Politik Sistemler ve Ulusların Yükselişi

Burak Köylüoğlu

Uygarlık tarihi bize çağına göre daha ileri politik sistemlerin, uluslar için itici bir güç oluşturduğunu gösteriyor. Antik Yunan Uygarlığındaki şehir devletler, o dönem için eşsiz bir siyasi yapıya, seçme hakkı sınırlı da olsa, bir cumhuriyete sahipti. Kadınların ve kölelerin seçme hakkı yoktu. Zaten Atina, Sparta gibi şehir devletlerini birer devlet olarak nitelendirmek de mümkün değildi. Ancak Antik Yunan Uygarlığı eşsiz siyasi sisteminin itici gücü ile çok sayıda bilim adamı ve filozof yaratmış, MÖ 6. ve 4. yüzyıllar arasında Antik Dünya’nın çekim merkezi haline gelmişti.

Antik Dönemin Tek Süper Gücü Roma Cumhuriyeti

Bu sistemi kendisine uyarlayan Roma, ilk dönem krallık rejimini (MÖ 6. yüzyıl) yıkarak, mükemmel bir şekilde işleyen oligarşik bir cumhuriyete (MÖ 6. yüzyıl- MÖ 27) çevirdi.

Sistem, Roma’nın ileri gelen ailelerinin oluşturdukları koalisyonlara dayanıyordu. Yasama organı olan Roma Senatosu (Senatus Populusque Romanus, SPQR) aynı zamanda, yürütmenin tepesinde konsüllerin denetimini sağlıyordu. Konsüller aynı zamanda Senatonun oturum başkanı olmasına rağmen Senato’nun koalisyonlar ile oluşan yasama gücü üzerindeki etkileri sınırlıydı. Senato’nun aldığı tavsiye kararlarına (senatus consultum) yürütme organını teşkil eden magistratus olarak isimlendirilen devlet adamları genellikle uymak durumunda kalırdı.

Magistratus mevkileri de güçlü aileler ve ünlü askeri liderler tarafından paylaşıldığı için yürütmenin içinde bir güçler dengesi mevcuttu.

Büyük savaşlar ve kriz dönemlerinde ise Senato olağandışı yetkileri daha sonra geri alınmak kaydı ile bir konsülü, “dictator” olarak atayabilirdi. “Dictator” bugün kullanılan anlamından farklı olarak geçici olarak olağanüstü yetkiler ile donatılmış bir lider anlamında idi.   

Güçlü ailelerin oluşturduğu fraksiyonlar, kendi aralarında müthiş bir siyasi yarış içinde olmaları sayesinde, sistem en iyi askerleri, bürokratları ve yöneticileri piramitin üstüne çıkartıyordu.

Roma’nın cumhuriyet yönetimi altında fiilen muazzam bir imparatorluğa dönüşü bu şekilde oldu. Aşağıda cumhuriyetin ulaşmış olduğu en geniş sınırlar yer alıyor.

Ancak cumhuriyetin yıkılması da yürütmedeki uyumun bozulması ile başladı. Cumhuriyetin son yüzyılı güçlü asker ve siyasetçiler arasında geçen uzun iç savaşlar ile doludur. En nihayetinde cumhuriyetin yıkılışı güçlü bir liderin ortaya çıkması ile olacaktı. Sanıldığının aksine cumhuriyeti yıkan meşhur asker ve “dictator” Julius Ceasar değildir.

Ceasar’ın Senato’da öldürülmesinden sonra, üvey yeğeni ve evlatlığı Octavius; Ceasar’ın politik mirasına sahip çıkarak, iki iç savaşı kazanarak tek siyasi lider haline geldi. Octavius sık sık yatağa düşecek kadar sağlığı bozuk ve narin genç bir adamdı ancak çelik gibi bir irade ve vizyona sahipti. 

Sabır ve ustalıkla 30 yıl boyunca cumhuriyetin tüm kurumlarını dönüştürdü. Hiçbir zaman kral ya da imparator ünvanını resmen almadı artık tamamen kontrolü altındaki Senato O’na “Priceps” ünvanını verdiği zaman Cumhuriyetin sonu mühürlendi. Priceps birinci sıradaki vatandaş anlamına gelir ki bu unvan artık Roma imparatorlarının resmi ünvanı haline gelmişti.

Gücün priceps yani imparatorda toplanması siyasi karmaşayı bitirdi ancak bu kez imparatorların yapacağı hayati hataların önünü açtı.

Augustus (Senato tarafından Octavius’a yüce anlamına gelen Augustus ismi verilmişti) çok büyük bir imparatordu, belki de Roma tarihinin en önemli ismiydi ama tam üç Roma lejyonunu Teutoburg Ormanlarında (bugünkü Hannover yakınları, Almanya) barbar kabilelerinin tuzağına düşerek tamamen imha olacağı askerî harekât kararını da bizzat kendisi vermişti.

Augustus’un bu felaket haberi geldiğinde, gözyaşları içinde, üç lejyonun komutanı olan Varus’a adeta yalvararak “Varus, leyjonlarımı geri ver!” diye haykırdığı bilinir. Antik dünyanın süper gücü Roma, askeri varlığının altıda birini sadece bir gün içinde, düzensiz bir savaşçı topluluğuna karşı kaybetmişti.

Augustus’un belki de en önemli hatası başkentte konuşlanacak, imparatorun Senato’ya karşı gücünü sembolize eden meşhur Praetoria (Cohortes Praetoriae) muhafız lejyonunu kurmasıdır. İleri yıllarda bu seçkin lejyon, beğenmediği imparatorları devirerek, kendi komutanlarını imparator olarak seçme alışkanlığına sahip olacaktı.

Roma’nın çöküşünün ilk işareti Augustus döneminde verilmişti. Augustus’tan 180 yıl sonra filozof imparator Marcus Aurelius’un ölümü ile imparatorluğun 300 yıllık geri döndürülemez çöküşü başlayacaktı.

Augustus’un kurmuş olduğu imparatorluk düzeni teoride mükemmeldi. Ancak yasama ve yürütmenin tek bir kişide toplanması bu kişinin kusursuz olmasını gerektiriyordu. Kusursuzu bırakın yetenekli imparatorların sayısı pek fazla olmayacaktı… 

Britanya İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Güçler Ayrılığı Sistemi

Britanya İmparatorluğu’nun kendi halinde bir ada ülkesinden, Dünya’nın tek süper gücü haline gelişi çağının oldukça ötesinde bir siyasi yapı oluşturması ile başlamıştı.

Bazıları Magna Carta ile bu sürecin başladığını ifade eder. Magna Carta çok önemli bir belgedir ama tarihte bir hükümdarın yetkilerini sınırlayan ilk belge değildir.

Dünya siyasi tarihini ve belki de tüm tarihin kendi akışını değiştiren İngiliz İç Savaşı (1642-1651) idi. Savaş, Kral I. Charles’ın parlamentonun elindeki sınırlı yetkileri de almaya çalışması ile başlamıştı.

Parlamentocular (Roundheads) ve Kral I. Charles yanlıları (Cavaliers) arasındaki kanlı iç savaş sonrasında kralın yenilmesi ve idam edilmesi ile başlayan 40 senelik çalkantı en nihayetinde kansız bir devrim ile sonuçlanmış, Glorious Revolution (1688, Muhteşem Devrim olarak tercüme edilebilir) olarak bilinen devrim ile hükümdar ile parlamento arasında net bir güçler ayrılığı sistemi oluşmuştu. Üstelik İngiliz kralı yürütme üzerindeki yetkilerini ilk defa bakanların en kıdemlisine delege etmeye başlamıştı. Bu makam ileride politik sistemde başbakanlık makamına dönüşecekti.   

Glorious Revolution, bana göre uygarlık tarihinin en önemli politik devrimidir. Devrimin hemen ardından yayınlanan “Bill of Rights” (1689) en temel insan haklarını ve güçler ayrılığını tanımlayan ilk “anayasal” belge olacaktı. Yeni İngiliz Kralı William of Orange’ın (hatta İngilizce bilmeyen İngiliz Kralı diye isimlendirilmişti) İngiltere’ye ayak basarak, devrimi başlatması yer alıyor.

Glorious Revolution’un etkileri uygarlık tarihi üzerindeki etkileri muazzam olacaktı. Bu devrimin yaklaşık yüz yıl sonra iki çocuğu daha olacaktı: Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Amerikan Devrimi ile Fransız Devrimi…

Britanya İmparatorluğu, 18. ve 19. yüzyıllarda, bugünkü ABD’ye benzer bir şekilde dünyanın tek süper gücü haline getirecek siyasi temeli atmış idi. Britanya İmparatorluğu, mutlak kraliyet rejimlerinin hüküm sürdüğü Dünya’da eşsiz bir sistem yaratmıştı. 

James Watt’ın Thomas Newcomen’ın buhar makinesini geliştirerek Sanayi Devrimini Britanya İmparatorluğu’nda başlatması ve modern kapitalist sistemin kurucusu olan Adam Smith, David Ricardo, Thomas Malthus ve James Mill gibi klasik ekonomistlerin düşüncelerinin imparatorluğun iktisadi sistemi haline gelmiş olması tesadüf değildir.

İngiltere’nin çok daha sonraları küresel sistemin süper gücü ünvanını kaybetmesinin nedenleri oldukça karmaşıktır. Britanya İmparatorluğu, kendisini süper güç haline getiren faktörleri başarı ile uyarlayan, eski kolonisi tarafından, 19 yüzyılın sonunda geçilecekti.

Amerikan Devrimi ve ABD’nin Yükselişi

ABD’nin doğuşu da çağının çok ötesinde modern bir siyasi sistem ile; federal ve teknokrasiye dayalı bir cumhuriyet oluşumu ile başladı. ABD’nin Kurucu Babaları bireysel liberalizmi ön planda tutarak, hükümdarın olmadığı ve seçkin sınıfın seçim ile siyasetin üst kademelerine yükseldiği bir siyasi düzen kurmuştu.

Amerikan Devrimi ironiktir ki, bağımsızlığını kopardığı Britanya İmparatorluğu’nun kaderini yüz yıl değiştiren Glorious Revolution’un yarattığı prensiplerden etkilenmişti. Ancak Amerikan Devriminin liderleri bu presipleri daha da ileriye götürdü. Kurdukları sistem seçim ile gelen başkan ve iki organdan oluşan yasama ile yüksek yargı arasında tam bir denge kurdu.

Başkan (ve hükümeti) ile “Congress” olarak tanımlanan Temsilciler Meclisi ve Senato’dan oluşan yasama organı arasındaki denge Abraham Lincoln’a kadar önemli ölçüde yasamanın lehine idi. İlk Amerikan başkanları özellikle yasama kararları üzerinde veto yetkilerini kullanmamaya çalışırdı.

Yürütmenin başı olan ABD Başkanının yetkileri altı önemli vaka ile derece derece arttı: ABD İç Savaşı (1861-1865), I. Dünya Savaşı (1914-1918), Büyük Depresyon (1929-1939), II. Dünya Savaşı (1939-1945), Soğuk Savaş (1948-1989) ve İkiz Kule Saldırıları (2001)  

Bu siyasi düzenin kuruluşu üzerinde anlaşılamayan temel mesele kölelik konusu idi.

Amerikan Devrimi’nin prensipleri ile kölelik düzeni çatışmasına rağmen, 13 kurucu eyaletin federal bir hükümet otoritesi altında toplanabilmesi için köleliğin esas işgücünü oluşturduğu güney eyaletlerine bu konuda taviz verildi. Bu sayede ekonomileri tamamen köle iş gücüne dayanan Güney Eyaletleri, savundukları konfedere sistem yerine eyaletleri büyük ölçüde kendi iç işlerinde hükümdar olmalarını sağlayan federal sistemi kabul etti. 

Kölelik meselesi de tam seksen yıl boyunca ABD’de büyük bir siyasi sorun yarattıktan sonra, kanlı bir savaş ile çözüldü. Sanayi Devrimi’nin getirdiği prensipleri iktisadi olarak uygulayan kuzey eyaletleri, güney eyaletlerinin federal devletten ayrılarak oluşturduğu Konfederasyonu (Confederal States of America) kesin bir şekilde mağlup etti.

Güney’in becerikli askerlerden ve yetenekli generallerinden oluşan orduları, muazzam bir endüstriyel güce sahip Kuzey tarafından yenilgiye uğratılmıştı. 

ABD’nin yükselişi İç Savaş sonrasında muazzam bir tempoya ulaştı.

ABD 1871’de Britanya İmparatorluğu’ndan GSYH liderliğini devir aldı. 1914 yılında ise ABD, dünyanın en büyük dış yatırımcısı haline gelmişti. 1916 yılında ABD’nin GSYH’si Avrupa kıtasının tamamını geçti. ABD I. Dünya Savaşı’nın sonunda tam bir ekonomik süper güç haline gelmişti. Amerikalıların politik ve askeri bir süper güç haline gelmesi ise II. Dünya Savaşı’nın dönüm noktası olan 1943 yılında olacaktı.

Amerikan politik sistemi bu göz alıcı gelişimin temelini sağlamasına rağmen, 1960’lara kadar “Jim Crow” yasaları olarak bilinen ırkçılık ve ayrımcılığı destekleyen unsurları içinde barındırdı. Bu yasaların uygulanması İç Savaş sonrasında güney eyaletlerinin tekrar federal sisteme alınması sürecinde (Restoration) taviz olarak eyaletlerin yasama ve yürütme erkine bırakılmıştı. 

En nihayetinde Rosa Parks’ın Mongomery otobüs boykotu (1955) ile başlayan ülke çapında eylemler 1960’lı yılların başında ABD’nin politik sisteminin ayrımcılıktan ve ırkçılıktan temizlenmesini sağlayacaktı. 

Amerikan politik sistemi Soğuk Savaş’ın başlaması ve Sovyetler Birliği’nin hızla siyasi, askeri ve bilimsel alanda ilerlemesi karşısında kısa bir dönem (1948-1954) paranoya ile McCarthyism olarak bilinen aşırı tutucu bir akımdan etkilenmesine rağmen sistem kendini koruyabilecekti.

Soğuk Savaş dönemi de siyasi sistemlerin çatışması açısından yeni bir sayfa açtı. ABD ve müttefikleri Sovyetler Birliği’nin merkezi yönetime dayalı ekonomik ve siyasi sistemini 45 yıl boyunca tuş etmeyi başardı.

Üstelik bu dönemde Batı Bloku; Vietnam Savaşı yenilgisi, Bretton Woods sisteminin çöküşü, 1973 ve 1979 yıllarındaki petrol şokları gibi önemli sorunların da üstesinden gelebilmişti.

Batı Almanya’nın Küllerinden Yeniden Doğumu

Almanya 1871’de birliğini sağladığı zaman, Birleşik Almanya (İngiltere hariç olmak üzere) Kıta Avrupası’nın geri kalanının toplamından çok daha büyük bir güç haline gelmişti. İmparatorluk, meşruti bir politik sisteme sahip olmasına rağmen; İngiliz sistemindeki gibi yasama-hükümet-imparator arasındaki iyi tanımlanmış bir kurumsal dengeye sahip değildi. Birleşik Almanya’nın politik sistemini kurmuş olan “Demir Şansölye” Otto von Bismarck’ın en önemli hatası sistemin başına kendi politik dehasına yakın şansölyelerin geleceğini varsayması idi. Sistemin dengesi şansölyenin imparator, meclis (Reichstag) ve askerleri yönetebilmesine bağlıydı.

Bismarck’tan sonra zayıf şansölyeler gücü hırslı ve genç imparatora teslim edecek, imparator da ipleri farkında olmadan askerlere ve bürokratlara kaptıracaktı.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında sistem cumhuriyete dönüşecekti. Ancak sistem aşırı sağ ve sol akımlara karşı devleti korumak için olağanüstü yetkileri yürütmeye vermişti. Bu yetkiler demokrasinin sonu olacaktı. 

Büyük Depresyondan önce marjinal ve hatta gülünç bir politik akım olarak görülen Nazi Partisi, 1933 seçimlerinde oy tabanını genişleterek hükümete koalisyon yolu ile geldiler. Yaşlı ve muhafazakâr cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’u komünistlere karşı olağanüstü hal ilan etmeye ikna eden Naziler, Hindenburg’un ölümü ertesinde şansölye-cumhurbaşkanı makamlarını bileştirip, seçim sistemini de ortadan kaldırdılar.

II. Dünya Savaşından sonra Soğuk Savaşın başlaması ile beraber Amerikalılar, Batılı müttefikleri ile ayrı ayrı yönettikleri üç işgal bölgesini birleştirerek Federal Alman Cumhuriyeti’nin (Batı Almanya) kurulmasına izin verdi.

 Batı Almanya’nın ilk şansölyesi ılımlı bir sağ politikacı kimliğini taşıyan eski Köln belediye başkanı olan Konrad Adenauer idi. Adenauer 1949 yılında 73 yaşında şansölye olduğu zaman geçici ve emanetçi bir başbakan olduğu düşünülüyordu. Ancak meşhur ekonomist Ludwig Erhard ile beraber 14 yıl içinde Batı Almanya’nın demokrasi içinde yeniden kalkınmasını sağladığı gibi, bir yandan da sabır ile ülkesi üzerindeki Amerikan hakimiyetini zayıflatmayı başardı. 1951 yılında imzalanan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği (European Coal and Steel Unity) ile Batı Almanya yeniden Avrupa’nın politik ekseninde önemli bir oyuncusu haline geldi. Bu birlik ileride ilk önce Avrupa Ekonomik Topluluğu’na daha sonra da Avrupa Birliği’ne dönüşecekti. Adaneuer ve ardılları, hem Sovyet tehdidine karşı Batı Dünyası için Batı Almanya’yı vazgeçilmez bir demokratik ve ekonomik bir güç haline getirdiği gibi, devleti ve bürokrasiyi Nazilerden ve komünistlerden temizlemekte de başarılı oldular. Aşağıda Alman mucizesinin iki mimarı Adaneur ve Erhard’ı görüyorsunuz.

Aynı zamanda Alman politikacıları gerçekçi bir dış politika ile savaş sonrasında Müttefiklerin Almanya’dan alarak Polonya, Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği’ne verdikleri Doğu Prusya, Doğu Pomeranya, Silezya ve Südet Bölgesi gibi kritik bölgeler üzerindeki tüm iddialarından vazgeçti. Doğu Prusya binlerce yıllık Alman toprağı kimliğine sahip olduğu gibi Birleşik Almanya’yı yaratan Prusya Krallığı’nın vatanı idi. Silezya ise, Almanya’nın Ruhr Vadisi’nden sonraki ikinci büyük sanayi merkezi idi.

Batı Almanya 1970’li yıllara geldiğinde, İngiltere ve Fransa’yı ekonomik büyüklük olarak geride bırakmış, ülke üzerindeki Amerikan etkisini büyük ölçüde kaldırmış, Amerikalıların kaşlarını kaldırmasına rağmen Doğu Almanya, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri ile ılımlı ilişkiler kurmayı başarmış bir güç haline gelmişti.

Federal Almanya Şansölyesi Willy Brandt, Nazilerin yaptığı katliamlar için, Alman Halkı adına özür dilemek için Varşova’da tarihi anıtın önünde diz çökerken… 7 Aralık 1970. Almanya 45 yılda kötü bir geçmişin anılarını silmek için muazzam bir çaba sarf etmişti.

Soğuk Savaşın bitmesi ile Batı Almanya Birleşik Almanya’yı temsilen son ve nihai barış anlaşmasına imza attı. Bugün Almanya küresel ekonominin 4. büyük oyuncusu ve AB’nin tartışmasız ekonomik lideri durumunda. Birleşik Almanya’nın iki dünya savaşı ile hakimiyet kurmaya çalıştığı Orta ve Doğu Avrupa ise bugün AB sisteminin ayrılmaz bir parçası halinde.

Almanya’nın küllerinden doğuşunun altında hayallere değil gerçeklere dayanan bir dış politika, ileri bir demokrasi ve mühendisliğe ve üretime dayalı muazzam bir ekonomi kurulması yatmaktadır.

Federal Almanya Cumhuriyeti, 1948-1990 arasında bu prensipleri, hangi parti olursa olsun bir devlet politikası olarak uygulayarak üç işgal bölgesinden 42 yılda muazzam bir ülke yaratabilmişti.

Sonuç…

Uygarlık tarihinden seçmiş olduğum dört büyük gücün yükselişinin ardında, zamanın ötesinde modern bir politik sisteme sahip olduklarını görüyoruz.  

Bu tezi tersinden de ispat edebilirim. 17. ve 18. yüzyılın süper gücü sayılan Fransız Krallığı’nın çöküşü, Napolyon’un tarihin gelmiş geçmiş en büyük mareşali olmasına rağmen imparator olarak yaptığı stratejik hatalar ile Fransa’nın çöküşüne neden olması, Rus İmparatorluğu’nun köhne sistemi ile 1917’de dağılması, Nazi Almanya’sının ülkeyi yok olacak noktaya getirmesi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü gibi örnekleri sayabilirim.

Burak Köylüoğlu

 

Mail listesine katılın

Yeni yazılardan haberdar olun.

Teşekkürler! Kayıt oldunuz.

Üzgünüz. Kayıt olamadınız.

İLGİLİ Yazılar

error: Tüm içerik koruma altındadır!