Bir önceki yazımda, (Türkiye’nin 2017’ye Girerken Ekonomi ile Sınavı) Türkiye Ekonomisinin genel olarak analizini yapmıştım. Bu yazıyı da, 2017’de ekonomi anlamında ne beklediğimi belirtmek için kaleme alıyorum.
Konuya döviz sepeti ile başlayalım. Döviz sepetindeki artışı tetikleyecek değişkenlerin başında ABD Merkez Bankasının (FED) mevcut %0.25-0.50 faiz oranlarını arttırma dizisine başlama olasılığı yer alıyor. FED faiz kararı verirken işsizlik verileri, büyüme oranı, enflasyon, konut satışları gibi verilerin eğilimini değerlendiriyor. FED’in önündeki göstergeler; %5 işsizlik oranı (ABD için %5 düzeyindeki işsizlik tam istihdam düzeyi olarak kabul ediliyor.), yıllık %1.5 enflasyon, 2016 Q3’de yıllık %2.9 büyüme oranı gibi temel değişkenlerin ABD gibi dev bir ekonominin yeterince sıcak olduğunu gösteren değerler. FED’in seri bir faiz artışı için elini sınırlayan en önemli neden, faiz artışlarının küresel ekonomiye olan etkisi konusundaki çekinceler olacaktır. Hızlı bir faiz artışı serisi tahvil piyasasında deprem yaratacağı gibi, ABD Ekonomisinin öncü toparlanma göstergelerini etkileyebilir. Diğer taraftan, Dolar Endeksinin hızla değerlenmesi, gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine şok etkisi yaparak, global büyümeyi IMF tahmini olan %3.4’den aşağıya çekebilir. Bu neden ile FED, faiz artışı serisinde dikkat ile davranacaktır. Bu TL için iyi haber olsa da, hükümetin Orta Vadeli Plan’da (OVP) hesaplamalarda öngörmüş olduğu 2017 ortalama 3.17 USD/TL kurunun gerçekleşmesi kolay görünmüyor.
Neyse ki Hillary Clinton seçimi kazanacak gibi görünüyor. Trump’ın seçilmesinin etkilerini TL açısından düşünemiyorum.
TCMB TÜFE Reel kur endeksinde ise Ekim 2016 itibari ile 98.51 gibi makul bir yerdeyiz. Diğer bir deyişle bu veriye göre TL ne fazla değerli, ne fazla değersiz konumda. Kasım ayının başındaki gelişmeler TL’nin değerini daha da düşürmüş konumdadır.
2017 ortalamasının USD/TL 3.25, 31.12.2017 USD/TL kurunu 3.40-3.50 arasında bekliyorum. Parite de 1.07-1.10 bandına oturacaktır. Avrupa Merkez Bankasının (ECB) tapering’e 2017 yılında gideceğini düşünmüyorum. Bu da, ısınan ABD Ekonomisi ile beraber EUR/USD paritesinin gerileme eğilimine devam etmesi anlamına gelir. EUR/USD paritesinin gerilemesinin, Türkiye gibi döviz kazandırıcı gelirleri ağırlıklı olarak EUR’a, dövize bağlı ya da dövize endeksli gelirleri ağırlıklı olarak USD’a bağlı olan bir ülke için; cari açığı arttıracak ikincil etkiye sebep olması anlamına gelir.
Enflasyon 2017 yılı için OVP’da %6.5 olarak öngörülmesine rağmen yukarı doğru hareket eden döviz sepeti, TCMB’nin düşük faiz politikası ile bu hedef tutturulmasının çok zor olduğuna inanıyorum. Enflasyonu dizginleyen en önem faktörler, özel tüketim harcamalarındaki isteksizlik ve %11’lere dayanmış işsizlik oranı olacaktır. Başka bir deyişle, maliyet enflasyonu ve talep yetersizliğinin etkileri birbirini dengeleyecektir.
Türkiye 2002’den beri enflasyon ile mücadelesinde başarılı gibi görünse de, halen enflasyon gelişmekte olan ülkelerin üzerindedir. IMF tahminlerine göre gelişmekte olan ülkelerin 2017 enflasyon tahmininin %4.4 gibi Türkiye’nin beklenen enflasyonunun çok altında olduğunu unutmamak gerekir. Kaldı ki, gelir dağılımın yüksek oranda bozuk olduğu, halkın gıda, barınma ve kira ile ısınma ve temel hizmetlere yönelik harcanmalarının ağırlıkta olduğu bir ülkede, enflasyon sepeti bileşimi ile oynama eğiliminin, enflasyon ile mücadelede ne sağlayacağı belirsizdir.
Kısaca bu enflasyon sepeti kapsamında, enflasyonun (TÜFE) 2017 yılında 7.5-8 aralığında kalacağını düşünüyorum.
Diğer yandan 2016 yılı içinde dikkat ile izlediğim bir değişken de ÜFE ve TÜFE arasındaki farktır (son veri 2016 Eylül ayında açıklandı.). Teoride TÜFE ile ÜFE arasındaki farkın açılması tüketici talebinin canlı, üretici maliyetlerini etkileyen unsurların fiyat artışlarının baskı altında olduğunu gösterir.
Özellikle 2015 Kasım ayından itibaren, aylık zaman serisindeki farkların oluşmasını yeni hükümetin koalisyon olmadan kurulmasının tüketici nezdinde harcama güvenini geri getirmesine, döviz sepetinin 2015’in aksine 2016 yılında Eylül ayına kadar kontrol altında tutulmasına ve emtia ve enerji fiyatlarındaki düşük düzeye bağlamıştım. Aslında zor geçen 2015 yılından sonra 2016 yılı 3. çeyreğine kadar özel sektöre, özellikle sanayi kesimine nefes aldıran temel nedenlerden biri bu idi. Ancak 2016 yılının son çeyreğinde tüketim isteği ve eğilimi düşerken, ÜFE’nin temeli olan sanayi maliyetlerini arttıracak gelişmeler yaşanıyor.
Özellikle bu eğilim bu şekilde devam ederse TÜFE üzerinde baskı oluşur, ÜFE ile arasındaki fark kapanmaya başlar. ÜFE’nin TÜFE’den yüksek olduğu bir döneme girilirse yurtiçine yönelik çalışan sanayi sektörü çok zorlanır. Bu neden ile, ekonomi yönetimi haklı olarak iç talebi canlı tutacak bazı önlemleri sürat ile almaya çalıştı, çalışıyor.
Para politikasında düşük TL faizi ısrarının en temel nedeni, özel kesimin taşıdığı finansman yükünü azaltmak ve yatırım ile tüketim harcamalarını teşvik etmek ve büyümeyi %3’ün üzerinde tutmaktır. Böyle bir politika teorik olarak gelişmiş ekonomilerde bu etkiyi yapabilir. Ancak, GSYH’nın %5’ine yaklaşan cari açığa sahip ve yüksek pozisyon açığı olan bir ekonomide, düşük TL faiz uygulamasında kur sepetinin yukarıya doğru kontrolden çıkma riski mevcuttur. Üstelik Batı Dünyası ile arada soğuk rüzgârlar eserken, yurtiçi tasarruf oranı bu kadar düşükken düşük TL faizin etkisinin olumsuz olabileceğinden şüphe ederim.
Cari açık ve tasarruf oranları bu düzeyde iken ve Türkiye’ye yurtdışından yeni fon girişi zorlaşırken, YP ve TL mevduat oranlarının düşmesi kolay görünmüyor. Genel anlamda gerek TL, gerekse YP kredilerde de faizler katı kalacak. TL kredi faizlerinin en az enflasyonun 3-3.5 üzerinden başlayarak fiyatlanacağını(%11.5-12’den başlayarak) düşünüyorum. Yurtdışı fonlamanın fiyatının Türkiye riskinin artması ve FED etkisinin birleşmesi ile beraber, YP yabancı kaynak ise daha da değerli olacaktır. Özel kredi olanakları dışında YP faizleri %5.5’dan başlayacaktır.
Ağustos 2016 verilerine göre, yıllık cari açık 31 Milyar Dolara ulaşmış durumdadır. Cari açığın GSYH’ya oranı %4’ün altına ineceği tezi doğru çıkmadığı gibi, yıl sonunda bu oran %4.5-5 aralığına gelecek gibi görünüyor.
Dış ticaret tarafında Eylül ayı itibari ile rakamlar karışık seyrediyor. Eylül’de ihracattaki takvim etkisi arındırılmış düşüş %3, ithalattaki artış %1.4 olarak gerçekleşti. Ocak-Eylül arasında dış ticaret dengesindeki açık %14.6 düştü. Rakamlara bakıldığı zaman 2016 yılının ilk 6 ayındaki dış ticaret ve cari açığın daralma eğiliminin sona erdiği, 2016 son çeyrekte her iki kalemde de artışın başlayacağı tahmin edilebilir.
Üstelik turizm tarafında da kötü seyir devam ediyor. Turizm tarafında, 2016 yılını Rus turistleri konuşarak geçirdik. Daha önemlisi, daha çok para harcayan ve Rus turistlerin nerdeyse 3 katı sayıda gelen Avrupa kökenli turistlerdeki düşüş çok daha dikkat çekici olmuştur. Ülkemize gelen toplam turist sayısı, neredeyse her coğrafya için düşmüş, Ocak-Eylül 2016 itibari ile 2015 yılının aynı dönemine göre yaklaşık 9 Milyon turist kaybetmiş konumdayız. Üstelik turist kaybı, Dünyanın her coğrafyası ile ilişkili olması dikkat çekicidir. Daha da çarpıcı olan Ortadoğu Bölgesinden gelen turist sayısı dahi azalırken, Türkiye’ye aynı bölgeden gelen sığınmacı sayısında herhangi bir azalma görülmemektedir.
Turizm tarafında 2017 sezonu için Avrupa kökenli turist için iyimser olmak zor görünüyor.
Sonuç olarak, global talebin düşük olduğu, özel sektörün rekabet gücündeki aşınmanın devam etmesi, EUR/USD paritesinin düşüşün eğilimde olduğu ve enerji ile emtia fiyatlarındaki düşüşün durarak, hafifçe toparlanması ve Gelişmiş Ekonomilerin Türkiye’ye bakışlarındaki siyasi risk faktörünün artması gibi faktörlerin tamamı dış ticaret ve cari dengenin aleyhinedir.
Son olarak 2017 için belirlenmiş, %4.4 büyüme hedefini ele almak gerekirse, bu hedef fazlaca iyimserdir. Yatırım ve tüketim konusunda özel kesimdeki durgunluğa rağmen, kamu harcamalarındaki artışın büyümeyi bu düzeye çekebileceğinden şüpheliyim.
Tüm faktörlerin özel kesime olan etkisi ele alındığında, değer kaybedebilecek TL, iç tüketimi vuracağı gibi, yaklaşık 210 Milyar USD pozisyon açığı taşıyan özel sektör kurumlarını kötü etkileyecek. Üstelik TCMB’nin pozisyon açığı rakamında önemli bir ayrıntı var. Kısa vadede nispeten yükümlülükler ve varlıklar arasında bir denge olmasına karşın, açığın önemli bir bölümü yakını bir yıldan uzun bölümde yer alıyor.
Kısa vadeli pozisyon açığı taşıyan kurumların, kur artışı hem finansal tablolarını vuracak, hem de yazdıkları kur zararları ayrıca nakit akışına olumsuz olarak etki edecek. Bilançosunda oransal anlamda YP kredi stoku taşıyan firmaların kredi teminatı-risk yapısını yönetmesi zorlaşacak
İç talebin canlı olamaması kapasite kullanım oranlarını aşağıya çekecek veya taşınan stokları arttıracak. Sabit giderlerin toplam maliyetler içindeki payı arttıkça firmalar arasında fiyat rekabeti artacak. Bir taraftan maliyet enflasyonu aşağıdan sıkıştırırken, fiyat baskısı da yukarıdan firmaları örs ve çekicin arasına sıkıştıracak. Pozisyon açığını sadece bilançodaki pozisyon yönetimi olarak bakan kurumlarda önemli sorunlar oluşacak. Hoş bunu yazıyorum ama Türkiye’de kaç tane özel sektör firması sadece bilanço tarafında doğru pozisyon yönetimi yapıyor? Bu da ayrı mesele.
Kur sepetindeki artış, sanıldığı gibi ihracatı hemen destekleyemeyecek. Uzun bir süreden beri sanayi kollarındaki ana girdilerin önemli bir kısmı ithalata ve dövize endeksli hale gelmiş olduğu için kur artışı ancak TL cinsinden girdileri değerini EUR veya USD cinsinden azaltacak.
Dayanıklı tüketim malları, yurtiçi turizm, perakende, tüketici elektroniği, makine sanayi ve inşaat gibi sektörlerde talep genel talep düşüşünden de daha fazla düşecek. Butik inşaat projeleri dışında, inşaat sektöründeki arz fazlası kolay eritilemeyecek. Özellikle bitmemiş, devam eden inşaat projeleri finansmanda oldukça zorlanacak.
Enflasyon; döviz sepeti artışının ve finansman giderlerindeki artışın etkisine rağmen, iç talep yetersizliğinin ters etkisinin bileşkesi ile çok fazla yükselemeyecek. “Gerçek” çalışmayan sayısının (işsizlik oranını kastetmiyorum.) artması ile beraber talep sıkıntısı daha da artacak.
Tüm bu faktörler bankaların karşılık ayırmadıkları ancak taşımak zorunda olup yüzdürdükleri kredilerin tutarını ve toplam bankacılık sektörü içindeki payını arttıracak. Bankacılık sektörünün görünürdeki finansal yapısı pek değişmeyecek olsa da, içten içe bozulan kredi portföyünün etkisi olumsuz olacak.
Kamu kesimi, büyümenin düşmesi ile beraber bir seferlik vergi gelirleri dışında yer alan (Vergi Barışının etkisini arındırırsak) olağan vergi gelirlerinde hedeflediği tahsilata ulaşamayacak, diğer yandan ise son derece doğru bir zamanlama ile devreye alınan “Keynesyen” politikalar nedeni ile bütçe disiplini gevşeyecek. Türkiye Ekonomisinde en sağlam kalelerden biri olan bütçe açığının ve kamu borcunun, GSYH’ ya olan oranı; kamu kesiminin ekonomiye geniş çaplı destek vermesine olanak verse de, artan kamu harcamalarının bir bölümü sistemin içinde yer alan entropi nedeni ile amaçlandığı etkiyi yaratamayacağını düşünüyorum.
Kısaca kolay olmayan bir 2017 yılı hepimizi bekliyor.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.