Uzakdoğu kültürü, uygarlığın en eski ve kesintiye uğramamış parçasıdır. Batı uygarlığı Roma’nın yıkılması, İslam uygarlığı Moğol istilası gibi büyük travmalar yaşamasına rağmen, Uzakdoğu uygarlığı tüm mirasını kesintisiz bir şekilde bugüne aktarabilmiştir.
Bu kültürün kadim yapıtları ancak 20. yy.’da ilgi görmeye başlamıştır. Sun Tzu gibi büyük bilgelerin eserleri ilgi görse de, bu kültürün popüler dünya tarafından geniş çaplı tanınması Şibumi ile olmuştur.
Şibumi isimli kitap, 1979 yılında yayınlandığında çok ilgi görmüş, Batı Uygarlığının bir eleştiri manifestosu haline gelmişti.
Kitap, bir Rus aristokrat annenin tek oğlu çocuğu olan Nicholai Hel’in hayatından kesitler sunar. Bu kesitler 1930’lı yıllarda Çin’den başlayarak, 1970’lerin sonuna kadar dizilir. Nicholai’ı yetiştiren, hiçbir (zaman görmediği) babası ve annesi değil, annesinin sevgilisi olan Japon İmparatorluk subayı General Kişikava’dır. General Kişikava, genç Nicholai’a gerçek bir baba olmuş ama aynı zamanda O’na hiçbir zaman ulaşamayacağı bir kavramı öğretmiştir: Şibumi
Şibumi, ne yazık ki, bizim gibi Batı Kültürü ile yetişmiş bir birey için anlaşılması çok kolay bir kavram değildir. Bu kavram Japonya’nın Edo döneminde (1603-1868) sanatsal ve mimari anlamda kusursuzluğu ortaya koymak için tanımlanmıştır.
Sanatsal ve mimari anlamda Şibumi; basitliğin, gizemin ve karmaşıklığın beraber oluşturduğu mükemmeliyettir. Felsefi anlamda Şibumi’yi anlatmak çok daha zordur. İnsan ruhunun sadelik ve gayret sarf etmeksizin içinde mükemmeliyete ulaşmasını tanımlar. Bu tanımı zor kavramı kitabın yazarı, Trevanian şöyle ifade eder:
“Olağan görünüm altında yatan gizli bir üstünlük…
O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok…
O kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok…
O kadar gerçek ki, sahici olmasına gerek yok…
İfade dolu sessizlik…
Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçakgönüllülük…
Zarif bir basitlik…
Hakimiyet peşinde olmayan bir otorite…
Elde edilemeyen ama keşfedilen…
Karmaşanın ötesine geçerek basitliğe erişme…”
Yukarıdaki tanımı, aslında anlamanın ve anlatmanın ne kadar zor olduğunu sanırım siz de fark ettiniz. Çünkü Uzakdoğu kültürü, sözcüklerden öte ritüellerin anlam ve tanımları oluşturduğu bir yapıdadır. Batı Kültürü, söz ve davranışların doğrudan ve zahmetsizce aksiyona dönüşmesini bilimsel bir gereklilik olarak görse de Uzakdoğu kültürü bunu gereksiz bir kabalık olarak tanımlar.
Şibumi, bir felsefe kitabı değil, son derece etkileyici ve sürükleyici bir romandır. Aynı zamanda Şibumi, Batı Dünyasının “derin devletinin” tanımının yapıldığı ilk eserlerden biridir. Bu tanım, 1970’lerde yaşanan Petrol Krizinin (1973-1979) insan topluluklarının reel gelirlerini düşürürken, petrokimya endüstrisinin gücünü nasıl arttırdığını mükemmel bir şekilde okuyucuya aktarır. Kitabın yazarı, daha 1970’lerde çeşitli kurumlardan oluşan bir gizli kartelin ABD başta olmak üzere Batı Dünyasını yönettiği tezini işler.
Romanın kahramanı, Nicholai Hel dramatik hayatının başından itibaren Batı Dünyasının düzenine karşı mücadele eden bir anti-kahramandır. Kitap, son derece zeki ve mistik bir matematik dehasının, 1950li yıllardan 1970li yılların sonuna kadar, nasıl en yüksek ücret karşılığı ile çalışan soğukkanlı bir uluslararası suikastçıya dönüştüğünü anlatır. Daha da ironiği, Nicholai Hel için çok sevdiği Japonya savaştan sonra benliğini tamamen yitirmiş, Batılılaşmış bir ülkedir. Japonya’ya bir daha asla geri dönmeyecektir.
Kitabın yazarı Rodney William Whitaker (1931-2005), yıllarca Trevanian’ın ismi ile yazarlık yapmış, Nicholai Hel kadar gizemli bir kişiliktir. Kitapları çok satan ünlü bir yazar olmasına rağmen, doğru dürüst birkaç fotoğrafı dışında, pek bir fotoğrafı mevcut değildir. Bir üniversite öğretim görevlisi olduğu bilinmesine rağmen, kitaplarındaki derin felsefi, politik, siyasi ve sosyal saptamalar yazarın göründüğünden daha farklı bir hayatı olduğunu göstermektedir. Hele ki özellikle Şibumi’de üzeri kapatılarak bahsedilen suikast teknikleri, soygun ve cinsellik tanımları, yazarın ismi gibi gerçek mesleğinin de farklı olduğunu belli ediyor.
Trevanian, Şibumi ile beraber Uzakdoğu’nun o zamana kadar az bilinen “Go” oyununu geniş kitlelere tanıtmış, oyun 1970’lerin sonundan itibaren epey bir ilgi görmüştür. Go ile satranç zaman zaman benzetilmekle beraber, “Go” kuralları basit olmasına rağmen satranca göre çok daha karmaşık ve zor bir doğadadır. Bu oyun daha 11. Yüzyılda, Çinli matematikçileri olasılık hesapları için karmaşık permütasyon modelleri geliştirmelerini sağlamıştır. Örneğin 19*19 bir klasik “Go” tahtasında yapılacak hamle ve oyun sayısı neredeyse matematiğin sınırlarını zorlar durumdadır. Eski bir satranç turnuva oyuncusu olarak, çok geç keşfettiğime hayıflandığım bir oyundur “Go”. Ne yazık ki daha 15 yaşında bu oyunu keşfettiğim zaman, hayatımın kalanında kuvvetli bir amatör olma şansını çoktan yitirmiştim.
Trevanian “Go“ile satrancı şöyle karşılaştırmıştır:
“Go ile satranç oyununu kıyaslamak, felsefe ile muhasebeyi karşılaştırmaktır.”
Hayli aşağılayıcı bir karşılaştırmadır bu. Ama matematiksel açıdan da doğrudur. Satrançta olası hamle sayısı ile kıyaslanamayacak kadar farklı hamle “Go” oyununda yapılabilir. “Go” oyunundaki mantığı ve akışı kavrayabilenler, büyük bir strateji kurmanın da ustası olabilirler.
Trevanian Şibumi’yi bir “Go” oyunu mantığında yazmıştır. Kitabın bölümleri, bir “Go” oyunu safhalarının eşdeğeridir. Aslında bir son yoktur. Kitabın sonu başka bir başlangıcı işaret eder.
Şibumi çok etkileyici bir kitap olsa da Trevanian’ın bazı gerçekleri kendince değiştirmiş olması eleştirilmelidir. Japonya’nın, 1931-1945 döneminde Çin’i dilim dilim işgali ile 1939-1945 arasında yürüttüğü Pasifik Savaşı, tamamen kaba bir ırkçılık ve emperyalizm üzerine dayanmıştır. Ne yazık ki, az bilinmesine rağmen Japonya’nın bu dönemde işlemiş olduğu savaş suçlarının sayısı ve kapsamı, Nazi Almanya’sına eşdeğer ve hatta aşar durumdadır. Bu dönem, Avrupa’nın tersine halen Uzakdoğu’da kapanmamış derin yaralar yaratmıştır. Trevanian, Nicholai Hel’in gençliğini kitapta anlatırken, Japonya’yı Batı Dünyası karşısında bir şövalye gibi mücadele eden bir taraf gibi göstermiştir.
Şibumi aynı zamanda Trevanian’ın bireyselliği ve elitizmi yücelttiği bir eserdir. Aşağıdaki acımasız ancak çarpıcı yorum, Go üstadı Oteka-San’ın öğrencisi genç Nicholai’a olan uyarısıdır:
“Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür. Fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder. Hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tek düzelikleriyle kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır.”
Yukarıdaki söylem, klasik bir elitistin insan topluluklarına bakışını özetler. Trevanian’ın, açmazı şudur: İnsanoğlunun bir arada yaşamaya başladığı ilk şehirleşme döneminden (MÖ 7000-5000) itibaren insanlar üretkenliklerini arttırmak için iş bölümüne gitmiştir. Tarih buna sosyal yaşam ve kentleşme devrimi olarak tanımlıyor. Bu modelde her kim olursa olsun, her bireyin hayatta bir rolü vardır. Hayatın şans tanıdığı yeteneklerin de yeteneklerini geliştirebilmeleri için ihtiyaç duydukları zaman ve kaynakları, “sıradan” olarak nitelendiren insanlar onlara kazandırır. Eğer “sıradan” insanların yaptıkları işlerin yaratmış olduğu sinerji olmasaydı ne Aristo, ne Newton, ne Mozart, ne de sözgelimi Bill Gates müthiş başarlarına erişebilirdi.
Ancak Trevanian’ın 1979’da Şibumi aracılığı ile Batı Dünyasına yönelik oldukça sert ama gerçekçi eleştirilerini de göz ardı etmemek gerekir.
“Beni sıkan Amerikalılar değil, Amerikanizm” dedi Hel. “Sanayi ötesi dünyanın kötü bir hastalığı bu. Sırasıyla bütün merkantilist ülkelere bulaşacağı da ortada. Buna Amerikancılık denilmesinin tek nedeni, hastalığın en ileri halinin senin ülkende görülmesinden. Tıpkı İspanyol Gribi falan gibi. Belirtileri ise önce iş ahlakının yok olması, sonra iç değerlerin azalması, sürekli dışardan eğlence bekler duruma gelinmesi, bunun peşinden de ruhsal çürüme ve manevi uyuşma. Hastalığa yakalananı tanımak için en iyi işaret, o insanın durmadan kendisiyle ilişki kurabilmeye gösterdiği çabadır. Kendi ruhsal zayıflığının ilginç psikolojik bir durum olduğuna inanır. Sorumluluktan kaçmasını, yeni deneylere hazır oluşuna yorumlar. Hastalık ilerledikçe kişi, insan uğraşları içinde en önemsiz olanını aramaya, onun peşinden koşmaya başlar: eğlencenin. (…)”
Bu müthiş paragrafın ana fikrine, Batı Kapitalizmin düşünce liderlerden olan “marketing gurusu” Philip Kotler, meşhur ekonomistler Joseph E. Stiglitz ve Paul Krugman’ın 2008 sonrası yazılarının içinde de rastlıyoruz.
Trevanian, Şibumi’de Batı Dünyasına yöneltmiş olduğu eleştirileri şu paragraf ile doruğa çıkartır:
“En önemlisi de Amerikalıların tümü tüccardı. Amerikan ruhunun, Yankee dehâsının çekirdeğini oluşturan şey, alıp satmaktı. Onlar, demokratik ideolojilerini durmadan satıyor, koruyucu füze silâhlarıyla ilgili anlaşmaları ve ekonomik baskıları ile bu satışı destekliyorlardı. Savaşları, anıtsal büyüklükteki üretimleri için egzersiz sayılmaktaydı. Eğitimleri, kilovatsaati şu kadardan satılır havasındaydı. Hükümetleri bir dizi sosyal anlaşmadan oluşuyordu. Evlilikleri duygusal bir iş antlaşmasıydı. Taraflardan biri taahhüt ettiği hizmetleri yerine getirmeyince, anlaşma kolayca yürürlükten kalkıyordu. Namus demek, onların gözünde dürüst ticaret yapmak demekti. Sandıkları gibi sınıfsız bir toplum olmadıklarına göre, aslında tek sınıftan oluşan bir kitleydiler. Bezirgân sınıfından. Seçkinler, zenginlerdi. İşçilerle çiftçiler, orta sınıfın parasal merdiveninde, inip çıkan, tırmanmaya çalışan başarısızlar ve proletarya grubunu teşkil eder. Onların da değer ölçüleri de tıpkı şirket yöneticilerinin ve sigorta prodüktörlerinin değer ölçülerinin aynıydı. Tek farkı, bunlarınkinin daha küçük rakamlarla ifade edilmesiydi. Yat yerine deniz motoru, golf kulübü yerine bowling kulübü, Monte Carlo yerine Atlantic City gibilerden…”
Trevanian, Nicholai’ın ağzından, tüketerek mutluluğu arayan geniş insan topluluklarının eleştirisini yaparken sözünü pek sakınma gereği duymamıştır.
Ancak Trevanian’ın ve Şibumi Kitabının açmazı, elitizmi ve meritokrasiyi yüceltirken, Şibumi kavramından uzaklaşmasıdır. Ancak Trevanian gibi müthiş bir yazarın (ve filozofun) bunu fark etmemesi olanaksızdır.
Adına felsefe kulüpleri kurulmuş olan ve çokça üzerinde tartışmış olan, Batı Dünyasının bir nevi eleştiri manifestosu olan Şibumi’yi bu yazımda kısaca tanıtmış oldum. Trevanian’ın Şibumi’yi 1979 yılında yayınlamasına rağmen, 1980 sonrası neoliberal politikalardan, globalleşmeden, 2008 krizinden önce sistemi bu kadar mükemmel bir şekilde eleştirmiş olması şaşırtıcıdır.
Ancak Trevanian’ın baş yapıtı Şibumi değildir. Şibumi ’den sonra yazılan Katya’nın Yazı, The Summer of Katya (1983) son derece şaşırtıcı ve insan ruhunun gizemlerini dışa vuran bir kitaptır ki, bu kitaptan etkilenmeyecek bir okuyucu olabileceğini düşünemiyorum.
Trevanian Şibumi’yi ne devamını ne de öncesi yazmıştır. Üstelik astronomik rakamlar teklif edilmesine rağmen, kitabın filme dönüştürülmesine de izin vermemiştir.
Trevanian’ın ölümünden sonra, ailesi yetenekli bir yazar olan Don Winslow ile anlaşarak, Şibumi’nin hikayesini kendisine tamamlatmışlardır. Şibumi kadar felsefi bir derinliğe sahip olmasa da Satori (2011) Şibumi’yi bence tamamlamıştır.
Epilog:
Hannah: “Bir ulus için böyle genellemeler yapmak doğru mu sizce?”
“
Nicholai Hel: “Genelleme ancak bireylere, kişilere uygulandığı zaman yanlış sonuçlar verir. Kalabalıkları tanımlarken her zaman gerçekçi bir yöntemdir. Senin ülken de demokrasi ile yönetiliyor. Yani kalabalığın diktatörlüğü ile.”
Hannah: ”O havaalanında dökülen kanlardan Amerikalıların sorumlu olduğunu reddediyorum. Masum çocuklar, ihtiyarlar…”
Nicholai Hel: “6 Ağustos tarihi sana bir şey ifade ediyor mu?”
Hannah: “6 Ağustos mu? Hayır. Neden?
Nicholai Hel: “Boşver.”
Burak Köylüoğlu’nun notu:
6 Ağustos 1945 tarihinde, saat 08:15’de bir B-29 bombardıman uçağı Hiroşima üzerine 64 kg. ağırlığında bir uranyum bombası bıraktı. Amerikalılar, atom bombası taşıyan B-29’u avcı uçakları ile korumaya dahi gerek duymamışlardı. Ne de olsa Japon avcı uçakları bu irtifaya yaklaşabilecek durumda değildi. Japon uçaksavar toplarının menzili ise, B-29’ların uçuş irtifasına ulaşamayacak yetersizdi. Bu sırada gökyüzünde ikinci bir B-29 bombardıman uçağı daha vardı. Bu uçağın amacı patlamayı fotoğraflayarak, mükemmel bir şekilde belgelemek idi.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.