Türkiye’de ekonomistlerin çoğu vergi ve ticaret hukukuna uzaktır. Ancak vergi hukuku kavranmadan, mikroekonomi, mikroekonomi kavranmadan da makroekonomi tam anlamı ile yorumlanamaz.
2018 Ekonomik Krizi’nin öncesinde ve sonrasında ekonomi yönetimi, vergi, ticaret ve özel hukukun çeşitli alanlarında bazı önemli düzenlemeler yaptı. Krizin hemen öncesinde kurumların, döviz kredisi kullanmasına sınır getirilmesi bu sürecin ilk adımı idi.
Krizin en sıcak günlerinde getirilen döviz ile sözleşmelerin kısıtlandığı düzenleme (ki bu düzenleme birçok kez revizyon gördü) ikinci önemli adımdı. Her iki düzenleme de reel sektörün döviz cinsinden yükümlülüklerinin artışını sınırlamak amaçlıydı.
Kamunun düzenlemeleri bu adımlar ile sona ermedi. İhracat bedellerinin ülkeye getirilmesi ve TL’ye döndürülmesi koşulu (döviz satış koşulu daha sonra ortadan kalktı) getirildi. Gerçek kişilerin 100,000 USD ve üzeri işlemlerine t+1 gün valörü ile teslimat şartı konuldu.
Yıllar önce kaldırılan döviz alımlarında uygulanan vergi (eski adı ile kambiyo gider vergisi) yeniden hayatımıza girdi. İlk önce binde 1 olarak uygulanan vergi, daha sonra binde 2’ye yükseltildi. Pandemi günlerine kadar bu düzenlemeler (ve gözetim yolu) ile yumuşak sermaye kontrolleri hayata geçti.
Pandemi döneminde yapılan dolaylı sermaye düzenlemeleri
Pandeminin Türkiye ekonomisini etkilediği Şubat 2020’den itibaren ekonomi yönetiminin düzenlemeleri hızlandı. Kısaca özetleme gerekirse:
- Üç ayrı düzenleme ile yüzlerce ürünün gümrük vergileri arttırıldı.
- 30 Eylül 2020 tarihine kadar kurumların 2019 karlarının en fazla %25’ni dağıtabileceği, geçmiş yıl karlarını ve serbest yedek akçeleri dağıtıma konu edilemeyeceği ve kâr payı avansı dağıtımı yapılamayacağı düzenlendi.
- Bankalara (kalkınma ve yatırım bankaları dışında) 1 Mayıs 2020’den itibaren hesaplanmak üzere aktif rasyosu düzenlemesi getirildi.
Aktif Rasyosu=(Krediler*1+ Menkul Kıymetler*0.75+TCMB Swap*0.50)/(TL Mevduat+ Döviz Mevduat*1.25) şeklinde hesaplanıyor.
Mevduat bankalarının oranı %100, katılım bankalarının %80 oranında bu oranı tutturması gerekiyor. Tutmayan tutarın %5’i kadar (en az 500,000 TL) ceza ödeme riski oluşuyor.
- Kaydi altın alımları, döviz alımları kapsamına alındı ve altın ve döviz alımlarının vergisi %1’e yükseltildi. Yüz gram altın alımlarında t+1 gün valörü uygulaması getirildi.
- Bankaların yurtdışındaki finansal kurumlara yapacakları TL işlemler (repo, depo, plasman ve krediler) özvarlıklarının %0.5 ile sınırlandırıldı. Citibank, BNP Paribas, UBS’in TL yükümlülüklerinde temerrüde düşmesi nedeni ile bu bankalar ile TL işlemlere yasak getirildi ve daha sonra gecikme ortadan kalkınca bu yasak kaldırıldı. Sonradan Avrupa’nın en önemli takas kuruluşları olan Euroclear Bank ve Clearstream Banking ile yapılacak işlemler düzenlemeden muaf tutuldu.
Tüm bu düzenlemelerin birincil hedefi TL’nin değerini korumak ve USD/TL kurunu 7.00 çevresinde savunmak üzere olduğu anlaşılıyor. Her ne kadar TCMB bugüne kadar TL’nin kur sepeti karşısında herhangi bir değer hedeflemediğini açıklasa da.
TL’nin değer kaybı riskini hangi değişkenler arttırıyor?
TL’nin değerini kaybetme riskini arttıran altı temel faktör var:
- Küresel piyasalarda TL varlıkların payı ve ağırlığı marjinal önemde. Pandemi nedeni ile portföyler gelişmiş ülke varlıklarına ve altın gibi güvenli limanlara kaymış durumda. Son dört yıldan beri Türk varlıkları “investment” sınıfında değil. Riski seven fon yöneticileri için “investment grade” sınıfında çok fazla ülke ve varlık çeşidi var.
- Yabancı yatırımcılar gerek hisse senedinde gerekse tahvil piyasasında satıcı. Bu da doğal. Türkiye’nin 5 yıllık CDS primi 500 baz puan üzerinde seyrederken, TL varlıkları gerek risk gerekse getiri anlamında cazip değil.
- Türkiye’nin 2018 yılından beri TCMB rezervleri ve kısa vadeli ve kısa vadeye düşen döviz yükümlülükleri tartışma konusu. Bu konu masaya konularak TL hem spotta hem de vadede satılıyor. Bu tartışmaya brüt rezerv ve net rezerv kavramlarının da girmesi tartışmayı alevlendiriyor. Uluslararası literatür bize öncelikli olarak brüt rezervlere bakmamız gerektiğini söylüyor. Bunun başlıca nedeni swap ve zorunlu karşılıklar ile TCMB’nin yurtiçi döviz mevduatlarını müdahale aracı olarak kullanabilmesidir.
- Türkiye’nin dış ticaretindeki gelişmeler Marshall-Lerner koşulunu ispatlıyor. Talebin pandemi nedeni ile neredeyse kesilmesine rağmen, pandemi döneminde ithalat ve ihracat arasındaki makas açıldı. Bu da oldukça doğal. Türkiye’nin ürettiği mal ve hizmetlerin talebi çok büyük ölçüde fiyata karşı çok esnek, ancak ithal ettiği ürünlerin fiyat esnekliği katı. Üstelik Türkiye’nin ihracat kalemleri pandemi döneminde en çok etkilenen ürünler içinde (otomotiv, tekstil, konfeksiyon, demir-çelik ürünleri vb.) yelpazesinde yer alırken, ithal edilen ürünler ekonominin ve gündelik hayatın sürdürülmesi için zorunlu ürünler.
- Pandemi nedeni ile yaratılan ilave para tabanı, TL’yi zayıflatıyor.
- IMF ile bir “stand by agreement” anlaşmasının tamamen seçenek dışı olması da TL üzerinde baskıyı arttırıyor.
Bu arada Katar ile önceden yapılmış olan swap anlaşmasının 5 milyar USD karşılığından 15 milyar USD’a yükseltilmiş olmasının TCMB analitik bilançosu içinde yer alan brüt rezervleri şeklen iyileştirmek dışında bir etkisi bulunmuyor. Nedeni çok basit: TCMB TL verip karşılığında uluslararası rezerv para birimi olarak kabul edilen bir para almıyor. Bu arada varsayalım ki FED ile USD karşılığı TL swap anlaşması yapılmış olsa idi (ki teknik olarak imkansızdır) bu bir swaptan öte, gerçek anlamı ile depo anlaşması olacaktı.
Yukarıda yer alan düzenlemelerin yalnız TL’nin değerini savunmak için yapılmadığının altını çizmem gerekir. Diğer hedeflere kısaca beraber bakalım.
Vergi ve sermaye düzenlemelerinin diğer hedefleri
Türkiye’nin ekonomideki en önemli çıpası, birçok gelişmiş ülkeye göre düşük konsolide kamu bütçe açığı ve borçlanma düzeyidir. Bu hayati çıpa 2001 Ekonomik Krizi sonrasında IMF ile ortak yürütülen program sonucunda oluşturulmuştu. Türkiye’nin 2008 Küresel Ekonomik Krizi’ndeki en önemli dayanağı düşük bütçe açığı ve kamu borçlanma düzeyi idi. 2018 Ekonomik Krizi’nin muazzam bir ödemeler dengesi krizine dönüşmemesi de bu çıpanın varlığı ile gerçekleşmişti.
Pandemi ile bu çıpada aşınma boyutu son derece dikkat çekici hale geldi. Hazine nakit açığı 2020/4 itibari ile 72.6 milyar TL’ye ulaştı. 2019 yılının tamamında 130 milyar TL, 2018 yılının tamamında 70.3 milyar TL açık verildiği düşünülürse, bu eğilim tedirgin edici. Üstelik bu rakamların içinde TCMB’nin ihtiyat akçesi ve değerleme hesabından yazılmış “olağanüstü” gelirler de var. Kimi iktisatçılar TCMB’nin ödediği kurumlar vergisini de Hazine’ye ilave (ve olağandışı bir şekilde)yaratılan gelirler hesabına katıyor ama TCMB bir anonim şirket ve kurumlar vergisi ödemesini çok uzun bir dönemden beri zaten yapıyor.
Bu nakit açığının önünü almak için iki basit yöntem var: İlki gelirleri arttırmak, ikincisi giderleri azaltmak. Gümrük vergilerinin arttırılması, döviz ve altın alımlarında kambiyo vergisinin arttırılmasının, aynı zamanda Hazine’nin gelirlerini arttırmak için planlandığı açık.
Gelelim bankalara getirilmiş olan aktif rasyosuna…
Bu düzenleme orta ve büyük ölçekli bankalara kredi vermeyi ve DİBS almayı zorlayan ve aynı zamanda TL ve özellikle döviz mevduatlarına verilen faizleri düşürmeye yönelik önlemler.
Bu önlemlere oyun teorisi çerçevesinde baktığım zaman ilk hedefin inanılmaz bir yük altında çalışan kamu bankalarının kredi yükünün bir bölümünü özel bankalara devretmesini sağlamak olduğu anlaşılıyor.
İkinci hedefin ise aktif rasyosunu tutturmak için özel bankaların bir bölüm mevduatı (özellikle döviz mevduatlarını) rekabetçi fiyatlamayarak, kamu bankalarına gitmesinin sağlanması olduğunu düşünüyorum. Bu sayede, son dört yıldan beri muazzam bir yük altında çalışan kamu bankalarının kaynak ve plasman dengesinin iyileşmesi düşünülmüş.
Üçüncü hedef ise özel bankaların aktif rasyosu hedefini tutturmak için “sağlam müşterilerde” faiz yarışına girmesi ile, bu faiz yarışının bir çıpa gibi davranarak piyasada kredi faiz oranlarını düşük düzeyde tutulması olduğu anlaşılıyor. Pandeminin başlangıcı ile özel bankaların kredi faizlerini %1-1.25 aralığında arttırma eğilimi kırılarak, kredi faizleri (kurumsal ve hatırlı kurumlar için) neredeyse TCMB politika faizi düzeyine indirilmiş oldu.
Dördüncü hedef ise yabancıların DİBS satışları ve Hazinenin ilave borçlanma yükü ile oluşan kaynak açığının finansmanını özel bankaların karşılamasını sağlıyor.
Aktif rasyosu, kısaca özel bankalara, ekonomi yönetiminin bir parçası olmaya teşvik eden (veya zorlayan) bir yöntemdir.
Gelelim reel sektörün kâr payı dağıtımını düzenlemeye. Bu düzenlemenin esas amacı reel sektörün sermaye yapısını güçlendirmek değil, kâr payı alacak ortakların (birey veya tüzel ortaklar) dövize dönebileceği ve hatta dövize döndükten sonra yurtdışına transfer edeceği kaynağı sınırlamak olduğu anlaşılıyor. Ancak bu düzenlemenin çevresinden dolaşmak kolay: Özellikle yabancı kurumlar için örtülü sermaye ve transfer fiyatlaması sistemi araçları halen masada.
Gümrük vergilerindeki artış, zaten dünyada fokur fokur kaynayan ticaret savaşları kazanında ülkemiz için daha fazla komplikasyon oluşturabilir ve ilgili ülkeler de Türk mal ve hizmetlerine gümrük vergileri veya tarife dışı engeller koyabilir.
Pekâlâ asıl can alıcı soruya gelelim. Bu önlemler hedeflenen başarımı sağlayabilir mi? Eğer yurtdışı piyasalarda bahar havası sürerse, pandeminin yarattığı ortamı bu önlemler ile geçirebiliriz. Ancak yurtdışı piyasalarda ilkbahar, yeniden sonbahara dönerse o zaman bu önlemlerin etkisi sınırlı olur. Özellikle TL’nin yeniden değer kaybetme sürecine girdiğini görebiliriz.
Bu düzenlemelerin tamamının güçlü ancak aynı zamanda yan etkileri kuvvetli ilaçlar olduğunu unutmayalım.
Serbest piyasa ekonomisinden uzaklaştığımız her adımda, çok ihtiyacımız olan yabancı sermayeyi ürküttüğümüz gibi, Türkiye için girişin kolay çıkışın zor olduğu bir ülke görünümü yaratıyoruz. Örneğin TL fonlamayı kısılması ile temerrüde düşen üç büyük yabancı banka aynı zamanda gerek devlet gerek finansal sektör gerekse büyük kurumlar için küresel finansal sistemin en önemli kurumları arasında yer alıyor.
Üstelik bu önlemlerin dozu ve süresi iyi tasarlanmazsa ekonominin işleyişi için yardımcı araçlar halinden çıkma ve ana politika araçlarına dönüşme riski bulunuyor. Bu tür kamu müdahaleleri orta ver uzun vadede kalıcı olursa ekonomik sistemde büyük ölçekli kaynak dağılım ve kullanım sorununa yol açar.
Unutmayalım ki bir ülkede katma değeri arttırmanın yolu üç temel üretim faktörünü geliştirmektir: Bu faktörlerin ilki insan kaynağı, ikincisi üretim teknolojisini, sanayi kapitalini temsil eden sermaye, üçüncüsü de sermaye ve insan kaynağını bir araya getiren organizasyonlar yani kurumlardır.
Türkiye ekonomisinin temel problemi; eğitim düzeyi ve prodüktivitesi düşük insan gücü, yetersiz ve verimsiz organizasyonlar ve düşük teknolojiye sahip üretim kapitali ile 82 milyon vatandaşı (ve göçmenler) için değer yaratmaya çalışmasıdır.
Problemi bu noktadan çözmeye başlamamız gerekiyor.
Yeni yazılardan haberdar olun.