gelmişti. Stalin’in “Büyük Temizliği” 1917 Ekim Devrimini yapan “Eski Bolşevik” olarak bilinen isimleri büyük ölçüde kaldırmıştı. Büyük Temizlik sırası bu kez bizzat temizliği yapan Sovyet gizli polisi NKVD’ye de gelecekti. Art arda iki NKVD başkanı da “karşı devrimci” ve “faşist casusu” suçlamaları ile ortadan kaldırılacaktı.
Ancak Stalin’in korkunç bir insani maliyet ile yaptığı sanayi atılımı, iki “5 Yıllık Plan” ile büyük kapasite artışları getirmişti. 1928-1937 arasında kömür üretimi tam 4.5 kat, elektrik üretimi 7 kat, sanayi makinelerinin sayısı 20 kat, traktör sayısı ise 40 kat artmıştı. İşte bu delice artan traktör üretim kapasitesi sadece tarım için değildi. Bu tesisler ileride muazzam tank fabrikalarına çevrilecekti.
Sovyetler Birliği’nin endüstriyel kapasitesi Japonya, İtalya ve Fransa’yı açık ara ile geçmiş ve hatta 1930’ların sonunda İngiltere’nin sanayi kapasitesine ulaşmıştı.
Bu arada Çin’de savaşan Japon Kwantung ordusu kendisine başka bir macera daha aramaya karar vermişti. Sovyetler Birliği’ni kolay bir lokma olarak gören ordu liderleri, Tokyo’dan onay almadan Sovyetler ile çatışmaya başlamıştı. Ancak Sovyetler ağır tankları ve topçuları ile Japonları Dış Moğolistan’da ezdikten sonra, Japonlar bir daha Sovyetler Birliği ekseninde macera aramayacak, dikkatlerini Çin’deki savaşa ve Pasifik’teki Fransız ve Hollanda sömürgelerine çevirecekti. Japonlar, bu strateji değişikliğinin en sonunda Amerika Birleşik Devletleri ile savaş anlamına geldiğini biliyordu. Bu arada AmiraI Isoruku Yamamoto’nun canına birkaç defa kastedildikten sonra, donanma bakanı Amiral’i korumak için Japon Birleşik İmparatorluk Donanması’nın başına atamıştı. Donanmanın tek derdi Amiral’in canını cuntacılardan korumak değildi. Yamamoto daha 1939 yılında ABD ile savaşın kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Uçak gemilerini ve donanma hava kuvvetlerini savaşa hazırlamaya başladı.
Büyük savaşa giden yolun artık sonu görülmüştü. Hitler’in yeni hedefi Litvanya’nın Almanca konuşulan liman bölgesi olan Memel’di. Sert bir ültimatom sonrasında Litvanya bu bölgeyi Almanya’ya teslim edecekti. Bu olay ile Almanya II. Dünya Savaşı öncesinde son defa savaşmadan toprak kazanıyordu.
Bu arada Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün son aylarında barışçıl bir şekilde Hatay’ı Fransız mandası altındaki Suriye’den kopartabilmiş, Hatay bağımsız bir cumhuriyet olmuştu. Hatay’ın Fransızlardan kopartılması Südetenland Krizi ile aynı dönemdir. Atatürk’ün sağlığı son derece bozuk olmasına rağmen, bu mesele ile bizzat ilgilenmişti. Fransız ve İngilizlerin Türkiye’ye karşı direnemeyeceği bir dönemde uygulanan baskı ile Atatürk’ün son hayali gerçekleşmişti. Hatay, Atatürk’ün ölümünden sekiz ay sonra anavatana katılacaktı. II. Dünya Savaşı’ndan tam iki ay önce…
1939 yaz aylarında artık hedef Polonya idi. Almanya ve Doğu Prusya’yı birbirinden koparan “Polonya Koridoru” Versay düzeninin son halkası idi. Polonya’nın toprak bütünlüğü Fransa ve İngiltere tarafından garanti edilmişti. Dolayısı ile bir Alman müdahalesi savaş anlamına gelecekti.
Hitler son kozunu 1939 yaz aylarında oynayacaktı. Polonya; Sovyetler Birliği ve Almanya’dan toprak alarak 1919 yılında yeniden doğmuştu. Her iki ülke ile de ihtilaflı idi. Sovyetler Birliği’nin ilk tercihi, Fransa ve İngiltere ile bir pakt kurarak hem Polonya’dan bir dilim koparmak hem de Nazi Almanyası’na karşı kendisini korumaktı. Ancak 1938-1939 yıllarında İngiliz ve Fransızlar bu ittifaka karşı tereddütlü, Polonya ise karşı idi.
Fransa ve İngiltere’nin özellikle Çek sanayii Nazilerin eline geçtikten sonra Sovyetler Birliği ile ittifaka girmemeleri anlaşılabilir değildi. Fransızlar ve İngilizler, tek başlarına I. Dünya Savaşı’nda ancak ABD ve Rusya ile beraber olarak, Almanya’ya karşı zafer kazanabilmişti. Şimdi ise karşılarında, çok daha tehlikeli rakip ve amansız bir rakip vardı ve ABD, Avrupa meselelerine uzak 1930’lu yıllarda tarafsız durumda idi.
Polonyalıları anlamak ise mümkün değildi. Ülkenin sanayi yoğunluğunu içeren batı bölümü Alman toprakları arasında sandviç gibiydi, bu bölgelerin savunulması olanaksızdı. Hem Sovyetler hem de Almanlar ihtilaflı olup, ülkelerini hayatta tutmaları olanaksızdı. Polonya hükümeti 1919 yılında Polonya’nın sindirebileceğinden fazla Alman ve Rus toprağı almış olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Bunun bedelini Polonya II. Dünya Savaşı’nda toplam nüfusunun %20’sini kaybederek ödeyecek, ülke Nazi işgalinden kurtulduktan 1990 yılına kadar Demirperde arkasında kalacaktı.
Bu da Müttefiklerin yedinci ve son hatası olacaktı.
Stalin Nazi Almanyası’na karşı arzu ettiği ittifakı kuramayınca; Dışişleri Bakanı Molotov aracılığı Almanya ile bir anlaşma zemini aradı. Hitler ideolojik düşmanı olan Bolşevikler ile anlaşmaya razı idi. Almanya’nın iki cepheli bir savaşa giremeyeceğini ve savaş çıktığı takdirde Almanya’nın deniz ambargosu nedeni ile hammadde temini yapamayacağını hesaplamıştı. Kritik hammaddeler Sovyetler’den temin edilecekti.
Böylece Hitler Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop’u Moskova’ya gönderecek, 23 Ağustos 1939’da bizzat Stalin ve Molotov’un hazır bulunacağı toplantıda; Almanya ve Sovyetler Birliği Polonya ve tüm Doğu Avrupa’yı paylaşacakları gizli bir pakt imzalayacaktı. Stalin hem Doğu Avrupa’da Polonya, Baltık Cumhuriyetleri ve Romanya’dan toprak almayı garantilemiş, hem de kuduz bir köpek gibi saldırmaya hazır olan Hitler’in istikametini Polonya işi bittikten sonra Batı’ya çevirtmişti.
Stalin bu kazandığı bu kısıtlı süre içinde Sovyetler Birliği’ni askeri ve ekonomik olarak savaşa hazırlamayı planlıyordu. Aynı zamanda Stalin Almanlar Polonya’yı işgal ettiği zaman, Doğu Polonya’nın kendilerini teslim edilmesini de garanti altına almıştı. Böylece ileride Naziler ile sınırdaş olduklarında en azından Alman orduları kritik Minsk-Smolensk-Moskova aksından bir parça daha uzaklaşmış olacaktı. Ayrıca Stalin Polonya’dan 1920 savaşının da rövanşını almış olacaktı.
Artık II. Dünya Savaşı kaçınılmazdı. Hitler artık Sovyetler’den çekinmeden Polonya’ya taarruz edebilirdi.
Almanya; Polonya’ya Versay Antlaşması ile elde etmiş olduğu “Polonya Koridoru yani Doğu Pomeranya’yı teslim etmesi ve Danzig şehrinden askeri ve idari personelini çekerek şehrin Almanya’ya hükümdarlığına bırakılması yönünde sert bir ültimatom verecekti. İşin ironik kısmı savaşa neden olan bu talepler aslında, Almanya’nın 1919’dan beri en haklı olduğu konulardı. Eğer eski Alman Şansölyesi Gustav Stresemann iktidarda ve hayatta olsa idi, muhtemelen Polonya Koridoru ve Danzig eninde ve sonunda Almanya’ya barışçıl bir şekilde teslim edilecekti. Hem de İngilizler ve Fransızların eli ile…
Savaşın arifesinde, Almanlar ısrarla İngilizler ve Fransızlara, Polonya’ya verilmiş olan garantinin işletilmemesini talep edeceklerdi ama artık Hitler’in kredibilitesi Londra ve Paris nezdinde çoktan dolmuştu.1 Eylül 1939 sabahı 04:45 sularında Alman ana muharebe gemisi Schleswig-Holstein, Danzig’teki Polonyalılara ait tesisleri bombaladı.
II. Dünya Savaşı başlamıştı.
Burak Köylüoğlu
19 Mayıs 2024
Yeni yazılardan haberdar olun.