Strateji kavramı her ne kadar Antik Yunan Uygarlığı döneminde tanımlanmış olmakla beraber, bu kadim ve ölümsüz tanımın kökeni Antik Mısır Uygarlığına ve Antik Çin İmparatorluğu’na kadar dayanır.
Antik Çağ’ın en büyük strateji ustalarını saymam gerekirse listenin başında meşhur Kartaca generali Hannibal Barca (MÖ 247-181), Makedonya Kralı Büyük İskender (MÖ 356-323) , Roma generali ve konsülü Scipio Africanus (MÖ 236-183) ve ölümsüz filozof, general ve stratejisyen Sun Tzu (MÖ 5. yüzyılda yaşadığı düşünülüyor) gelir.
Hannibal Barca; her zaman kalbimin seçtiği en büyük strateji ustası olarak kalacaktır.
Tarihte hiçbir askeri lider, Büyük İskender de dahil olmak üzere, sayıca bu kadar dezavantajlı ve lojistik anlamda bu kadar yoksunluk içinde savaşarak, akla sığamayacak başarılara imza atmamıştır.
Rakibi ve dönemin en büyük gücü olan Roma Cumhuriyeti kendisinden; o kadar korkmuş ve nefret etmiştir ki, III. Pön Savaşında Kartaca’nın yok oluşundan sonra kendisi ile ilgili tüm yazılı belgeleri yok etmiştir. Bugün, bu büyük general ile bilgilerimizin tamamı Romalı yazar ve düşünürlerin eserlerine dayanıyor.
Antik Çağdan Modern Çağa kadar olan uzun dönemdeki büyük stratejistlerin başında kuşkusuz Moğol İmparatoru Cengiz Han (1158-1227) bulunur. İnsanlık uygarlığının görmüş olduğu en geniş imparatorluğun kurucusu olan Cengiz Han, matbaanın olmadığı bu dönemde, bir şekilde kendisinden önceki tüm askeri stratejileri bir araya getirerek sentezlemiş; bunu dönemin Moğol askeri doktrinine yansıtmıştır. Dönemin Türk-Moğol askeri doktrini, sadece hareketli hafif okçu süvari birliklerinin kullanımına dayanıyordu. Cengiz Han’ın liderliği ile Moğol orduları baraj ok atışlarından, kuşatma araçlarının yoğunlaştırmasına, Fabian taktiklerden psikolojik savaş tekniklerine kadar birçok stratejiyi aynı dönemde uygulamıştı. Yazılı eserlerin çok az olduğu ve Moğolların dönemin uygarlığın sıklet merkezlerine coğrafi anlamda bu kadar uzak olduğu bu dönemde, böyle bir sentezin oluşmuş olması, oldukça olağandışı idi.
Modern Çağa girerken ise, dönemin en büyük stratejisyeni tartışmasız Napolyon Bonapart (1769-1821) idi. Napolyon’u dize getirmek için müthiş Dörtlü Koalisyonun (Britanya İmparatorluğu, Rusya İmparatorluğu, Habsburg İmparatorluğu ve Prusya Krallığı) ve birçok devletin bir araya gelmesi gerekmişti. Napolyon öyle bir generaldi ki, Müttefikler büyük sayısal üstünlüklerine rağmen bizzat kendi komuta ettiği ordular ile karşı karşıya gelmekten kaçınırlardı. İstisnası Leipzig Savaşı (1813) ve Waterloo (1815) idi ki bu savaşlardaki koalisyon güçleri ölçüsüz derecede üstündü. Napolyon’un piyade, süvari ve topçuyu bir arada kullanma becerisi ilk defa modern anlamda çeşitli silahların ve güçlerin bir arada kullanılması, yani “combined arms” doktrinini yaratmıştı.
Bu girişten son Modern Çağın en büyük stratejisyenlerini beraber analiz edelim.
Kaptan Alfred Thayer Mahan (1840-1914)
Dünyanın gelmiş geçmiş en önemli stratejiyenlerinden biri olan Alfred Mayan’ın pek de iyi bir deniz kaptanı olduğu söylenemez. Komuta etmiş olduğu savaş gemileri manevralar esnasında beceriksizce başka gemilere ve hatta sabit hedeflere çarptığı örnekler vardı. Zaten Mayan da aktif deniz kaptanlığını hiçbir zaman sevmemişti.
Ancak aktif görevden ayrılarak, donanma akademisine geçtikten sonra oluşturduğu teoriler dünyayı değiştirmişti. 1890 yılında, elli yaşında kaleme aldığı The Influence of Sea Power upon History, 1660–1783 isimli eseri, Britanya’nın bir ada ülkesinden bir süper güce dönüşümünde donanmasının rolünü anlatıyordu. Mahan’a göre İngiltere’nin donanma gücü; sadece ekonomik büyümesini dayandırdığı sömürgeleri elde etmesine fayda sağlamamış, dönemin süper gücü olan Fransa’yı abluka etmesini sağlamış, bu deniz gücü sayesinde kendisinin ve müttefiklerinin ticaret yollarını korumuş, üstelik stratejik yerlere asker çıkararak rakiplerine karşı avantaj elde etmişti.
Bu eser yayınlandığında büyük bir sükse yarattı.
Mahan’ın eserini başucu kitabı yapan Almanya İmparatoru II. Wilhelm, büyük ve modern bir donanma kurmaya başlarken; İngiltere deniz üstünlüğünü korumak için ilk modern zırhlı savaş gemisi HMS Dreadnought’u 1905’te denize indirdi.
Dreadnought tipi modern zırhlı gemiler (ana muharebe gemisi veya battleship olarak da bilinir) bir anda kendisinden önceki tüm gemi tiplerini tamamen demode hale getirmişti. Bu gemiler hem güçlü bir zırha, büyük kalibreli toplara ve yüksek sürati sağlayan modern bir makine dairesine sahipti.
Mahan’ın prensiplerinin tetiklediği muazzam ölçekteki İngiliz-Alman donanma yarışı, I. Dünya Savaşı’nın tetikleyicilerinden olacaktı.
Bu donanma yarışı büyük devletler açısından ayrılan bütçenin GSYH’ye oranı açısından 1945 sonrasında ABD-Sovyetler Birliği nükleer silah yarışına oldukça benziyordu. Dreadnought yarışı büyük güçlerin ve orta sıklet güçlerin prestij yarışına döndü.
I. Dünya Savaşı sırasında Amerikalılar da muazzam sanayi kapasiteleri ile orta sıklet gücündeki donanmalarını, 2. sıradaki Almanları da geçerek, 1918 sonunda İngiliz donanmasının gücüne yaklaştırmış oldu. Japonlar da, Mahan’ın eserlerini dikkat ile analiz edecek ve 1918-1941 arasında tonaj açısından olmasa da, dünyanın en yüksek vurucu gücüne sahip donanmasını inşa edecekti..
Japonya’nın yeni konsepti İngilizlerin büyük ve yüksek ateş gücüne sahip zırhlı savaş gemileri (dreadnought-superdreadnought-battle cruiser-battleship) tamamlayan uçak gemisi gruplarının teşkiline dayanıyordu.
Nitekim Japonya savaş doktrini Amiral Isoruku Yamamoto’nun Mahan’ın teorisini geliştirerek uçak gemisi grupları oluşturması ile oluştu. Bu yeni doktrin Japonların Pearl Harbor baskınının kavramsal tasarımının temelini oluşturacaktı. Yamamoto’nun doktrinine karşı hamle ise, Yamamoto’nun rakibi ve büyük stratejisyen, Pasifik Savaşı’nın en önemli ismi Amiral Chester W. Nimitz’den gelecekti.
Mahan’ın kaleme aldığı eserleri müthiş kehanetler ile dolu idi. Prensipleri bizzat I. Dünya Savaşı’nı tetiklemişti. Mahan; ileride ABD-Sovyetler Birliği arasındaki yaşanacak Soğuk Savaşı da başarı ile tahmin etmişti: Muazzam bir kara yüzölçümüne sahip Rus İmparatorluğu’nun dizginlenebilmesi için, Almanya, Fransa, İngiltere, ABD ve Japonya’dan oluşacak büyük bir koalisyona gerek vardır diyerek, 1945-1991 arasındaki Soğuk Savaş stratejisinin en kilit noktasına değinmişti.
Alfred Mahan’ın daha da şaşırtıcı olacak kehaneti ileride yaşanmasını öngördüğü ABD-Çin mücadelesi idi. Batı teknolojisinin eninde sonunda küreselleşeceğini ve Çin’in bir kıta kadar büyük yüzölçümü ve 400 milyon nüfusu (1893’te Mahan’ın NY Times’a yazdığı mektubun tarihi itibari ile Çin’in tahmini nüfusu) ABD’ye kafa tutacağını iddia eden Mahan, Amerikan donanmasının Çin’i dizginleyecek en önemli unsuru olacağını belirtmişti. Mahan’ın bu mektubu yazdığı zaman ABD küresel çapta halen orta sıklet bir oyuncu, Çin ise Osmanlı İmparatorluğu ile beraber uluslararası sistemin hasta adamları olarak biliniyordu.
Bugün Mahan’ın teorileri bugünün süper gücü ABD’nin büyük stratejisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Amerikan donanması yedi filosunu oluşturan 11 uçak gemisi ve 92 kruvazör ile destroyerden oluşan gücü ile Mahan’ın öğretilerini uygulamaktadır. Ve bu yedi filonun en güçlüsü olan 7. Filo’nun tartışmasız rakibi ve hedefi, Çin’in Japon Denizi, Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi’nde yer alan deniz ve hava gücüdür.
Yüzbaşı, Sir Basil Henry Liddell-Hart (1895-1970)
Liddell-HartI. Dünya Savaşı sırasında Somme Savaşı’nda (1916) ağır yaralanarak, aktif görevden ayrıldığında kariyeri bitmiş gibi görüyordu. Ancak 1920’li yıllarda hayatını kazanmak için gazetecilik, yazarlık ve askeri teorisyenlik alanlarında yer alan çalışmaları dünyayı değiştirecekti.
Liddell-Hart I. Dünya Savaşı’nın analizini yaparak, savaşın askeri liderlerinin yaptığı hataları ortaya koymuştu. Bu çalışmalar savaşın kahramanları sayılan Müttefik ordular başkomutanı Mareşal Ferdinand Foch ve İngiliz görev kuvvetleri başkomutanı Mareşal Sir Douglas Haig’in, Batı Cephesi’nde Almanlara karşı yaptıkları taarruzların “doğrudan” olduğunu ve sürpriz unsuru içermediği, bu taarruzların Müttefiklerin yüksek ateş gücü ve sayısal üstünlüğe rağmen sınırlı kazanımlar ve büyük kayıplar ile sonuçlandığını ortaya koydu.
Hart’a göre düşmana darbe en beklemediği yerden, manevra gücü yüksek ordular tarafından vurulmalıydı. Bu da savaşın yeni silahı olan tanklar ve piyadelerin hızla taşındığı zırhlı araçlar sayesinde olabilirdi. Liddell Hart bu yeni kavramı, Napolyon’un geliştirmiş olduğu “combined arms” prensibi ile yorumladı. Buna göre piyade, tanklar, topçu ve hava gücü bir arada kullanılarak, düşmana beklemediği ve savunmasının en zayıf olduğu yerden sert bir darbe vurularak, düşman karşısında ezici bir üstünlük sağlanabilirdi.
Liddell-Hart’ın teorileri dünyada yankı uyandırdı. Ama bu teorileri en dikkatle okuyucusu “Yıldırım Savaşı’nın” mucidi olacak, o zaman genç bir binbaşı olan Heinz Guderian idi.
II. Dünya Savaşı’nda, İngiliz Başbakanı W. Churchill, fazlaca Almanya’ya karşı sempati taşıyan Hart’a her zaman şüphe ile yaklaştı ve hatta MI6 ile takip ettirdi. Bir ara tutuklatmayı dahi düşündü. Özellikle Normandiya Çıkartmasının (6 Haziran 1944) sırlarını Alman generallerine sızdıracağından şüphe etmişti.
Savaştan sonra savaşı analiz eden eserleri ver Alman generalleri ile yaptığı söyleşileri büyük sükse yarattı. Sovyetler Birliği’ne karşı Avrupa’nın savunulması için Batı Almanya’nın yeniden silahlanmasını destekledi ve hatta geleneksel Alman ordusunun (Wehrmacht) savaş suçu işlemeden ve temiz bir şekilde savaştığı fikrini oluşturdu. “Clean Wehrmacht” kavramını yaratan ve Alman mareşalleri von Manstein ve Rommel’i ve Orgeneral Heinz Guderian’ı yücelten eserleri ile Batı Almanya’nın yeniden silahlandırılarak, pürüzsüz bir şekilde NATO içine alınmasında önemli bir rol üstlendi.
Ölümüne kadar teorileri ve stratejik yaklaşımı NATO’da çok büyük değer gördü. Bu prensipler II. Dünya Savaşı’nın önemli askeri liderleri olan Heinz Guderian ve von Manstein’ın yorumları ile beraber zenginleşti, Pentagon’un katkısı ile savaş sonrası Soğuk Savaş’ta Varşova Paktı’na karşı askeri savunma stratejisinin temeli oldu.
Almanya yanlısı eğilimine rağmen, teorileri İsrail’de de ilgi gördü ve Arap-İsrail savaşlarında (1948,1956,1967 ve 1973) kullanıldı. Liddell-Hart’ın 1960 yılında İsrail’i ziyaretinde, İsrail hükümeti kendisini bir devlet başkanı düzeyinde ağırladı.
Liddell-Hart’ın ve çağdaşı Fuller’in teorileri, 1980’lere kadar Batı’nın temel askeri stratejisinin temeli içinde yer aldı. Ancak bu prensipler 1960’larda nükleer silahların ulaşmış olduğu yıkıcı gücün büyüklüğü zayıflamaya başladı.
Ancak bu teorilerin zayıf yönleri çok daha farklı bir yerde, Vietnam Bağımsızlık Savaşı (1946-1954) ve esasen Vietnam Savaşı’nda (1955-1975) ortaya çıktı.
Vietnam Savaşı’nı büyük kayıplar ile, ve derin bir psikolojik travma ile kaybeden ABD, 1980’lerde yeni bir doktrin oluşturacaktı: “Shock and Awe” veya “Rapid Dominance” doktrini.
General John Frederick Charles “Boney” Fuller (1878-1966)
Modern askeri stratejisi Liddell-Hart ile temelini atan Fuller oldukça ilginç bir kişilik idi. Boer Savaşı ve I. Dünya Savaşı’nda İngiliz ordusunda subay olan Fuller, Müttefiklerin I. Dünya Savaşı’ndaki hatalarından çıkardığı dersler ile tank ordularının kurulmasını ve bu büyük zırhlı birliklerin hava gücü ile desteklenmesini önerdi.
Liddell-Hart’ın teorileri sürpriz unsuruna, dolaylı taarruz ve manevra üstünlüğü prensiplerine dayanırken, Fuller’in düşünceleri 1920’ler için çok daha radikaldi. Zırhlı birliklerin bir araya toplanması ve bir çekiç gibi şok bir güç olarak kullanılması ve düşmanın stratejik hava bombardımanları ile psikolojisinin zayıflatılması prensipleri o günler için oldukça sıra dışı idi. I. Dünya Savaşı sonra Fuller’in ürettiği teoriler, kendisinin siyasette faşizme kayması ve mistisizm ile okültizm hakkında düşünce ve eserlerinin gölgesinde kaldı.
Ancak 1920’lerde genç birer subay olan Heinz Guderian ve Erich von Manstein; Fuller’in teorilerini dikkat ile izledi. Alman diktatörü Adolf Hitler de Fuller’in yakın izleyicisi ve hatta hayranı idi. Hatta Hitler’in 50. yaşgünü kutlamaları için Almanya’da savaşın hemen öncesinde yapılan kutlamalara onur konuğu olarak katılmıştı.
Fuller, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilere olan sempatisi nedeni ile MI-6 tarafından yakından izlendi.
İtibarı, garip ölçüdeki faşist ve okültist düşünceleri nedeni ile her zaman zedelenmiş oldu. Halbuki modern askeri teoriye Liddell-Hart kadar katkıda bulunmuştu. Nitekim II. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında oluşturulan büyük ve bağımsız zırhlı formasyonların temel fikri kendisine aitti. Hatta Fuller’in en bilinen eseri olan “The Nine Principles of War”, 1990’lı yıllara kadar ABD’nin ve NATO’nun askeri doktrini içinde önemli bir yer aldı. Ama savaştan sonra dahi savaşı yanlış tarafın kazandığını iddia edecek kadar da hayal dünyası içinde oldu.
Mareşal Mikhael Tukhachevsky (1893-1937)
Tukhachevsky, Ekim 1917 Sovyet Devrimi’nin en önemli askeri liderleri arasında yer almıştı. Ardından yaşanan devasa Rus İç Savaşı (1917-1922) ile Sovyet-Polonya Savaşı’nın (1918-1921) kritik görevdeki komutanları arasındaydı.
Tukhachevsky’nin teorileri 1920’lerde “Deep Operations” kavramını yaratmıştı. Bu kavram batılı stratejiyenlerin yaklaşımından oldukça farklı idi. Rakibin cephesine yapılacak taarruzlarda, oluşan zayıflık derhal geride tutulan rezervler tarafından genişletilerek taktik başarı, stratejik başarıya dönüştürülmeli idi.
“Yıldırım Savaşı” cephenin bir noktasına en sert şekilde çekiç gibi vurup dağıtmayı hedeflerken,”Deep Operations” çekici birden fazla noktaya vurarak, rakibin zayıf noktalarına göre çekici o noktaya rezervler ile daha sert vurarak başarı elde etmeyi hedefliyordu. Düşman bu noktayı zayıflığını gidermeye çalışırken, bu kez başka noktalara çekici vurarak düşmanın dengesinin tamamen bozulmasını sağlamak hedefleniyordu.
Tukhachevsky teorilerinin ne kadar başarılı olduğunu göremeyecekti. Lenin’in yerini ve gücünü 12 yıl boyunca adım adım sabırla alacak Sovyet lideri Stalin, Tukhachevsky’e uzun yıllardan beri diş biliyordu. Nitekim ikilinin yıldızları hiçbir zaman barışmamıştı. 1937 yılında Stalin’in komuta heyetini tasfiyesi sırasında, ilk hedef Tukhachevsky olacaktı.
Tukhachevsky’nin teorileri II. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin en büyük zaferlerini kazandıracaktı: Stalingrad karşı taarruzu (1942-1943), Bagration (1944), Vistula-Oder (1945). Bu savaşların ilk ikisi uygarlık tarihinin en büyük askeri operasyonlarının başında gelir.
Savaştan sonra, Varşova Paktı’nın temel taarruz stratejisi de Tukhachevsky’nin “Deep Operations” tekniğinin modern bir yorumu idi. Çekiç, seçkin Sovyet-Çekoslovak- Macar-Doğu Alman zırhlı birlikleri tarafından, Doğu Almanya-Batı Almanya sınırında (bugünkü Saksonya Eyaleti) Fulda Boşluğu üzerinden Batı Almanya’nın temel endüstriyel merkezlerine inecekti.
Sovyet planı bir haftada Ren Nehrine, on günde Fransız-Batı Alman sınırına, on beş günde Paris’e erişmek üzerine kuruluydu. Tabii bu taarruzun başka bir yan etkisi de Batı Avrupa ve Doğu Avrupa’da taktik nükleer başlıkların kullanılma düşüncesi idi. Sovyet taarruzunun momentumunun kaybolmaması için Batı Avrupa’da yer alan birçok büyük şehrin savunması nükleer silahlar ile “yumuşatılacaktı”.
Sovyet “Deep Operations” düşüncesi, kıtalararası nükleer silahların sayısı ve yıkıcılığının artması ile 1960’larda zayıfladı.
Bu yazı dizisinin, bir hafta sonra yayınlayacağım ikinci ve son bölümünde, insanlık tarihinin en büyük mücadelesi olan II. Dünya Savaşı’nın ve ardından gelişen Soğuk Savaş’ın müthiş satranç oyuncularını tanıtacağım.
Burak Köylüoğlu