Küresel ekonomideki eğilimleri izlemenin en önemli yöntemlerinden biri de gelişmiş ekonomilerde oluşturulan ekonomik manifestoları izlemektir.
Son dönemde küresel ekonominin en büyük ekonomisi ABD’de başkanlık yarışı başladı. Başkan aday adaylarının açıkladıkları ekonomik programlar bize önemli ipuçları veriyor.
ABD Demokrat Parti başkan aday adayları Senatör Elizabeth Warren ve Bernie Sanders’ın ekonomik manifestolarını özellikle ilginç buldum. Her ikisi de Demokratların “düzen karşıtı” başkan adayları.
Her iki aday da Demokrat Parti içindeki başkan adaylığı yarışında popülerlik endekslerine göre (eski başkan yardımcısı) Joe Biden’ın ardında yer alıyor. Bu sıralama çok hızlı değişebiliyor. Warren, Ekim 2019 başında Biden’ı neredeyse yakalamıştı.
Elizabeth Warren Amerikan rüyasını gerçekleştiren insanlardan biri. Ekonomik zorluklar içinde yaşayan bir ailenin içinden çıkarak, ticaret ve iflas hukuku alanında dünyanın en ünlü hukukçuları arasına girebildiği gibi; bugün ABD Senatosu’nun en önemli liderleri arasında ve güçlü bir başkan aday adayı.
ABD’de bildiğiniz üzere yasama ve yürütme erkinin eyaletlere ve merkezi yönetime paylaştırıldığı başkanlık sistemi mevcut. Bu sistemde merkezi yönetimin gücü Kongre, Senato, yüksek yargı ve ABD Başkanı’na dağıtılmış durumda. Sistemde güç dağılımı o kadar ustaca yapılmış ki, partiler içinde tek bir liderden bahsetmek mümkün değil. Partiler içinde iyi işleyen koalisyonlar ve liderler var. ABD Başkanı dahi kendi partisi içindeki dengeleri yönetmek ve gözetmek zorunda. Başkan adayları ise parti içinde yapılan çok geniş katılımlı seçim ile aday olabiliyor.
Elizabeth Warren’ın fikirleri güçlü bir başkan aday adayı için alışılmış değil. Amerika’nın meşhur anti-tröst yasalarını sertleştirmeyi ve tavizsiz bir şekilde işletmeyi hedefliyor. Hedefinde sadece geleneksel Amerikan kurumları yok, yeni teknoloji devleri de var. Warren açık açık Google, Facebook, Amazon gibi kurumların yasa yolu ile parçalanmasını sağlayarak, daha rekabetçi ve tekellerden uzak bir iş dünyası modeli öngörüyor. Söylemlerinde modern ekonomi tarihinin en büyük tröstü olan meşhur Rockefeller tröstünün yasa yolu ile nasıl parçalanmış olduğunu örnek veriyor.
Warren’ın ekonomik programı, ekonominin “creme de la creme” olarak bilinen yüksek gelir gruplarının vergi tabanlarının genişletilmesi ve vergi oranlarının arttırılması üzerine kurulu. Bu yol ile yaratılan ek kaynakların hane halkı borçluluğunu azaltılmasında ve harcanabilir gelirinin arttırılmasında kullanmayı hedefliyor.
Gelelim ikincilikte Warren ile sıralamada başa baş giden Bernie Sanders’a. Sanders’ın politikası Warren’a göre daha da sol yelpazede. Kendini “demokratik sosyalist” olarak tanımlıyor. 78 yaşındaki Sanders’ın hayatının son 50 yılı “düzen karşıtlığı” üzerine kurulu. Büyük bir servete ve gelire sahip olmasına rağmen, servet vergilerinin arttırılmasını, gelir düzeyleri arasındaki farkları yüksek gelir gruplarına getirilecek ilave vergiler ile kapatılmasını, öğrenci borçlarının silinmesini, sağlık hizmetlerinin büyük ölçüde kamu tarafından karşılanmasını, üniversite ve üzeri eğitimin bedelsiz olmasını, çalışan haklarının genişletilmesini savunuyor.
Warren ve Sanders eğer tek bir kimlikte yarışıyor olsaydı muhtemelen bu tek kimliğin Demokrat Parti’nin başkan adayı olma şansı ve ABD başkanı olma olasılığı çok yüksek olurdu.
Amerikan siyasetinde “sol” rüzgarların esmesi sadece ABD ekonomisinin değil küresel ekonominin sorunlarına da dikkat çekiyor.
2008 Küresel Ekonomik Krizinin etkileri halen devam ediyor…
Aslında küresel ekonomi 2008 Küresel Ekonomik Krizi’nin etkilerini halen atlatamadı. Krizin, FED ve diğer büyük merkez bankalarının faizleri düşürmesi ve bilanço büyütmesi ile aşılacağı düşünüldü. Parasal genişleme ve faizlerin düşüşü, finansal krizin derinleşmesini ve bankacılık sistemin domino taşlarının devrilmesi gibi çökmesini engelledi.
Dünya’nın dört büyük merkez bankası olan FED, ECB, BOJ, BOE bilanço büyüklüklerinin toplamı 2007 yılında 5 trilyon USD düzeyindeyken, şimdi bu büyüklük yaklaşık 19.5 trilyon USD düzeyine geldi. Buna rağmen, küresel büyüme halen 2007 öncesi düzeyine gelemedi. Ancak parasal genişleme ile beraber varlık fiyatları ve hisse endeksleri rekorlar kırdı.
2008’den sonra AB ekonomisi kendini toparlayamadı. Halen AB’deki bankacılık sisteminde önemli sorunlar mevcut ve İtalya gibi “too big to fail” bir büyük devlet borcu sorunu var. İtalya küresel kamu borcunun %4’ünü taşıyor ve bu borcun karşılığı yaklaşık 2.3 trilyon EUR. Bu yıl borcun GSYH’a oranı %135’i bulması bekleniyor. Borcun önemli bölümü, Japonya’nın aksine, İtalya dışındaki yatırımcıların elinde. Aslında teknik olarak ülke bu borcu çeviremez durumda.
AB’deki meselenin üzerine ticaret savaşları meselesi de eklenince, AB’nin dinamosu Almanya da neredeyse teknik bir “endüstriyel resesyona” girmek üzere.
AB’deki sorunlar sadece bunlar değil. Avrupa bankacılık sisteminde önemli sorunlar var. Almanya’da Commerzbank ve Deutsche Bank birleşme olasılıklarını tartıyor. İtalya’daki en önemli riski taşıyan yabancı yatırımcılar Fransız bankaları. İtalyan bankalarının bilançolarının içi çöplerle dolu durumda.
Küresel ekonomideki sıkıntılar sadece AB’de değil, ABD’de de farklı bir şekilde büyüyor. ABD’de gelir uçurumu keskin bir şekilde artıyor. Net varlığı (varlıklar-borçlar) sıfır ve negatif olan hane halkının toplam içindeki oranı %30 düzeyini geçerek rekor kırdı. Sadece hane halkı borçluluğu güncel rakamlar ile 14 trilyon USD’a dayandı. Öğrenci kredileri, 1.2 trilyon USD büyüklüğe ulaşması ile, kendi başına ABD Başkanlık seçimlerinde önemli gündem haline geldi.
Almanya ve Japonya gibi küresel ekonominin ağır sıkleti ülkelerin belli tahvilleri negatif verim ile fiyatlanıyor. Küresel olarak negatif faizli tahvil stoku 17 trilyon USD düzeyini geçti. Bu stokun 16 trilyon USD’ı Japonya ve AB Ülkeleri’nin çıkarmış olduğu tahviller. 2014 öncesinde sistemde negatif faizli tahvil mevcut değildi. Modern ekonomi tarihinde böyle bir vaka bu ölçüde görülmedi.
“Negatif ve/veya düşük faizli tahvillerin değerleri faizler” normalleşince” ne olacak?” sorusunun yanıtı oldukça ürkütücü.
Japonya’daki ekonomik durgunluk 1873 tarihindeki “Long Depression” süreci ile yarışıyor. Her türlü para politika aracı denenmesine rağmen tam 30 yıldan beri bu sorun aşılamıyor. “Helicopter Money” denilen olgunun ilk defa Japonya’da ifade edilmesi bir rastlantı değil.
Gelelim küresel borçluluk endeksine. IFC verilerine göre, ki bu veri neredeyse 6 ay öncesinden geliyor. Küresel borçluluk 2019 1Ç itibari ile 246 trilyon USD mertebesini aştı. Büyüme yavaşlarken, toplam borcun artması önemli bir sorun. Üstelik bu sorunun başka bir tarafı daha var: Derecelendirmesi yüksek kurumlar ile yatırım yapılabilir düzeyinde altında derecelendirilen kurumlar arasındaki borçlanma makası giderek açılıyor. Bu çok tehlikeli bir eğilim. Üstelik bu kurumların borçlarının büyük bölümü faiz swapı ile riski örtülmemiş değişken faizli borçlar.
Her şeyin üzerine IV. Sanayi Devrimi hızla geliyor ve küresel sistemi her yönü sarsıyor. Diğer sanayi devrimleri insanoğlunu büyük ölçüde tarım ve zanaatkarlıktan, işçi sınıfına çevirmiş idi. IV. Sanayi Devrimi ise insanın ekonomi içindeki rolünü değiştirmeyecek, bu payı azaltacak gibi görünüyor. İnsan doğası ne yazık bu çaptaki bir sosyolojik değişime hazır görünmüyor. Muazzam sayıda işsiz insanın ortaya çıkması halinde, bu insanların gereksinimlerinin bu ekonomik düzende karşılanabilmesi için muazzam büyüklükte bir prodüktivite artışına ihtiyaç var. Bu sıçrayışı destekleyebilecek bir bilimsel ilerleme mevcut değil.
2008 yılında küresel finansal sistemin tıkanması ile Neo-Keynesyen öğretiler yeniden hatırlandı ve uygulandı. Ancak mevcut politikalar bugünkü ekonomik sorunların üstesinden gelemiyor.
Her ekonomik kriz, sistemde bir zarar oluşturur. Bu zararın 2008’de finansal sistemi yıkmaması için para tabanı genişletildi. Genişleyen para tabanı ile tüm varlık fiyatlarını, hisse endekslerini ve tahvil fiyatlarına (tahvil fiyatları ve faizleri ters şekilde işler) rekorlar kırdı. Bu fiyatlar eğer “normalleşir” ise o zaman oluşan zararın bir bölümü küresel ekonomi içinde yeniden dağılacak. Tıpkı bir nükleer santralin atık yakıt çubuklarının, santralin soğutma sistemi arızalandığı zaman ısınarak tek bir kütle (critical mass) gibi davrandığı gibi.
Bazı düşünürler, Trump’ın başkan olarak seçilmesini ve ticaret savaşlarını masaya silah olarak koymuş olmasını, mevcut ekonomik sorunların önemli bir nedeni olarak ortaya koysa da mesele Trump’ın ve diğer popülist liderlerin seçim ile başa gelmesini sağlayan kamuoyu düşüncesidir.
Kamuoyunun, ekonomik krizler ve siyasi gerilimler sonucunda sisteme reaksiyon gösterme ve sistemden rövanş alma eğilimi artar. Trump gibi seçim ile gelen popülist liderler, seçilmelerini sağlayan parametrelere son derece hakim oldukları için, ekonomik ve siyasi krizleri tırmandırırlar ve gündemde tutarlar. Ekonomik kırılganlıklar, siyasi krizlere; siyasi krizler uluslararası krizlere dönüştükçe, ekonomik kırılganlıkların küresel etkisi artar.
“Modern Kapitalizmin Babası” Adam Smith’in düşüncelerinin yayınlanmasının üzerinden neredeyse 250 yıl geçti. Sistem 1873 “Long Depression” ile ilk büyük küresel krizi yaşadı. “Uzun Depresyon” ve Avrupa’daki siyasi fay hatları I. Dünya Savaşı’nı tetikledi.
Sistem ikinci ve en büyük kırılmayı 1929 “Büyük Buhranı” ile deneyimledi. Keynes’in öğretileri bu dönemde krizi aşılmasını sağlayan “New Deal” programının anayasası oldu. Ancak ekonomik krizin oluşturduğu sosyolojik tahribat ile Çekoslovakya ve Polonya meseleleri ile Uzakdoğu’daki Japonya-Çin sorunu birleşince II. Dünya Savaşı kaçınılmaz hale geldi.
1944’te kurulan Bretton Woods sistemi 1970’lere kadar stabil bir ekonomik ortam yarattı. 1970’ler Bretton Woods sisteminin çöküşü ve petrol şokları ile kaybedildi. Küresel ekonomi 1980’li yıllara girerken Milton Friedman’ın başını çektiği “arz yönlü” politikalar ile yeniden ivmelendi.
Tam 45 yıl sürmüş olan Soğuk Savaş’ın sıcak bir savaşa dönüşmemesindeki en önemli nedenler, dünya ekonomisinin stabil ve düzenli bir şekilde gelişmesi ve nükleer dehşet dengesi idi. Özellikle 1950’lerin ortalarından itibaren Küba Füze Krizi gibi meseleler hariç, Sovyetler ve Amerikalılar bir felaketin yaşanmaması diplomasiyi işlettiler.
1990’lı yıllara geldiğimizde Sovyetler Birliği çöktü ve Batı sisteminin zaferi ilan edildi. Bu dönemde Francis Fukuyuma gibi düşünürler “tarihin bittiğini” savundular.
Modern ekonomik sistem, 2008 Küresel Ekonomik Krizi bir defa daha kırıldı ancak bu krizin etkileri parasallaşma ile sönümlendirilmeye çalışıldı.
Ancak yeni bir ekonomik model ya da öğretinin pratiğe konulamaması nedeni ile küresel ekonomi halen tam anlamı ile toparlanabilmiş değil.
Ve halen ufukta ne yeni bir “Keynes”, ne yeni bir “New Deal” ne de modern bir “Bretton Woods” sistemi görünmüyor.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.