2024 yılı heyecanlı bir şekilde sona eriyor. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın temposu artarken, Güney Kore’de cumhurbaşkanının sıkı yönetim ilan etmeye çalışması, Fransa’da hükümetin düşmesi, Suriye’de Esad rejiminin sona ermesi, İsrail’in Hamas ve Hizbullah ile (esasen İran’a karşı) olan savaşının temposunun düşmesi ilgi çekiciydi.
20 Ocak 2025 tarihinde yönetimi, Demokrat Partili Başkan Joe Biden’dan devir alacak Trump yönetiminin üyelerinin de belirginleştiği bu dönemde, bizi ilginç bir 2025 yılı bekliyor.
Yazıya Orta Doğu ile devam edelim.
Geçtiğimiz hafta konuklarımın olduğu bir iş toplantısında, konuları müzakere etmeden önce, misafirlerim Orta Doğu hakkındaki gelişmeler ile başlayarak, dünyanın nereye gittiği konusunda sorular yöneltmişti. Ne de olsa enerji fiyatları, üretim maliyetlerinin önemli bir bölümü oluşturuyordu. Orta Doğu’daki satranç oyununun üzerinden kısaca geçerken, konuklarımın her insanın içine düştüğü mantık hatasını gördüm: Olayları değerlendirirken mücadele eden tarafların haklı ya da haksız olup olmadığını tartışıyorlardı.
Kendilerine şu hatırlatmayı yaptım: “Jeopolitik konuşuyorsak, tarafların haklı veya haksız olduğuna değil, görünen ve görünmeyen gelişmelerin sonuçlarına bakmalıyız. Özellikle de Orta Doğu’yu konuşuyorsak. Orta Doğu tarihini Antik Mısır’dan başlayarak el aldığımız zaman kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda, dönemlere göre epeyce fikir değiştirebiliriz.”
“Unutmayınız ki, 1940’lara kadar Orta Doğu küresel mücadele alanında önemli olmayan bir saha idi. Soğuk Savaş 1948 yılından itibaren tırmanırken, Körfez Ülkeleri ve Suudi Arabistan başta olmak üzere keşfedilen petrol ve doğalgaz rezervleri, bu bölgeyi jeopolitik satranç oyununun sıklet merkezi haline getirdi.”
Kısaca düşüncemi ifade ettikten sonra, “işlerimizi konuşalım diyerek” toplantının konusuna döndük.
Bu kısa konuşmayı neden sizlere aktardım? Olayları değerlendirirken neden-sonuç ilişkisinden ayrıldığımız zaman insan doğasının gereği olayları duygusal olarak değerlendiriyoruz. Bugün Orta Doğu’da yaşanan ve hepimizi derinden etkileyen on binlerce sivilin hayatını kaybettiği ve milyonlarca insanın hayatının mahvolduğu olayların arka planına bakmakta zorlanıyoruz. Unutmayınız ki büyük olaylar ve değişimler sırasında sayısız insanlık trajedisi olur. Orta Doğu’daki 1947-2024 döneminde yaşanan insanlık trajedileri, örneğin I. Dünya Savaşı’nın kayıplarının çok küçük bir yüzdesidir.
Aslında İsrail ile Filistinliler arasında son 14 ay içinde yaşanan trajedinin temelinde ABD ve Batı Dünyası ile Çin-Rusya eksenleri arasındaki “Yeni Soğuk Savaşın” dinamikleri yer alıyor. Aslında bu mücadele vekalet savaşının vekalet savaşı (proxy war of the proxy war). Esas mücadele ABD ile Çin arasında yer alırken, Rusya-Ukrayna Savaşı bu ana satranç oyunun ikincil/türev mücadelesidir. Orta Doğu’daki son savaş ise, Rusya ve İran enerji fiyatlarının gevşememesi için İran üzerinden başlattığı (Çin’in uygun fiyatlı İran ve Rus enerji kaynaklarına eriştiğini not edelim) bir girişimdi. Bu da “Yeni Soğuk Savaş” kavramının üçüncül mücadelesidir.
Ne de olsa Ruslar savaşı yüksek enerji ve hammadde fiyatları ile finanse ediyordu. Orta Doğu’da İran ve İsrail arasında Hamas ve Hizbullah üzerinden yürüyen savaş da dördüncül vekalet savaşı idi. Jeopolitik mücadele aslında karmaşık bir “Calculus” denklemine dönmüştü. Genelde şu kural işler: Jeostratejik rekabet ve mücadelelerde, başkaları adına vekalet savaşları veya mücadeleleri verenler, en yüksek insani ve ekonomik bedeli öder. Vietnam Savaşı’nın Amerikalılara öğrettiği en temel ders budur. Zaten vekalet savaşları yerine eğer süper güçler arasında doğrudan birincil sıcak savaşları konuşuyorsak artık taktik ve stratejik nükleer silahları konuşur hale gelebiliriz.
Bu ifadeler size oldukça soğuk gelebilir ama “Reel Politik” böyle işler ve işleyecektir.
Bu “Yeni Soğuk Savaş”, 1948-1990 döneminde yer alan iki süper güç ve müttefikleri arasındaki Soğuk Savaş’tan oldukça farklıdır. ABD-Sovyetler Birliği arasında gerçekleşen Soğuk Savaş’ta tarafların ekonomik sistemleri birbirinden büyük ölçüde ayrışmışken, bugünün dünyasında Çin halen ABD’nin en büyük ticaret ortaklarından biri olduğu gibi, aynı zamanda Çin ABD kamu borcu stokunun en büyük finansörlerinden biri konumda.
Orijinal Soğuk Savaş döneminde tarafların; konvansiyonel ve nükleer bir III. Dünya Savaşı’na yönelik askeri stratejileri her zaman masanın üzerinde iken ve hatta devasa Sovyet mekanize ordularının ilk beş günün sonunda Ren Nehri’ne, ilk haftanın sonunda ise Almanya-Fransa sınırına ulaşabileceği, Varşova Paktı ordularının bu muazzam harekatı icra ederken yaklaşık yirmi büyük Avrupa şehrine karşı, bu devasa orduların hareket yollarını açmak ve “direnişi yumuşatmak” için taktik nükleer silahların kullanacağı hesaplanırken; bugün aklı başında hiçbir kimse Rus ordularının Batı Avrupa’ya karşı böyle bir tehdit oluşturabileceğine inanmıyor. Zaten böyle bir tehdidi masada tutmak Ruslar için de anlamsız bir hamle olurdu. Ruslar Avrupa’yı fethetmek değil, Avrupa’ya eskisi gibi enerji ve hammadde satmak; paralarını serbestçe dolaştırmak istiyor.
Bugünkü “Yeni Soğuk Savaş” kavramı teknolojiler, ürünler, pazarlar, kritik hammaddelere ulaşım, fiyat rekabeti üzerine dayanıyor. Ancak bu yeni mücadelenin orijinaline göre çok daha az insani trajediye yol açacağını düşünmek hayalperestlik olacaktır. Yaklaşık 13 yıldan beri devam eden Suriye İç Savaşı’ndaki ölümlerin 600,000 kişinin üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Ülkedeki yıkım Vietnam Savaşı’ndan (esasen II. Vietnam Savaşı) daha az değildir. İsrail-Hamas Savaşı’nın ise sadece Gazze Şeridi içinde 45,000 insanın ölümüne yol açtığı biliniyor. Ukrayna-Rusya Savaşı’nın ise yaklaşık 170,000-200,000 kişinin ölümüne ve 900,000 kişi üzeri yaralıya mal olduğu düşünülüyor.
Orta Doğu’da Suriye’de Beşar Esad rejiminin aniden altının boşalmasına şaşırmamak gerekiyor. Esad yönetimini ayakta tutan en önemli güç olan Rusya Federasyonu; tüm dikkatini ve kaynaklarını Ukrayna Savaşı’na yöneltmişken, rejimin en büyük destekçilerinden olan İran kaynaklarını İsrail’e karşı Hamas ve Hizbullah üzerinden yürüttüğü vekalet savaşına tahsis etmişti. Suriye merkezi yönetimi 2011 yılında başlayan ve 2015 yılında büyük ölçüde kontrol altına almış olduğu iç savaştan büyük bir ekonomik ve sosyolojik yıkım ile ayrılmıştı.
Rusların, Trump yönetiminin göreve başlamasından evvel Dinyeper’in doğusundaki kazanımlarını arttırmak üzere, taarruzlarını artırması ile, Suriye’ye tahsis edebilecek ekonomik ve askeri imkanlar son derece azalmıştı. Rusya’nın Suriye’deki askeri gücü doğrudan savaşan kara güçlerinden çok, hava desteği, istihbarat ve elektronik savaş yetenekleri ile Suriye ordusunun gücünü arttıracak bir kimliğe sahipti. Diğer bir deyişle Rusların gücü tam bir “force multiplier” yani destek olduğu gücün yeteneklerini ve etkinliğini arttıran bir rol oynuyordu. Rusya bu kritik desteği Suriye ordusuna verirken, İran da binlerce Hizbullah ve Devrim Muhafızı askeri ile Suriye ordusuna klasik piyade desteği veriyordu. Bu üçlü koalisyon sayesinde Esad rejimi 2015-2024 arasında ülkenin büyük bir bölümünü kontrol edebilmişti.
Suriye merkezi yönetimine bağlı güçlerin savaşmadan sürat ile silah ve ekipmanlarını terk etmesi, savunma hatlarından çekilmesi işin içinde başka dinamiklerin olduğunu gösteriyor. Tıpkı 2003 II. Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in yönetimindeki Irak’ın ordularının hiçbir mukavemet göstermeden savunma hatlarını terk etmeleri gibi. Ruslar Tartus’taki deniz üssünü ve Lazkiye’deki çok amaçlı üslerini (ki Tartus Rusların Akdeniz’deki tek deniz üssüdür.) muhafaza etmek kaydı ile Suriye’deki yeni durumu kabullenecek ve hesaplarını en az zarar ile bir şekilde kapatacaktır. Suriye’deki hava üssü aynı zamanda Rusların Afrika’daki operasyonlarını desteklemek için kullanılıyor. Şimdi Ruslar, daha birkaç gün önce bombaladıkları isyancı gruplar ile (bugünün iktidar sahipleri) görüşmek ve müzakere etmek zorunda.
Güneyden harekata başlayarak Şam’ı ele geçiren isyancı gruplar ile kuzeyden Halep-Hama-Humus ekseninden ilerleyen selefi cihatçı grupların (HTŞ, Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm) kendi içinde de bağımsız gruplardan oluştuğunu not etmek gerekir.
8 Aralık 2024 tarihi itibari ile 1916 Sykes-Picot Anlaşması’nda taslağı çizilmiş olan ve 30 Ekim 1918’den sonra fiilen çizilmeye başlanan yapay Orta Doğu sınırları içinde yer alan bir suni devlet daha ortadan kalkmış oldu. Irak bugün nasıl fiilen üç parça ise, Suriye en az beş parçalı bir yapı olacaktır. Libya da bugün birbirine rakip iki hükümetten oluşuyor.
Büyük bir insanlık trajedisine sahne olan Gazze’deki savaşın son safhasına girdiği anlaşılıyor. Bu noktadan sonra İran’ın İsrail’e karşı yürüttüğü vekalet savaşını Suriye üzerinden lojistiğini sağlaması olanaksız görünüyor.
İsrail’in kendisine yönelik doğrudan hava ve füze taarruzlarını engelleyemeyen, Suriye’de iç savaşı kaybeden taraf olan İran’ın esas odak noktası, ABD’de kendisine karşı oldukça şahin bir yönetimin göreve gelecek olması. Trump Yönetimi, bir yandan Rusya-Ukrayna Savaşını bitirmek için adım atmaya hazırlanırken, diğer yandan da İran’a karşı oldukça sert bir politika izleyecektir. Çünkü İran’ın kırılması Çin’in en önemli müttefiklerinden birinin zayıflaması anlamına gelir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ilk ele aldığı mesele Orta Doğu’dur. O dönemde bunun iki temel nedeni vardı: ABD ve Batı dünyası, 1970’lerde stagflasyona yola açmış olan 1973 petrol ambargosu gibi bir vakanın tekrarını engellemeyi amaçlıyordu. İkinci neden ise Orta Doğu’da İsrail ile Arap devletleri arasındaki barışı kurarak, İsrail’in Araplar tarafından hukuken tanınmasını sağlamaktı. Bu süreç ABD’nin 1978-1979 yıllarında Camp David’de Mısır-İsrail barışını tesis etmesi ile başlamıştı.
Bugün ABD’nin yeni hedefleri oluşmuş durumda. Bölgenin en büyük petrol ve doğalgaz üreticileri arasında olan ve Çin’in stratejik bir enerji ortağı olan İran’ın zayıflatılması. Trump yönetimi İran’ın nükleer silaha erişmek üzere yürüttüğü uranyum zenginleştirme programını gerekirse güç kullanarak kesmek niyetindedir. İran’ın halen atom bombası yapacak %90 üzerinde zenginleştirilmiş U-235 uranyum izotopuna sahip olmadığı biliniyor.
1990-1991 yılındaki I. Körfez Savaşı’ndan itibaren Orta Doğu’yu şekillendirmek için başlattığı adımların sonucunda Orta Doğu’daki üç domino taşı olan Irak, Libya ve Suriye düştü. Tunus ve Mısır’da ise rejim değişikliği olmuştu. Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan rejimleri “kendi ölçülerinde” bir parça daha liberalleşmişti.
Batı dünyası, Orta Doğu’da kendilerine dost; mezhep, dil ve köken olarak homojen devletçiklerin kurulmasını arzu ediyor. Bu da Orta Doğu’nun meşhur 19. yüzyıl deyimi ile “Balkanlaşması” yani küçük otonom bölgelerin kurulması anlamına geliyor. Aslında bu ilginç bir çelişki. Avrupa Birliği, Brexit’i dışarıda tutarsak, genişleyen bir yapı olmasına rağmen veya ABD çok güçlü bir merkezi kurumlara sahip bir federal devlet olmasına karşın; Batı dünyası kendi politik düzenlerine zıt bir yapıyı Orta Doğu’da oluşmasını arzu ediyor. Ancak bu Batı dünyasının zorlamasından öte, bölgenin kendi doğası. Orta Doğu konusunda, özel sohbetlerde, her zaman söylediğim bir söz vardır:” Orta Doğu’da modern devlet tanımı yoktur. İstisnalar hariç; krallıkların, prensliklerin, aşiretlerin, şeyhlerin yönettiği bölgeler vardır. Bu tanım Antik Mısır’dan beri geçerlidir.”
BM yasal zemini devletlerin ayrılıkçılık hareketleri ile parçalanmasına izin vermiyor ancak birbirine sembolik bağlar ile bağlı bölgelerin oluşmasına uluslararası düzen izin veriyor. Bu konuda en iyi örnek Irak’tır. Irak kâğıt üzerinde; bugün Şii Arap, Sünni Arap, Kürt bölgelerinden oluşan bir konfederal yapıdır.
Orta Doğu’da Osmanlı İmparatorluğu sonrasında üç önemli sınır değişikliği oldu. İlki I. Dünya Savaşı sonrası, Orta Doğu’nun İngiltere ve Fransa arasında paylaşımı, ikincisi 1948-1949 yıllarında İsrail’in kurulması, üçüncüsü 1967 Arap-İsrail Savaşı ile Doğu Kudüs, Golan Tepeleri, Batı Şeria gibi kritik bölgelerin İsrail işgaline girmesi idi. Dördüncüsü ise son 33 yıldan beri aşama aşama gelişen olaylar ile meydana geliyor.
“Yeni Soğuk Savaşın” önemli bir cephesi olan Ukrayna-Rusya Savaşı artık son evresine yaklaşıyor. Ukrayna’nın insan gücü artık tükenmek üzere. Savaş uzun bir süreden beri modern bir I. Dünya Savaşı biçiminde ilerliyor. Bu savaş muazzam bir aşındırma savaşı haline geldi ki, Ukrayna’nın cepheyi tutacak kadar insan gücü artık kalmamış durumda. 2024-2025 kışı başlarken, Ukrayna’nın enerji ağının büyük bir kısmı imha edilmiş durumda. Artık 1991 sınırlarına geri dönüş olanaksız görünüyor. Almanya ve Fransa dahi Ukrayna’ya yapılan yardımın boşa gittiğinin farkına varmış durumda. Ruslar; Zaporizhzhia, Luhansk ve Donetsk bölgelerinin büyük kısımlarını ve Kherson bölgesinin bir bölümünü ellerinde tutmaya devam edecekler gibi görünüyor. Eğer Putin bu kazanımlarına ek olarak; Ukrayna’nın tarafsızlığını koruma ve NATO’ya katılmama şartlarını kabul etmesini, Rusya’nın dondurulan ülke dışı varlıklarının çözülmesini, yaptırımların kaldırılmasını da cebine koyarsa masadan büyük bir zafer ile kalkmış olacaktır. Böyle bir gelişme Batı için diplomatik bir hezimet olacak olmasına rağmen, Avrupa ekonomileri için orta vadede olumlu bir etki yaratabilir. Büyük bir olasılıkla kalıcı bir barış yerine, koşulları fiili durumu yansıtan bir ateşkes tesis edilecektir.
Orta Doğu’daki meseleler hızını kesmeyecek. Ama bu yazının kapsamını burada bitiriyorum. Bir sonraki pazar günü hem yazı dizisine devam edeceğim, hem de Avrupa ekonomisini ele alacağım bir yazı yayınlayacağım.
Burak Köylüoğlu
8 Aralık 2024
Yeni yazılardan haberdar olun.