Modern dünya düzeninin ekonomik ve jeopolitik anlamda nasıl oluştuğunu anlattığım yazı dizisinin XXV. Bölümüne hoş geldiniz.
Bu bölümde Soğuk Savaşın Berlin Krizi ve Kore Savaşı ile nasıl zirve yaptığını, Sovyetler Birliği’nin atom bombasının sırlarına nasıl ulaştığını anlatacağım.
Bu dönem, aynı zamanda Britanya İmparatorluğu ve Fransa Cumhuriyeti başta olmak üzere, sömürge imparatorluklarının çözüldüğü bir dönemdir. Bu sürecin bugüne kadar olan etkilerini de anlatmaya çalışacağım.
Filistin sorununun nasıl başladığını ve İsrail’in nasıl kurulduğunu da tarafsız bir gözle anlatacağım. Arap devletlerinin Filistin İç Savaşı ve 1948 Arap-İsrail Savaşı’nda yaptıkları çok kritik hataların nasıl Orta Doğu’da muazzam bir depreme yol açtığını da detaylı bir şekilde kaleme aldım.
Bu uzun girişten sonra yazıya başlayalım.
Soğuk Savaş Tırmanıyor: Berlin Ablukası
Sovyetler Birliği’nin lideri Joseph Stalin, yeni başlayan Soğuk Savaşın ağırlık merkezinin işgal altındaki Almanya ve Berlin olacağını ilk anlayan lider olmuştu. Stalin II. Dünya Savaşı’nın esas yükünü çekmiş olan Sovyetler Birliği’nin yeni dünya düzeninde hakettiği payı henüz tam almamış olduğunu düşünüyordu.
1920-1930 dönemindeki Stalin, komünist devrimi Sovyetler Birliği sınırları içinde kurumsallaştırmaya çalışmışken, 1945 sonrası Stalin, komünizmin uluslararası bir düzenin temelini oluşturacağını öngörüyordu. Yine de Stalin, oynadığı büyük jeopolitik oyunda Amerikan başkanları Roosevelt ve Truman’ın aksine, bir politik idealist değildi, kemiklerine kadar soğukkanlı ve gücünün sınırlarını çok iyi bilen bir adamdı. Bu nedenle atom bombası tekeline ve muazzam güçlü bir stratejik hava gücüne sahip ABD ile doğrudan sıcak çatışmaya girmeden, Sovyetler Birliği’nin hak etmiş olduğu ödülleri almayı hedefliyordu.
Sovyetler Birliği; Doğu Avrupa ile Yunanistan hariç olmak üzere tüm Balkanlara egemen olmuştu, Doğu Almanya’da kayda değer bir işgal bölgesine sahipti, Doğu Prusya’nın başkenti Königsberg’i alarak Baltık Denizi’nde buzlanmayan stratejik bir limana sahip olmuştu.
Bugün Rusça adı ile Kaliningrad, Rusya Federasyonu’nun Avrupa’daki en stratejik varlıklarından biridir. Kaliningrad Oblast’ında konuşlu Rus taktik nükleer füzeleri dakikalar içinde Londra, Paris, Berlin gibi hedefleri imha edebilecek yakınlıktadır.
Aynı zamanda, Stalin Uzakdoğu’da ABD’nin önemli müttefiki olan Çan Kay-Şek liderliğindeki Çin’in kanlı bir iç savaş ile Mao komutasındaki komünist gerillalar tarafından tamamen ele geçirilmesini de sağlamıştı. Çin Stalin için çok büyük bir kazançtı. Ama Mao’nun Çan Kay-Şek’in sığındığı Tayvan’a taarruz etmesini, bir Amerikan müdahalesini tetikleyeceği için, engelleyecek kadar akıllıydı. Nitekim Amerikalılar Pasifik donanmasına ait VII. Filo’yu sürat ile Çin kara sularına sokacaktı.
Stalin; İran, Türkiye ve Yunanistan üzerindeki hedefleri konusunda ısrarcı olmamıştı, aynen kendisine kötü bir el gelen usta bir poker oyuncusu gibi pas geçmişti.
Ancak Stalin esasen en önemli elini Berlin üzerinde oynayacaktı.
24 Haziran 1948 tarihinde Sovyetler; Amerikan, Fransız ve İngilizlerin Batı Almanya’daki işgal bölgelerinden, yine bu devletlerin Berlin’deki işgal bölgelerine olan tüm kara ve demiryolu bağlantılarını kesti.
Amaç Batılı Müttefiklerin Berlin’deki işgal bölgelerindeki askeri gücünü çekmeye zorlayarak, Batı Berlin’i oluşturan bu bölgeleri Sovyet işgal sahasına dahil etmekti. Stalin Batı Berlin’i düşürmesi halinde, sonraki hamlesini planlamıştı bile. Batılı Müttefiklerin üzerindeki baskıyı arttırarak, Batı Almanya’daki işgal bölgelerini de terk etmeye zorlayacaktı.
Doğu Almanya’daki Sovyet işgal bölgesinde konuşlandırılmış Sovyet tümenleri kışlalarından çıkarak, bölünmüş Almanya’daki sınırı teşkil eden Elbe Nehri boyunca savaş pozisyonu almaya başladığı gibi, Batı Berlin çevresine en seçkin birliklerini sevk ediyordu.
Batı Berlin’deki işgal bölgelerinde konuşlu sadece 23,000 Amerikan, İngiliz ve Fransız askeri bulunuyor. Kabaca iki buçuk tümen askeri polis vasfında bir güçtü bu…
Sovyetler sadece Batı Berlin çevresine seçkin tam beş ordudan oluşan yaklaşık 1.5 milyon asker sevk etmişti. Bu tarihte tüm Amerikan askeri gücü küresel olarak 560,000 kişi idi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler ve Amerikalılar, askerlerini büyük ölçüde terhis etmişti. Batı Almanya’da savaşabilecek, birinci sınıf Amerikan gücü sadece 32,000 asker idi. Kalan 50,000 asker, askeri polis, haberleşme, lojistik vs. gibi destek gücü idi.
Sovyetler Batı Berlin’deki işgal bölgelerine verilen elektrik enerjisini de kesti. Batı Berlin’de yaklaşık bir aylık yiyecek stoğu ve 45 günlük kömür stoğu elde vardı.
Stalin, Soğuk Savaş’ta ilk defa Batılı Müttefikler ile sıcak çatışmayı göze alacak bir poker eli başlatmıştı. Bu poker oyununda ortadaki ödül Batı Berlin işgal bölgesi idi. Stalin, Amerikalıları ”ya Batı Berlin’i terk et, ya da Batı Berlin’i ikmal etmek için savaşarak Doğu Almanya’dan geç!” seçeneğine zorlayarak resti çekmişti. Stalin akademik olarak Oyun Teorisini’ne hâkim değildi ama bu teorinin meşhur sıfır kazançlı bir modelini kurmuştu.
Ancak Amerikan stratejik yaklaşımı ve olanakları, Stalin’in bu hamlesini boşa çıkaraktı.
Amerikalılar Doğu Almanya’daki Sovyet işgal bölgesinden zorla geçerek, Berlin’e ulaşmayı planlamamıştı. Ellerinde hukuken ayrıntılı bir şekilde tanımlanmış olan, Doğu Almanya üzerinde yer alan üç hava koridoru vardı. Ayrıca ellerinde, mükemmel nakliye uçakları olan C-47’ler de mevcuttu.
İngiliz hava kuvvetleri ile beraber, Amerikalılar tam 11 ay boyunca Batı Berlin’e 277,000 uçuş yapacak, yaklaşık 2.3 milyon ton yiyecek, kömür, ilaç, sıvı yakıt taşıyacaktı. Bu muazzam bir lojistik ve stratejik başarı idi. Üstelik bu devasa faaliyette sadece 101 kişi kaybedilecekti. Abluka altındaki Batı Berlin’de tam 2.1 milyon Alman ortalama günlük 2000 kalori alarak hayatını sürdürmüştü. Bu, Batı Avrupa standartlarında yaşam anlamına geliyordu.
İşin ironik tarafı şuydu. Japon şehirlerini beş ayda yangın bombaları ile yakıp kül eden bir milyona yakın sivil kayba yol açan, Japonya’nın stratejik olarak bombalanmasını bizzat komuta eden Hava Generali Curtis LeMay operasyonu planlayan ve başlatan isimdi.
Curtis LeMay, Pentagon’a ısrar ederek, Avrupa’ya Boeing B-29 ağır bombardıman uçaklarını da sevk ettirmişti ve bu uçaklar Nagazaki’ye atılmış olan plütonyum temelli atom bombalarını taşıyordu. Ancak Pentagon, LeMay’in Doğu Almanya üzerindeki hava koridorlarında B-29 uçurulması talebini reddetmişti. LeMay ilginç ve acımasız bir adamdı ama Soğuk Savaş’ta Amerikan hava gücü ve nükleer bombalarını birleştirerek “deterrence theory” yani caydırma teorisine en köklü katkıyı sunanların başındaydı. LeMay; esas şovunu tüm dünyanın III. Dünya Savaşı’na en yakın olduğu an olan 1962 Küba Füze Krizi’nde yapacaktı.
Amerikalılar, Stalin’in restine karşılık olarak, hava lojistik olanaklarını devreye alarak, poker oyununda bahsin yükseltilmesinin önünü kesmişlerdi. Ellerindeki nükleer kartını ise masada ayrı bir joker olarak rakiplerine göstermişlerdi. Oyunun sırasını Sovyetlere geçirerek, rakiplerine “bahsi yükseltmek istiyorsan, yasal olarak hava koridorlarından uçan nakliye uçaklarını düşür!” yanıtını vermişlerdi. Yani Stalin’in kurnazca hazırlamış olduğu açmazı bozdukları gibi, Sovyetler bu kez kendileri bir açmaza düşmüştü.
Stalin eli masaya atıp, yenilgiyi kabul etti.
Moskova 12 Mayıs 1949 tarihinde ablukayı kaldırdı. Berlin Ablukası; 4 Nisan 1949’da NATO’yu ve 23 Mayıs 1949 tarihinde Federal (Batı) Almanya Cumhuriyeti’ni yaratacak ve Sovyet tehdidine karşı birleşik bir Batı Bloku oluşacaktı. Batı Almanya resmi adı ile Federal Almanya Cumhuriyeti, Fransız, İngiliz ve Amerikan işgal bölgelerinin birleştirilmesi ile kurulmuştu. Stalin ise kendi işgal bölgesinde Almanya Demokratik Cumhuriyeti’ni yani Doğu Almanya’yı 7 Ekim 1949 tarihinde kurduracaktı.
Stalin Batılı Müttefikler arasında görüş ayrılığı yaratıp, Batı Berlin’i ve daha sonra Batı Almanya’yı ele geçirmeyi hedefliyordu. Batılı Müttefikler, Sovyet tehdidi karşısında ABD liderliğinde birleştiği gibi, Batı Berlin ve Batı Almanya artık erişilemeyecek hedefler haline gelmişti.
Aynı hatayı çok benzer şekilde Rusya Federasyonu lideri Putin de 2022 yılında Ukrayna’yı işgal ederek yapmıştı. Putin’in “Özel Askeri Operasyonu” Batı’yı bölmemiş, ABD liderliği altındaki koalisyonu güçlendirmişti. Putin’in savaşın başında özellikle Kiev’e karşı yaptığı taarruza yeterli kaynak ayırmamış olması da bugünkü tabloyu ortaya çıkarmıştı.
Berlin Ablukası esnasında Sovyetler için başka bir hezimet yaşandı. Uzun zamandan beri Yugoslav lideri Jozef Broz Tito, müttefiki ve “büyük ağabeyi” Sovyetler Birliği ile itişip kakışıyordu. Tito’nun emelleri İtalya’dan ve Sovyet uydusu Macaristan’dan toprak almak, Arnavutluk’u kendi yörüngesine dahil etmek, Yunanistan’daki iç savaşı desteklemek gibi aksiyonlara yansımıştı. Adriyatik’i mayınlayarak İngiliz savaş gemilerinde kayıplara yol açıyor, rotasını şaşıran Amerikan nakliye uçaklarına ateş açıyordu. Stalin, Tito’ya daha fazla katlanamayacaktı. Yugoslavya bağımsız davranarak, Demir Perde arkasındaki diğer Sovyet uydularına kötü örnek oluyordu. Tito ortadan kaldırılamayacak kadar Yugoslavya’da güçlüydü ve ülkenin dağlık yapısı olası bir Sovyet müdahalesini oldukça pahalı ve zor hale sokabilirdi. Ne de olsa Tito II. Dünya Savaşı’nda tam 21 Alman tümenini bağlayabildiği gibi, Hitler’in meşhur komando komutanı SS Generali Otto Skorzeny’nin kendisini ölü ya da diri ele geçirmeyi hedeflediği harekatta (Rösselsprung Operasyonu), Skorzeny gibi bir dehayı dahi atlatabilmişti.
Stalin en sonunda Yugoslavya’yı Kominform’dan çıkarttı ve Tito’yu bir kapitalist ajanı olarak ilan etti. Yugoslavya artık 3. Dünya Ülkeleri olarak adlandırılacak bağlantısız ülkelerin liderliğine soyunacaktı. Ülkedeki Sovyet yanlısı komünistler ise, Adriyatik’teki adalarda kurulan toplama kamplarına sürülecekti.
Stalin’in Yugoslavya’ya müdahale etmemesi akıllıca idi. Ancak Sovyetler bu doğru örneği nedense 1979 yılında unutacak, Sovyet birlikleri Afganistan’a girerek uzun ve pahalı bir savaşa saplanacaktı.
Nükleer Denge: Joe-1
Batı Dünyası, 27 Ağustos 1949 tarihinde büyük bir şok yaşayacaktı. Amerikan sismoloji merkezleri, bugünkü Kazakistan’da bir yer sarsıntısı kaydetmişlerdi. Amerikan gözlem uçakları birkaç gün sonra şaşırtıcı gerçeği keşfedeceklerdi. Sovyetler Birliği ilk atom bombası denemesini başarı ile gerçekleştirmişti. Artık atom bombasının gizemi, Amerikalıların tekelinde değildi. Bu olay ABD’de çok büyük bir şok yarattı.
Amerikalılar sürat ile bilim adamları Edward Teller ve Stanislaw Ulam’ın “Super” isimli teorisini hayata geçirmek için kollarını sıvadı. Edward Teller, Amerikan Atom Bombası Programı, Manhattan Projesi, sürecinde önemli bir görev üstlenmişti. O dönemde Teller; projenin bilim direktörü Robert Oppenheimer’dan hiçbir zaman hazzetmemiş, atom bombası meselesinin zaten çözülmüş olduğunu, fizik bilimi açısından “Super” isimli teorisinin hayata geçirilmesinin esas bilimsel ilerleme olacağını savunuyordu.
“Super” olarak isimlendirilen kavram, atomların birleştirilmesinin yaratacağı muazzam enerjinin bir bomba haline getirilmesi idi. İşte atom bombalarını yanında cüce bırakacak olan hidrojen bombasının gelişimi başlamıştı. Teller, yıldızların gücünü süper bir bombaya çevirmeyi düşlüyordu. İnsanlığı birkaç defa yok etme potansiyeline sahip hidrojen bombaları veya daha cafcaflı ismi ile termonükleer silahlar, Sovyet atom bombası testi sonrası geliştirilmeye başlanmıştı.
Sovyet atom bombası, Amerikan “Fat Man” konseptinin bire bir aynısı idi. Bu bomba bir plütonyum bombası idi ve Nagazaki’ye atılmıştı. Sovyetler savaş devam ederken bu çok iyi korunan gizlere ulaşmıştı. Meşhur fizikçi Alman kökenli, İngiliz vatandaşı Klaus Fuchs Manhattan Projesi’nde çalışırken bu gizemi adım adım Sovyet haber alma ağına iletmişti.
Soğuk Savaş’ın Paranoyası ve Haberalma Örgütlerinin Evrimi
Aslında Klaus Fuchs; Manhattan Projesi sırasında Oppenheimer ile Teller arasındaki itiş kakışından faydalanmıştı. Oppenheimer’ı bir üst olarak kabul etmeyen Teller, verilen görevleri yapmayı reddedince bu kritik çalışmalar sapına kadar komünist olduğu sonradan ortaya çıkacak Fuchs’a verilmişti.
Fuchs 1950 yılında yakalanacaktı ancak İngiliz vatandaşı olduğu için İngiltere’de sadece 9 yıl hapis yatacaktı. FBI tarafından Sovyet casusluk şebekesinin içinde yer aldığı keşfedilen Amerikan vatandaşları Julius ve Ethel Rosenberg çifti ise 1950 yılında tutuklanacaktı. Karı ve koca, oldukça sansasyonel bir dava süreci sonrasında ölüm cezasına çarptırıldı.
Özellikle Ethel Rosenberg’in mahkumiyeti son derece tartışmalıydı çünkü aktif olarak casusluk faaliyetinin içinde değildi. Ne yazık ki, Ethel Rosenberg eşinin üzerinde baskı yaratmak için davaya dahil edilmişti. Ve davanın yargıcı ile bölge savcısı da bu korkunç hukuksuzluğun bizzat mimarlarıydı.
Rosenbergler, 1953 yılında elektrikli sandalyeye gideceklerdi.
Rosenberg Davası; Amerika Birleşik Devletleri’nde McCarthyism olarak bilinen ve birçok insanın hayatını mahvedecek olan histeriyi de başlatmıştı. Komünistlerin devletin her yerine sızdığı korkusu yaratılarak, inanılmaz bir baskı dönemi “özgürlükler ülkesine” egemen olmuştu. Bu histeriyi başlatan Senatör Joseph McCarthy, elinde devlete sızmış komünistlere ait bir liste olduğunu iddia ediyordu. Nedense bu listenin tamamı hiçbir zaman açıklanmıyor, her gün yeni isimler duyurularak, bunların komünist ajanı olduğu ifade ediliyordu. Bu paranoya Hollywood’dan üniversitelere kadar yayılmıştı. Örneğin Charlie Chaplin ve Orson Welles gibi ünlü aktörlerin isimleri de konuşulmaya başlanmıştı. Manhattan Projesi’nin direktörü Robert Oppenheimer da şüpheliler arasına girmişti.
Bu paranoyanın bir başka kurbanı da Bretton Woods Sistemi’nin Lord John Maynard Keynes ile beraber mimarı olan Hazine Bakan Yardımcısı Harry Dexter White idi. White aynı zamanda ilk IMF direktörüdür. FBI ısrarla White gibi önemli bir ismin Sovyet ajanı olduğunu belirtmiş ve hatta FBI Direktörü Hoover bizzat Başkan Truman’a bu hususta açık bir mektup kaleme almıştı. Daha sonra Verona Projesi kapsamında White’ın tüm görüşmeleri takibe alındı. Verona Projesi Sovyet haberleşmelerinin deşifre edilmesine yönelik en üst düzeyde gizli tutulan bir girişimdir. Bu çok başarılı projenin yürütülmesi esnasında kullanılan matematiksel ve mühendislik yöntemleri bugünün vazgeçilmez teknolojik aygıtların temelini oluşturmuştu.
Çok sonraları açıklanan belgeler, Verona Projesi’ne takılan Sovyet haberleşmelerinde White’ın Sovyet temsilcileri ile bazı görüşmeler yaptığını ortaya koymuştur. White bu deliller kapsamında Kongre’de özel bir soruşturma komisyonunda (HUAC, House Un-American Activities Committee) ifade verdikten sonra birkaç gün sonrasında evinde ölü olarak bulunacaktı.
IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların kurulmasındaki en önemli isim olan Harry Dexter White’ın ölümünün gizemi halen devam etmektedir. IMF, 2024 yılında Harry Dexter White hakkında kısa ama çok anlamlı bir yazı yayınlayarak, kurucusunu bir kere daha anmıştı: https://www.imf.org/en/Publications/fandd/issues/2024/06/The-Messy-Legacy-of-Harry-Dexter-White-James-M-Boughton
Esasen Soğuk Savaşın karşılıklı oynanan acımasız casusluk oyununda, kurbanlar kadar yükselenler de vardı. Bunlardan biri de Alman Tümgenerali Reinhart Gehlen idi. Gehlen, Alman ordusunda görev yaparken, Sovyetler Birliği’nin esas gücünü ortaya koyan son derece parlak bir subaydı. Hatta Nazi Almanyası’na son darbeyi vuracak olan Vistula-Oder Stratejik Taarruzu’nun tam tarihini ve bu taarruza hazırlanan Sovyet güçlerini ayrıntılı bir rapor haline getirmişti. Rapor Hitler’in önüne gittiği zaman, Alman diktatörü muazzam bir öfke patlaması ile raporu “Cengiz Han’dan beri ortaya konulan en büyük sahtekarlık” olarak nitelendirmişti. Ancak daha sonra Gehlen’in raporunun tam olarak doğru olduğu ortaya çıkmıştı.
Gehlen, savaş sonunda Amerikalılara teslim oldu. Eğer sıradan bir subay olsaydı birkaç yıl sonra serbest bırakılıp, Batı Almanya’da hayatını sürdüren sıradan bir adam olacaktı. Ancak Sovyetler hakkında istihbarat toplayan bir örgütü ve çok detaylı bir arşivi vardı. Bu kartları çok iyi oynadı. Derhal ABD’ye götürüldü. Bu esnada Amerikan istihbarat örgütü OSS, Office of Strategic Services, Soğuk Savaş ortamına uygun bir şekilde yeniden yapılanıyordu. Bu yapılanmanın en önemli oyuncuları içinde yer aldı. OSS yeni bir örgüte dönüştü. Yeni örgütün ismi, CIA yani Central Intelligence Agency olacaktı. Gehlen Batı Almanya’ya dönecek ve Şansölye Konrad Adenauer tarafından Federal Almanya İstihbarat Örgütü’nün (BND) başına atanacaktı. BND; CIA, KGB ve MI6 ile beraber dünyanın en etkin istihbarat örgütleri arasına girecekti.
Paranoya sadece ABD’yi sarmamıştı. Sovyetler Birliği’nde ülkenin ikinci büyük şehrindeki komünist parti yöneticileri ilerici fikirleri ile halk ve Komünist Parti içinde ilgi görmeye başlamıştı. Stalin 70 yaşına gelmişti, sağlığı bozuktu ve ardılını belirlememişti. Leningrad Komünist Partisi lideri Andrei Zhdanov’un Stalin’in ardılı olduğu konuşuluyordu. Ancak Zhdanov; Yugoslavya Krizi sırasında yapılan Kominform toplantısında Yugoslavya’ya karşı ılımlı bir tutum alması ile beraber, Stalin’in öfkesine maruz kalacaktı. Stalin’in talimatı ile, Zhdanov görevlerinden alındı ve sağlık nedenleri ile bir sanatoryuma yatırıldı. Kısa bir süre sonra 52 yaşında bir kalp krizinden öldüğü açıklandı.
Stalin’in dikkati bir anda Leningrad’a dönmüştü. Zhdanov’un ardılları, Leningrad Komünist Partisi liderleri, Kuznetsov, Voznesensky ve Rodionov’un fikirleri o dönem için oldukça cesur ve ılımlı idi.
Leningrad örgütü, komünizmi yeniden yorumluyor ve bazı alanlarda özel mülkiyet hakkının geri getirilmesini savunuyordu. Örgüt, Soğuk Savaşın tam ortasında Leningrad’da uluslararası bir fuar düzenlemişti. Bu fikirler Moskova’da da yankı bulmaya başlamıştı.
Ortada Yugoslavya gibi bir örnek varken, komünizmin farklı bir şekilde yorumlanmasını tehdit olarak gören Stalin, Leningrad örgütünü tasfiye edecek ve liderlerini gizli bir mahkemede ölüme mahkûm ettirerek, idam mangasının önüne çıkaracaktı. Bu insanlar müthiş kayıpların verildiği 1941-1944 Leningrad kuşatmasında şehrin Almanların eline düşmemesini sağlayan savunmanın sivil liderleriydi.
Bu arada Stalin, Soğuk Savaş’ın gereksinimlerine göre meşum NKVD örgütünü ikiye bölerek MVD (İçişleri Bakanlığı) ile MGB (Devlet Güvenlik Bakanlığı, dış istihbarat) güvenlik örgütlerini yapılandırmıştı. Stalin; NKVD lideri Lavrentiy Beria’nın gücünü tırpanlamıştı ancak Zhdanov’un ölümünden sonra eski NKVD lideri halen çok güçlü ve tehlikeli idi.
Sömürge (Koloni) İmparatorluklarının Çözülmesi
1939 öncesinin ağır sıkletleri olan Britanya İmparatorluğu ve Fransa Cumhuriyeti savaştan büyük sorunlar ile çıkmıştı. Bu iki eski güç; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip 5 daimi üyesinden biriydi ancak geniş sömürge/koloni imparatorluklarını devam ettirecek ekonomik ve askeri güce sahip değillerdi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ayaklanmalar sertçe bastırılmıştı ama artık işler çok değişmişti.
ABD’nin uluslararası doktrini artık sömürge imparatorluklarının tamamen ömrünü doldurduğu şeklindeydi. Bu arada Sovyetler Birliği’nin tüm dünyaya yaydığı insanların eşitliğini temel alan komünist ideoloji, sömürgelerde yaşayan insan topluluklarına cazip gelmeye başlamıştı.
Savaş sonrası, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşması ağırlıklı olarak Asya ve Uzakdoğu’da başlamıştı. Bunun ana nedeni savaşın son safhasında bu bölgeleri işgal etmiş olan Japonya’nın stratejisi idi. Japonya, savaşın son aylarında, savaş sırasında istila ettiği eski Fransız ve İngiliz sömürgelerindeki yerel güçleri kuvvetlendirmiş, bol sayıda hafif silahı bu güçlere teslim etmişti. Savaş bitince İngiltere ve Fransa bu bölgelerdeki eski sömürgelerinin kontrol edilemez hale geldiğini anlayacaklardı.
Savaşta Japonlar tarafından işgal edilmemiş olan ve bağımsızlık hareketi çok daha eskiye dayanan Hindistan’ı yeni İngiliz hükümeti kontrol edemeyeceğini anlayınca, Hindistan bağımsızlık hareketini yürüten Mahatma Gandhi, Jawaharlal Nehru ve Muhammed Ali Cinnah ile görüşmeye başladı. İngilizler, uzun süreli bir sivil itaatsizlik döneminden sonra, savaş sonrasında silahlı kalkışma hareketlerinin başlayacağını akıllıca sezmişlerdi. İngiliz-Hint ordusu için için kaynıyordu. Subras Chandra Bose’nin savaş sırasında Mihver Devletleri’ne yanaşması ve halk içinden destek bulması,1943 yılında Bengal’de yaşanan müthiş kıtlık ve kıtlıkta milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi ile doğan tepki, 1946 yılında Hint denizcilerin ayaklanması; İngilizlere yaklaşan tehlikeyi göstermişti. Bu arada şu notu mutlaka eklemeliyim: Winston Churchill Hükümeti’nin, 1943 Bengal Kıtlığı’nın sonuçlarının bir felakete dönüşmesinde doğrudan sorumluluğu vardır. Ve bu sorumluluk Stalin yönetiminin sebep olduğu 1932-1933 Ukrayna kıtlığının sorumluluğuna yakın bir sorumluluktur. Bu kıtlığın savaş esnasında yaşanmış olması İngiliz yönetiminin sorumluluğunu kesinlikle azaltmaz.
Bengal Kıtlığı, Türkiye Cumhuriyeti’ne amansız ve aralıksız bir şekilde “sözde Ermeni soykırımı” etiketini yapıştırmaya çalışan Batı ülkelerinin, sebep olup da unutturmaya çalıştığı sayısız insanlık trajedisinden biridir.
Bu küçük notu sunduktan sonra, yazıya devam ediyorum.
İngiliz hükümeti Hindistan’a bağımsızlık vermeye hazırdı ancak yeni Hindistan nasıl yönetilecekti? Hindular çoğunlukta, Müslümanlar azınlıktaydı. Muhammed Ali Cinnah, Müslümanların azınlıkta olacağı büyük bir Hindistan yerine ülkenin bölünmesinde ısrarcı oldu. Hindular ile Müslümanların bir arada federal bir devlet altında yaşamasının olanaklı olduğunu düşünmüyordu. Bu düşüncesini İki Devletli Çözüm Teorisi (Two State Theory) şeklinde kavramlaştırmıştı. 1940 yılında ortaya koyduğu Lahor Deklarasyonu artık bu pozisyonu katılaştırmıştı. Savaştan hemen sonra, İslam Cephesi (Muslim League) ile Hint Nasyonal Kongresi (Indian National Congress) arasında ilişkilerin gerilmesi, Cinnah’ın iki devletli çözüm konusundaki ısrarı İngilizleri çıkmaza sokmuştu. Hindistan’ın bağımsızlığı artık kaçınılmazdı ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda çözüm bulunamıyordu.
En nihayetinde İngiliz Hükümeti, Hindistan’dan çekilmeyi hızlandırma kararı alarak, nüfus dağılımına göre ülkenin ikiye bölünmesi kararını aldı. Radcliffe Line olarak bilinen sınır o kadar berbat bir şekilde çizildi ki, milyonlarca Hindu Pakistan tarafında; milyonlarca Müslüman da Hindistan tarafında kaldı. Korkunç bir göç ve şiddet dalgası sonucu yaklaşık iki milyon insan hayatını kaybetti ve 10-15 milyon kişi de evlerinden oldu. Sihlerin olduğu topraklar ise adeta iki devlet tarafından bölüşülmüş oldu. Bugüne kadar gelen Hindistan-Pakistan düşmanlığı, 15 Ağustos 1947 olarak belirlenmiş olan bağımsızlık gününden itibaren başlamıştı.
Bu bölünmenin getirdiği başka bir sonuç daha oldu. Bugün Bangladeş’i oluşturan geniş bölge Pakistan’a verilmişti. Doğu Pakistan (bugünkü Bangladeş) ve Batı Pakistan (bugünkü Pakistan) arasında kara bağlantısı yoktu. Bu iki devasa bölge zamanla ayrışacak ve çok daha büyük bir insani felaket 1970-1971 yıllarında yaşanacaktı.
Bu arada Hollandalılar sömürgeleri olan “Doğu Hint Adaları” yani Endonezya’yı ellerinde tutmaya kararlıydı. Japonlar daha 1944 yılının sonunda işgal ettikleri bu bölgeye bağımsızlık sözü vermişti. Endonezya; başta petrol ve kauçuk açısından olmak üzere kritik hammaddeler açısından çok zengindi ve hatta Japonya’nın ABD’ye karşı savaşa girmesindeki en önemli sebep Japonya’nın bu bölgeyi ele geçirme hedefi idi.
Ülke 1602 yılından beri, berbat bir sömürge yönetimi altındaydı. Japonlar savaşı kaybettikten sonra, Hollandalılar 1.9 milyon km2 ve 17,000 adet adadan oluşan bu bölgeyi yeniden elde etmeye çalıştı. Sonuç dört yıl süren bağımsızlık savaşı sonucunda Endonezyalılar başarılı oldu. ABD, derhal Birleşmiş Milletler ’de öncü rol üstlenerek Endonezya’nın bağımsızlığının tanımasını sağladı. Ülke 27 Aralık 1949 tarihinde yapılan anlaşma ile bağımsız oldu.
Fransızlar, sömürgelerini bırakmak niyetinde değildi. Ve en kıymetli sömürgeleri olan Hint Çini (Indochine, bugünkü Vietnam, Laos, Kamboçya) Japon işgalinden kurtarılır kurtarılmaz, bölgenin güneyine giren İngiliz askerleri yerlerini Fransız askerlerine teslim etmişti. Kuzey bölümüne giren Amerikan yanlısı Çan Kay-Şek yönetimindeki Çin hükümetinin birlikleri kısa bir süre sonra, Çin İç Savaşı sebebi ile çekilince, Vietnam’ın kuzeyinde Ho Chi Minh ve General Nguyen Giap liderliğindeki komünist görüşe sahip Viet Minh kontrolü ele geçirdi.
Fransız askerleri sürat ile Hint Çini’ne sevk edilirken, güneyde yer alan Saygon şehri başta olmak üzere tüm Vietnam’da kapsamlı bir gerilla savaşı başladı. Komünistler Vietnam’ın kuzeyini kontrol eder halde iken, Güney Vietnam’da da etkindi. I. Vietnam Savaşı’nın ilk safhası Fransızların üstünlüğü ile sonuçlanacak, Ho Chi Minh kuzeydeki başkenti Hanoi’yi kaybedecekti. Fransızlar büyük ölçüde Hint Çini’ne yeniden hâkim olmuşlardı. Ancak 1950 yılından itibaren Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti Viet Minh’e modern silahlar göndermeye başlayınca işin rengi değişti. Fransızlar ve onları destekleyen Amerikalılar Viet Minh’i bir komünist gerilla örgütü olarak tanımlıyordu. Aslında bu tanım yetersizdi. Vietnamlılar aslında Fransızlara karşı bağımsızlık savaşı veriyordu. Viet Minh’in arkasındaki destek komünist ideolojiden çok milliyetçi bir tabana dayanıyordu. Viet Minh’in tepe noktasındaki Ho Chi Minh güçlü bir siyasetçi ve liderdi ve General Vo Nguyen Giap büyük bir askeri deha idi. General Giap; ileride sadece Fransızları perişan etmeyecek, II. Vietnam Savaşı’nda (Vietnam Savaşı olarak bilinir.) Amerikalıları ve müttefiklerini de kesin ve mutlak olarak mağlup edecekti.
Filistin Meselesi ve İsrail’in Kuruluşu
İngilizlerin terk ettiği yerlerden biri de Filistin’di. Filistin; Antik Çağ’dan beri karmaşık ve ihtilaflı bir bölgedir. Bölgenin yapısını anlayabilmek için; geç Antik Çağ’dan Klasik Çağ’a (Antik Yunan ve Roma dönemi), Klasik Çağ’dan İslamiyet’in doğumuna ve Haçlı Seferleri’ne kadar uzayan 2750 yıllık tarihi okumakla kalmayıp, Haçlı Seferleri’nden günümüze kadar gelen yakın 1000 yıllık tarihi de ayrıca okumak gerekir. Bu yazı, oldukça politik bir mesele haline gelen Filistin sorununun sonuçlarını, tarafların haklı ya da haksız olması yönünden değil, sonuçları itibari ile ele alacaktır.
Filistin Bölgesi, 1945 sonrasında İngiltere’nin bir an önce çıkmayı arzu ettiği sorunlu bir bölge idi. Özellikle Musevi silahlı örgütleri ile Arapların karşılıklı çatışmalarının artması, bu grupların ayrıca İngiliz yönetimine ve askerlerine saldırması bölgeyi barut fıçısına çevirmişti. İngilizler, kendi düştükleri bu bataklıktan Birleşmiş Milletleri aracılığı ile çıkmayı planlamıştı. İngiliz yönetiminin son nüfus sayım sonuçlarına göre bölgede 1.2 milyon Arap (%65), 600,000 Musevi (%31) ve çeşitli azınlıklar yaşıyordu. Bu denge 1918 yılındaki sayıma göre esaslı bir şekilde Arapların lehine idi: 700,000 Arap ve 56,000 Musevi. Filistin’in İngiliz idaresi altında iken demografik olarak nasıl değiştiğini bu rakamlar açıkça ortaya koymaktadır.
Birleşmiş Milletler; bölgeyi iki devlet arasında bölecek bir plan hazırladı: Bir Arap devleti ile bir Musevi devleti.
Birleşmiş Milletler’in; Filistin’i taksim planı Arapları rahatsız etti. Plana göre, azınlıkta olan Musevilere Filistin Bölgesi’nin %56.5 oranında toprak verilirken; Araplara %43 oranında pay düşüyordu. Kudüs; uluslararası kontrole tabi bir şehir olarak tanımlanmıştı. Plana göre iki devlet aynı zamanda ekonomik iş birliği anlaşmaları ve gümrük birliği ile birbirine bağlanacaktı. Planın amacı; Arap ve Musevi milliyetçiliğini yatıştırmak, Musevilere bir vatan yaratmak ve bölgeye olası bir Sovyet sızmasını engellemekti.
Museviler planı kabul ederken Araplar reddedecekti. Plan uygulanamadı ve Filistinli Araplar ile Museviler arasında iç savaş başladı. Araplara göre Museviler bu savaşa çok daha hazırdı. Musevilerin Haganah örgütü birleşik bir komuta içinde yaklaşık 28 yıldan beri hem Araplara hem de İngiliz yönetimine karşı silahlı mücadele içindeydi. Örgüt; 1945 yılından sonra, Avrupa’daki soykırımdan kurtulan ve bölgeye göç eden nüfus ile güçlenmişti. Üstelik bu insanlar arasında partizan olarak Almanlarla silahlı mücadeleye girmiş savaşçılar da vardı. Filistinli Arapların İngiliz yönetimine karşı ayaklandıkları 1936-1939 döneminde, Arap savaşçı kadrosu zayıflamış olduğu gibi, İngilizler kendilerine de saldıran Haganah’ı el altından desteklemeye başlamıştı. Haganah bu iç savaşta kolayca Filistinli Arapları mağlup edecekti. Museviler iç savaşa asker sayısı ve sahip olunan silahlar açısından dezavantajlı başlamalarına rağmen, ABD’de toplanan hatırı sayılır bağış tutarı ile hızla silah ve cephane alımı yaptı. Bu bağışlar, bir devlet yardımı değildi, bağışlar ABD’de yerleşik Musevilerden toplanan paralardı.
Silah ve cephanenin alınması sonrasında, bunlar silah kaçakçıları vasıtası ile İngiliz yönetimi altındaki Filistin’e sokulmuştu. Sovyet lideri Stalin de Musevilere silah satılmasına onay vermişti. Stalin, Musevilerden hoşlanmamasına ve şüphe etmesine rağmen, Filistin’de oluşabilecek bir Yahudi devletine, Sovyetler Birliği’nde yerleşik çok sayıda Musevi vatandaşın göç edeceğini hesaplamıştı.
Çekoslovakya üzerinden alınan hatırı sayılır miktarda silah ve cephane, Haganah’ın gücüne önemli bir katkı yapmıştı. Ayrıca Haganah, genç kadın ve erkekleri toplam nüfusa oranla büyük ölçüde seferber ederek bünyesine katmıştı.
Haganah; beş aylık iç savaşın son bir buçuk ayında Musevi yerleşim alanları çerçevesindeki Arap nüfusu hedef alarak, Filistin’de adeta deniz içinde adalar gibi yayılmış yerleşim alanlarını birleştirmeyi başardı. Bu bölgelerdeki on binlerce Arap zorla göç ettirildi.
Birleşen yerleşim alanları üzerindeki bölgede 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan edildi.
Bu noktadan sonra iç savaş, Arap devletlerinin de katıldığı Arap-İsrail Savaşı’na dönüştü. Arap devletlerini oluşturan koalisyon (Arab League) iç savaş aşamasında Arap Bağımsızlık Ordusu’na (Filistinli Arapların silahlı gücü) lojistik ve silah desteği vermiş ve ayrıca gönüllüleri sevk etmişti. Ancak Irak, Suriye, Ürdün ve Mısır’dan oluşan Arap Ligi, bu savaşa aktif olarak katılmamıştı. Eğer bunlar iç savaşa 1947 sonunda ve 1948 başında doğrudan müdahil olsaydı, Haganah Musevi yerleşim alanlarını birleştirecek ve savunacak gücü bulamayacaktı. Arap Devletleri, kendileri açısından çok büyük bir hata yapmıştı.
Aynı hatalar dizisi 1948 Arap-İsrail Savaşı sırasında da devam etti. Özellikle, Arap ülkeleri arasındaki “Arapların lideri” olma yarışı savaşın yürütülmesinde önemli bir sorun yaratmıştı. Daha da önemlisi savaş ilerledikçe İsrailliler sivil nüfusu süratle askere alıp, eğiterek, Arap koalisyonunun sayısal üstünlüğünü de ortadan kaldırdı. İsrail ordusu savaş başladığında sadece 29,000 kişi idi. Savaşın son aşamasında asker sayısı 108,000’e ulaşmıştı. Nüfusun beşte biri doğrudan savaşır hale getirilmişti.
Arap orduları savaşın son aşamasında yaklaşık 64,000 kişiye ulaşabilmişti. Bu savaş belki de kullanılan silahlar açısından benzeri olmayan tek savaştı. İki taraf da toplama silahlarla savaşmıştı. Arap orduları ağırlıklı İngiliz silah, tank ve uçaklarını kullanırken; İsrailliler İngiliz ve Amerikan malı silahların dışında çok sayıda Nazi Almanya’sından kalma hafif silahları da kullanmışlardı. Hatta Araplar İngiliz Spitfire uçaklarını kullanırken, İsrailliler Alman Messerschmidt Bf-109, Amerikan B-17 bombardıman uçaklarını kullanıyordu. Örneğin İsrail ordusunda bir birlikte Alman Mp-40 tüfekleri kullanılırken, başka bir birlikte ise İngiliz Sten makineli tüfekleri kullanılıyordu.
Savaş sonunda (1949 Dörtlü Ateşkes Anlaşmaları) İsrail, Filistin’in %78’ini kontrol eder hale gelmişti. Kalan kısım Arap devletleri tarafından ele geçirilmiş, Doğu Kudüs diğer bir deyişle Eski Kudüs Ürdün’de kalmıştı.
Bir anda Soğuk Savaşın sıklet merkezi Uzak Doğu’ya dönecekti. 25 Haziran 1950 tarihinde Sovyetler Birliği ve Çin’in desteklediği, Kuzey Kore orduları 38. paraleli geçerek Güney Kore’yi işgale başladı. Güney Kore orduları hızla çözüldü ve başkent Seul düştü.
Soğuk Savaşın ilk sıcak savaşı başlamıştı.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.