Uzun zamandan beri ekonomideki temel göstergelerin iyiye gitmediği görülüyordu.
Türkiye’nin genel olarak özel sektördeki rekabetçiliği azalırken, %7-8 bandında enflasyon yapışkanlığını sürdürürken, işsizlik oranı %11’i de aşarken üzerine yerleşirken, kur sepetindeki artış enflasyonun üzerine çıkmışken, cari açık GSYH’nın %5’ine yeniden yükselirken, büyüme oranlarında Türkiye %2.5-3 aralığına bile razı olur durumda iken, olumlu değişkenler olarak kamu bütçe açığının ve borcunun GSYH’ya göre oranının ekonomideki tek sağlam çapa olduğu söylenebilir.
Bankacılık sektörünün “sağlam” bilançosunun sağlam çapa olarak artık değerlendiremiyorum. Görünürde halen sorunlu kredilerin toplam kredilere olan oranı %3.3 düzeyinde. Gazetelerin ekonomi sayfalarına kadar artık haber olmuş, anapara tranşları ödenemeyen Milyar TL bandında krediler için, “talep gelirse, yardımcı oluruz.” şeklinde yaklaşımlar olduğuna göre bu kredilere henüz karşılık ayrılmadığı anlaşılıyor. Karşılık ayrılmadan döndürülen krediler o kadar fazla ki, bankaların kredi bölümleri bile ne kadarının gerçek anlamda döndürüldüğünün tam farkında değil.
Hoş, gazetelerin ekonomi sayfaları da magazinleşti. İçi boş herkesin bildiği haber ve masaldan söyleşileri okumak gerçek anlamda zaman kaybı. Zaten ekonomi sayfalarının yarısı da, parayı bastırıp örtülü ilan niteliğinde röportajlar veren kurumlar ile yapılan eğlenceli söyleşiler ile doluyken, 2016’da bu da pek kalmadı.
Bir zamanlar sıklıkla rastlanan “Anadolu Aslanları” nitelemesine de artık pek rastlanmıyor. Zaten bu benzetme de, Samsung, LG, Hyundai gibi değer üreten ve küresel şirketleri Kore Kaplanları” tanımından türetilen bir kavram. İşini doğru yapan az sayıda kurumları ayırırsak, Türkiye’deki sanayi firmalarının büyük bir çoğunluğu üretim tekniği açısından ne yazık ki, 19 yy. ve 20. yy. başında kalmış kurumlar. Modern hatlara, devasa fabrika alanlarına aldanmayın, nasıl bir vizyon, strateji ve iş planı ile yönetildiğine bakın.
Aslında Türk Ekonomisi 2011 yılı sonundan beri iyiye gitmiyordu. Küresel Ekonomik Kriz ve Türkiye’nin içinde olduğu karmaşık politik ve diplomatik konum görünürde temel neden gibi görünse de, temel sorun Türk Özel Sektörünün rekabet gücündeki zayıflamadır. Türkiye’nin G20 Ekonomileri içinde yer almasına rağmen (18. sırada), küresel rekabet gücünde Panama’nın gerisinde 51. sırada yer alması veya küresel innovasyon endeksinde 42. Konumda olması tehlike çanlarının çoktan çaldığını gösteriyor.
Bu tezi destekleyen başka bir unsur da, TL’nin döviz sepetine karşı TÜFE enflasyon oranının üzerinde değer kaybetmesine rağmen, cari açığın artması ve ihracatın yerinde sayması ve hatta gerileme eğiliminde olması da başka bir göstergedir. Ekonomi teorisi, yerel para biriminin değer kaybının, o ülkenin ihracatını arttıracağını söyler. Döviz kuru artarken döviz kazandırıcı faaliyetlerin artmaması, Türkiye’de TL girdilerin en önemlisi olan işçilik giderlerinin döviz birim değeri azalsa dahi, halen rekabetçi olamadığımızı, ihracatımızı arttıramadığımızı gösterir. İşgücü verimliliğinde küresel anlamda 127. sırada olduğumuz gerçeği ile yukarıdaki gerçekler uyuşmaktadır.
Yukarıdaki rakamlar özel sektörde bazı temel hataları hep beraber yaptığımızı gösteriyor.
Bu tablonun temel nedeni için bir parça geriye dönmek gerekir. 1990’lı yıllar özel sektör için kamu açığının yüksek enflasyon yarattığı bir dönemde, enflasyonist ortam içinde yüksek karlılık oranlarının gizlenebildiği ve iç piyasaya yönelik olarak odağın oluşturulduğu bir dönemdir. Sanayi sektöründeki karlılık yurtiçinde o kadar cazipti ki, hem ihracat hem yurtiçi pazarda faaliyet gösteren firmaların, ihracatı zararına dahi yaparak buradan doğan kısa vadeli ihracat alacaklarını kırdırarak yarattıkları fon ile iç piyasa satışlarını finanse ederlerdi. İç piyasada daha uzun vadeli satışların içindeki yüksek vade farkı ile fiyatın içinde gizlenmiş olur, toplamda yüksek karlılık ile çalışılırdı. Sanayi sektöründe uzun yıllar boyu oluşmuş oligopoller de fiyat esnekliğini katılaştırırdı.
2001 krizinden sonra, kamu bütçe dengesi düzeltilip, enflasyon düşürüldüğü zaman özel sektör, genel olarak yaratılan birim katma değeri arttırmak yerine toplam katma değeri artırma yolu tercih etti. Diğer bir deyişle, ürün yönetimi, innovasyon, kurumsal yönetim, maliyet yönetimi, finans yönetimi, risk yönetimi gibi kavramları geliştirmek yerine, ölçek ve kapasite büyümesi ile toplam karlılığı arttırmayı hedeflendi. Türkiye 2002-2008 döneminde TL’nin reel olarak değerli tutulması ve yüksek cari açık vererek büyüme modeli ile göz alıcı büyüme rakamlarına imza attı. Ekonomi büyümesi ile beraber finans ve özel sektör de büyüdü, toplam karlılığı arttı.
2008 Küresel Ekonomik Krizi, temel olarak finansal kökenli bir ekonomik kriz olarak başladı. Krizin, sistemde yarattığı zarar göz ardı edildi. Aslında, 1990’lı yılların başından beri küreselleşme olgusunun bu kadar hızlı gelişmesi, Dünya üzerinde çeşitli sektörlerde kapasite ve talebin uyumsuzluğunun artması, sermayenin ve paranın hızlı dolaşımına rağmen insan gücünün kısıtlı dolaşımı, 1980’li yıllardaki Neo-liberal ekonomilerin ekonomilerde kural ve disiplini gevşetmesi, teknoloji gelişiminin belli sektörlerde yarattığı kırılma ve deformasyonlar, 2008’de başlayan Küresel Ekonomik Krizin temel nedenleri arasındadır. Bu faktörler, 11 Eylül 2001 İkiz Kulelere yapılan saldırı sonrası gereğinden uzun ve gevşek para politikası ile birleşince sonuç katastrofik oldu. Tarihin ironisi, Usame Bin Laden’in planladığı saldırı ile, ABD’nin 2008 krizinin nedenlerinden birini hesap etmeden yaratmış olmasıdır.
İnsanlık tarihinde, küresel ekonomi ölçeğinden, cep harçlığı alan bir öğrenciye kadar değişmeyen hayati bir ekonomik kavram unutuldu. Gereğinden fazla ve ucuz para yaratmanın, ekonomik aktörleri mantıksızca harcama ve risk almaya ittiği, hatta işi kumarhaneye çevrildiği göz ardı edildi.
Türkiye’de özel sektör, 2002-2008 arasında bu gerçeği unutarak ölçek büyüterek kendince değer makismizasyonu yoluna gitti. Bu dönemin ardından gelen 2008 Küresel Ekonomik Krizi, özel sektör üzerinde soğuk duş etkisi yarattı. 2002-2008 döneminde yaratılan ölçek, yabancı kaynak kaldıracı ile yapılmış, ancak artık kurulan kapasiteleri dolduracak talep azalmıştı.
Bu soğuk duş etkisi 2010-2011 yıllarındaki yalancı bahara kendini bıraktı. Yalancı baharın nedeni ABD başta olmak üzere, Gelişmiş Ülkelerin merkez bankalarının sistemde oluşan zararı para yaratarak örtmesi idi. Gelişmekte Olan Ülkeler, yaratılan bu paranın bir bölümüne “carry trade” ile yüksek getiri vererek, mutluluk hapını aldılar. 2010-2011 yıllarında Türkiye’nin yalancı baharının hikâyesi de budur.
2012’den itibaren Türkiye’de ekonomi soğumaya başladı. Ekonominin soğumasının gerçek nedeni özel sektörün ürettiği katma değerin nispeten gerilemesi idi. Gerçek anlamda kurumsallaşmayı tamamlamayan, stratejik bir vizyonu olmayan, doğru bir insan kaynağı yönetimi yerine maliyet odaklı bir insan kaynağı yönetimi olan, iç denetim fonksiyonları zayıf ve göstermelik olan, iş birimlerini doğru konumlandıramayan, ürün gelişimini sadece estetik ve görsel boyutta olduğunu düşünen, maliyet bileşenlerini kontrol edemeyen, modern bir hazine, bütçe ve kayıt sistemi kuramayan, üretim tekniğindeki gelişimi son model hat ve makine almak olarak düşünen bir özel sektör kümesinin katma değerini diğer ülkelere karşı nispi olarak arttırması sadece mucize olarak isimlendirilebilir. Mucizeler de matematiksel olarak gerçekleşmesi zor hadiselerdir.
Nitekim bu neden ile Türkiye kendini başarılı ve dev aynasında görürken, Dünya milli geliri içindeki payını %1,4’ün üzerine çıkaramamıştır.
Sorun şu ki 2017 yılına girerken önceki yılların hesabı üzerine eklenmiş, çok daha yüksek düzeyli bir risk kümesi özel sektörü beklemektedir. 2008 Küresel Ekonomik Krizin yarattığı ve biriktirmiş olduğu ve yaratılan para ile örtülmüş sistematik zarar, ekonomilere dağılacaktır.
Bu konuyu açmak gerekirse, ABD’nin 6 yıldan beri uyguladığı para politikası ABD ekonomisindeki temel değişkenleri toparladı. Artık ABD, taperingden sonra, faiz artırım serisine hazır durumda. Aynı zamanda başkan olarak seçilmesi düşük bir olasılık olarak görülen Trump, kamu harcamalarını arttırmayı ve korumacılığı ön plana çıkaran bir ekonomik plan ile başkan seçildi. Bu da, para piyasalarında ve tahvil piyasasında faizlerin yükseleceği (ek kamu borçlanma programı ile) ve Dünya çapında kur savaşlarının başlayabileceğinin göstergesi.
Özel sektörü bekleyen çok sayıda olumsuz gelişme var. Bunun birincisi makroekonomik eğilimler ile iç piyasadaki talebin düşmesi. Hükümetin kamu tarafında Keynesyen politikalar ile bu talebi canlandırması çok zor. İşsizliğin bu kadar yüksek ve daha da yükselme eğiliminde olduğu bir ortamda tüketici elini cebine atmayacaktır.
İkincisi Trump’ın seçimi kazanması ile ABD’de kamu harcamalarının artması beklentisi ile beraber emtia fiyatları artmaya başladı. Bu da üretim sektörü için maliyet enflasyonu demek.
Üçüncüsü korumacılık eğilimleri kur ve tarife tarafında katılaşmaya yol açar ise, ihracat ve döviz kazandırıcı faaliyetler daha da büyük yara alma olasılığı. Özel sektörün böyle bir dişe diş rekabette elinde iş gücü verimi, sermaye, teknoloji, üretim tekniği veya kurumsal yönde hiçbir avantajı yok. Tek avantajı, lojistik anlamda, coğrafyanın Türkiye’ye vermiş olduğu avantaj. Zaten Soğuk Savaş’ta da Türkiye’ye stratejik olarak biçilen rolün üç temel değişkeni de buna dayanıyor: Batmayan bir uçak gemisi olması, Türkiye’ye yerleştirilmiş olan taktik nükleer silahlar ile Sovyet füze üslerini kısa bir zaman içinde vurma avantajı, ve ne yazık ki Orta Avrupa boşluğuna taarruz edecek Sovyet zırhlı birliklerinin bir bölümünü kalabalık ordusu ile meşgul edecek bir askeri kapasitesinin olması. Bugün ekonomik olarak da aynı değişkenlere sahibiz: Coğrafya nedeni ile lojistik kolaylığı ve ucuz işgücü. Yazık ki 25 senede öne çıkan başka bir stratejik ek bir güçlü alan yaratamadık.
Dördüncüsü, bu kadar borçlu ve yaklaşık 210 Milyar USD pozisyon açığı olan özel sektör kur artışından değerleme önemli bir zararı yazacak. Üstüne üstlük, swap ve borçlanma piyasalarında faizler artıyor. Bununda üzerine artan Türkiye CDS’leri tuz biber oluyor. TL mevduat faizleri düşmedikçe TL borçlanmanın da maliyetinin düşmesi çok zor görünüyor. Üsteli TL mevduat faizini düşürmek tehlikeli, YP mevduat ile arasındaki fark azaldığı zaman YP mevduata kayış ve döviz sepetinin kontrolden çıkması tehlikesi var. Kur zararları ve artan faizler, finansman giderlerini arttırıyor, daha da arttıracak.
Beşincisi klasik dış pazarımız olan AB sıkıntıda. Çok borçlu olan Güney Avrupa Ülkelerinin borçlarını yönetebilmelerin EUR’un değer kaybetmesi gerekiyor. Teorik olarak ABD ve AB arasında gelecekte beklenen faiz farkları da EUR aleyhine açıldığı için tüm gelişmeler EUR’u zayıflatıyor. Döviz kazandırıcı faaliyetlerimizin ağırlığı EUR olduğuna göre bu faktör de özel sektör için olumsuzdur. İngiltere, ise Brexit ile uğraşıyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarı ise sorunlu. Özel sektörün ABD gibi dev ekonomiye ihracat atağı yapması çok zor. Bu pazara ölçekli satış yapacak hiçbir deneyim ve rekabet avantajına sahip değiliz.
Tüm bu faktörler bir arada değerlendirildiği zaman, özel sektör tam bir örs ve çekiç arasında görünüyor. 2017 yılında her yönü ile stres daha da çok artacak. İyi zamanlarda yapılması gerekenler, bu stresin arttığı dönemde yapılması gereği daha önem kazanacak. Bu beceri ve vizyona sahip, çeşitli uzmanlık alanlarına sahip yönetim kurulu üyeleri ve üst düzey yöneticiler ile bu dönemde değişim yönetimini yapabilen kurumlar için süreklilik söz konusu olabilecek.
“Camı kıran da, çeliği döven de aynı çekiçtir.” Eski bir Rus atasözü.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.