Türkiye’nin oldukça karmaşık gündemi içinde, ekonomik göstergeleri ve eğilimleri incelendiğinde önümüzdeki yılların zor geçeceğini gösteren çok sayıda işaret olduğu görülüyor. Siyasi gündem içinde yer alan başkanlık sistemi tartışmaları, 15 Temmuz darbe girişiminin faillerinin ortaya çıkarılması, Güneydoğu Anadolu Bölgemizde ayrılıkçı terörizme karşı yapılan mücadele, ülke çapında genel terörizme karşı girişilen geniş çaplı uygulamalar ve TSK’nın Suriye ve Irak’taki askeri operasyonları olağandışı bir dönemden geçildiğinin göstergesi sayılabilir. Bu kadar ağır bir gündemin ekonomiyi etkilememesinin olanak dışı olduğu kabul edilebilir.
Türk ekonomisindeki sorunlar, olağan dışı siyasi gelişmelerden öte uzun yılların ihmalini de barındırmaktadır.
Türk Ekonomisini küresel ekonomideki gelişmelerden başlayarak incelemek gerekir.
ABD Merkez Bankasının artık faiz oranlarını art arda arttıracağı bir döneme giriliyor. Clinton seçimi kazanınca, tam istihdama yaklaşmış, enflasyonun kıpırdadığı, gelişmiş bir ekonomi için makul bir büyüme oranı ile büyüyen ABD için faiz oranlarını arttırmamak için neden kalmamış durumdadır. Bu da Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerden fon çıkışı, yerel para birimlerinin değer kaybı ve girdi ve borçlanma maliyetlerinde artış demektir.
Bir başka risk noktası ise, yaklaşık 13 Trilyon ABD Dolarına ulaşmış olan negatif faizli tahvillerin varlığıdır. Dünya’da enflasyon ve faizler; normal düzeylerine yükselme süreci başladığında, bu tahvillerin oluşturacağı zarar ve tahribatın etkisi tahmin edilebilecek durumda değildir.
En büyük ikinci ihracat pazarımız olan İngiltere Brexit şoku ile uğraşırken, AB Ekonomisi (İngiltere hariç) türlü sorunların etkisi altındadır. Almanya, Hollanda, Kuzey Avrupa Ülkeleri dışında kalan Avrupa Ülkeleri yüksek kamu borçları, durağan bir ekonomi ve sorunlu bir bankacılık sektörü ile boğuşmaktadır.
EUR /USD paritesindeki değişim de Türkiye’nin aleyhine gelişmiştir. Nisan 2014’de EUR/USD 1.38 düzeyindeyken, bugün 1.09 düzeyi konuşulur durumdadır. Özel sektörün TL’ye endeksli maliyetleri dışındaki maliyetlerinin ağırlıklı olarak ABD Dolarına, döviz kazandırıcı faaliyetlerinin de ağırlıklı olarak EUR’a endeksli olması ortaya önemli bir maliyet ve fiyat açmazı yaratmıştır. ABD’nin faiz oranlarını arttıracağı, AB’nin genişlemeci para politikalarına devam edeceği düşünülürse EUR/USD paritesinin Türkiye’nin daha da aleyhine olacak şekilde hareket etme olasılığı bulunmaktadır.
Türkiye’nin önemli pazarlarından Rusya pazarı ekonomik olarak enerji ve emtia fiyatlarına ve jeopolitik gelişmelere (Kırım, Ukrayna, Suriye gibi) duyarlıyken, bir diğer klasik pazar kimliğinde olan Ortadoğu pazarı da giderek daha riskli ve sorunlu bir yapıya dönüşmektedir. Sykes ve Picot’un Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasından kesip oluşturduğu yapay devletler, kırılıp bölünürken; Türkiye, kendisi için önemli bir pazara sahip ve coğrafyanın en güçlü devletlerinden biri olan İran ile siyasi bir rekabet halindedir.
Türkiye’de para politikası anlamında oluşabilecek yangına önlem almak yerine, riski daha da arttıracak adımlar atılmaktadır. TCMB, sadeleşme görünümü (daha önce neden daha komplike bir yöntem seçildiği de anlaşılabilir değildir.) altında faiz oranlarını düşürerek, TL’nin maliyetini azaltarak, özel sektör oyuncularının finansman giderlerini düşürerek, enflasyonu kontrol altına almayı hedeflemektedir. TCMB’nın piyasayı fonladığı rakam yaklaşık olarak 100 Milyar TL düzeyinde olup, yaklaşık 2.5 Trilyon TL büyüklüğündeki bankacılık bilançosunun sadece %4’üne denk gelmektedir. Faiz oranlarını düşürerek yarattığı etki ise gerçekte (31.12.2015’de fonlama faizi ağırlıklı olarak %8.81, 28.10.2016’da %7.80) sadece %1 düzeyinde gerçekleşmiştir.
Ancak bu kadarlık düşüş bile, TL’nin savunulmasını zorlaştırmaktadır. Asıl önemli risk ise TCMB’nın kur sepetini elinden kaçırması halinde, TL faizlerin de beraber yukarıya gidebileceği gerçeğidir. Petrol ve enerji fiyatları artma eğiliminde olması, bu faktörün enflasyon ve cari açığı yukarı çekmesi, 15 Temmuz darbe girişimi ve Irak ile Suriye’deki askeri operasyonların Türkiye hakkında risk algısını yükseltmesi, ve ayrıca ABD Merkez Bankasının faiz oranlarını arttırma eşiğinde olması, yurtiçi tasarruf oranlarının %14 gibi düşük bir oranda seyretmesi (Gelişmekte olan ülkelerin ortalaması %31’dir.) gibi faktörler, faiz oranlarını düşürme ısrarı ile çelişmektedir.
Üstelik bu politikanın piyasada nasıl bir etki yarattığı da ayrı bir meseledir. Bir yıllık TR Libor faizleri sene başında %11.70 iken, 27 Ekim 2016’da %9.90 düzeyinde gerçekleşmesine rağmen, özellikle yabancı para kaynak maliyetlerinde önemli artışın söz konusu olduğu gözden kaçmamalıdır.
USD Libor 1 yıllık faizi %1.58 iken, YP mevduatlara verilen faiz oranlarının %3-3.5’lara gelmiş olması, 1 yıllık YP kredi maliyetlerinin ise %5-8 aralığına kadar yükselmiş olması sorunun başka bir yönünü göstermektedir. Daha iki yıl önce, kurumsal firmaların 1 yıl vadeli döviz kredilerini %2 ile kullandığı göz önüne alınırsa, faiz düşürme idealinin nasıl içi boş bir kavram olduğu ortaya çıkıyor.
Ancak faiz düşürme sevdası, kur sepetinin değerini patlatırsa, finansman giderlerinin sadece faiz olmadığı gerçeği acı bir şekilde ortaya çıkacaktır. USD ve EUR sepetine karşı değer kaybeden TL, iç tüketimi vuracağı gibi, yaklaşık 200 Milyar USD pozisyon açığı taşıyan özel sektörü de çok kötü etkileyecektir.
Enflasyonda düşüşün nerdeyse sonuna geldik. Döviz sepetindeki artışın, enflasyonu arttırmamasının tek nedeni iç talepteki yetersizlikten kaynaklanmaktadır.
Ekonomide göze çapan başka bir faktör de kredi büyümesindeki kötü eğilimdir. Yılbaşından, Ekim 2016 sonuna kadar toplam krediler %9 büyüdüğü görülüyor. Türkiye’de kredi büyümesini TL kredilerin faiz etkisinin anapara üzerine eklenmesi ve YP kredilerdeki kur artış faktörünü beraber değerlendirerek analiz edildiğinde, yılbaşından beri %9 oranındaki kredi artışının aslında, reel olarak kredi artışı anlamına gelmediği rahatlıkla söylenebilir. Ülkemizde özel sektör banka kredilerini sermayeleştirmede mahirdir. 2016 yılı içinde, ortalama TL kredi faizlerinin %12-16 düzeyinde gerçekleşmiş olduğu düşünülürse, TL kredilerdeki %7 yılbaşından beri artış aslında kredi büyümesi olmadığına işaret etmektedir. Kredi artışının gerçek anlamda olmadığı bir ekonomide büyümeden söz edilemez.
Türkiye’de konuşulmayan başka bir mesele de, bankacılık sektörü içinde giderek güçlenen bir hastalıktır: Karşılık ayırılmamış ama fiilen batmış olan krediler. Bankacılık sektöründeki brüt takipteki alacaklar kaleminin altında izlenen sorunlu kredilerin toplam kredilere olan oranı %3.4 gibi iyi bir orandadır. Bu oran gerçeği yansıtmamaktadır. Bu rakamlar içinde varlık satışı ile bilançodan çıkarılan krediler, canlı gösterilen ama batmış ancak defalarca yapılandırılarak devam ettirilen krediler ile, 15 Temmuz sonrası TMSF’ye devredilen şirketlere ait krediler yer almamaktadır. Bankacılık sektöründe kanser gibi büyüyen kağıt üzerinde canlı ama aslında donuk kredilerin hikayesine önceki yazılarımda değinmiştim.
Diğer temel bir mesele ise, özel sektörün ürettiği katma değerin düşük olması gerçeğidir. Türkiye’nin ürettiği mal ve hizmetler genelde yurtiçinde son tüketicinin temel ihtiyaçlarını karşılayan, yurtdışına ya ara mal sağlayıcısı ya da fason üretimle son ürün satar bir yapıdadır. Özel sektörün en büyük kurumlarını teşkil eden, Fortune ilk 500 içinde yer alan ilk 50 kuruma bakıldığı zaman faaliyet alanlarının enerji ve petrokimya, beyaz eşya, otomotiv sanayi, telekom, demir çelik ile perakende ve distribütörlük faaliyetlerine dayandığı görülmektedir. Bu faaliyet alanlarının tamamı ekonomik anlamda fazlaca klasikleşmiş sanayi dallarına dayanmaktadır. Telekom tarafını göz ardı edersek, bu sanayilerin çoğu 19. yy. sonunda, 20. yy. başında doğmuş (petrokimya daha da eski), hammaddenin ve üretimin asıl yüksek katma değerli bölümünün yurtdışından temin edildiği üretim biçimlerine dayanıyor. Daha da önemli nokta ise, bu sektörlerde yaratılan katma değerin önemli bir bölümünün tamamının yüksek teknoloji ile üretilen ithal makine ve üretim hatlarına dayanmasıdır.
Yani diğer bir deyişle, üretim faktörleri içinde yer alan temel girdilerin önemli bir kısmı ülkemizde üretilmeyen, yüksek teknoloji ve karlılık ile üretilen girdilere sahip konumda olduğu anlaşılıyor. Fortune 500’ün alt sıralarına inildikçe bu tablo daha da belirginleşmektedir.
Üstelik Ford gibi, Tofaş gibi yabancı lisanslar ile üretim yapan kurumları da dikkate aldığımızda tablo daha da vahimdir.
2015 verilerine göre Fortune 500 içinde yer alan firmaların ilk 50’si içindeki firmaların satışları 2.92 Milyar TL ile 37.1 Milyar TL ((900 Milyon Dolar ile 12 Milyar Dolar) arasında yer almıştır. Bu rakamlar, özel sektör firmalarının en büyüklerinin bile küresel ölçekten uzak olduğunu göstermektedir. Aynı sektörlerde yer alan ve global ölçekte yer alan Midea Tata, Shougang ya da JBS gibi küresel ölçekte kurumlar oluşturulamamıştır.
Bilişim ve donanım anlamındaki fırsatlar da 1990’lı yılların başından itibaren kaçmış konumdadır. Örnek vermek gerekirse, üretim faktörleri içinde yüksek ithal girdiler olmasına rağmen Arçelik/Beko ve Vestel 1990’lı yılların ikinci yarısında ve 2000’li yılların hemen başında Dünya’nın ve Avrupa’nın önemli TV üreticileri içinde yer alıyordu. LCD/LED teknolojine geçiş ile G.Kore’li markalar 12 yılda müthiş bir atılım yaparken, Türkiye TV sektöründe payını rakiplerine kaptırdı. G.Koreli rakiplerimiz TV’deki başarılarını daha güncel teknolojilere de taşıdılar. Samsung ve LG’nin başarıları bir iş kolundaki başarı, know-how ve kaynakları hızla yeni sektörlere taşıyabilme ve becerileridir. Bırakalım Samsung ya da LG’yi, Türkiye, donanım sektöründen Huawei ya da Foxconn gibi sürüm ve ölçekten kazanan firmalar dahi yaratamadı. Samsung ve LG dünya pazarlarına ve tüketici eğilimlerine yönelik strateji geliştirirken, kaynaklarının önemli bir bölümünü de bu stratejiye uygun tahsis etmiştir. Türk özel sektörünün tercihi ise, Dünya’da orta büyüklüğe sahip kendi iç pazarında oligopoller yaratarak karı maksimize etmek olmuştur. Yurtiçi piyasada dağıtım hakkı, satış ve işletme imtiyazı alarak iş yapmak, küresel bir oyuncu olma hedefine yönelmekten daha kestirme ve daha karlıdır. Çok doğaldır ki, sanayi firmaları 2000’li yıllarda ana faaliyet alanlarını küresel bir oyuncu olmak üzere geliştirmek yerine, inşaat, enerji üretimi ve dağıtımı, AVM işletmeciliği gibi imtiyaz ve rant temelli işlere soyunmuştur.
Küresel rekabet için kurumların hazırlıklı olmamasının suçunu atalet içinde olan özel sektör kurumlarına tek başına yüklemek haksızlık olur. 1990-2016 arasındaki tüm siyasi iktidarlar bilimsel bir eğitim sistemi kurmaya, kamu kaynaklarının verimli kullanılmasına, hukuk sisteminin tarafsızlığına ve demokratik sistemin korunmasına özen göstermedikleri gibi, popülizm odaklı kısa vadeli uygulamalar ile ülkeyi yönetmişlerdir. Sonuç olarak 2016 yılında Dünya Rekabetçilik Endeksinde 140 ülke içinde 51. sıraya kadar düşmemiz şaşırtıcı değildir. İç pazar büyüklüğünde 14. sırada olmamız, bu endekste daha düşük bir sırada yer almamızı engellemiştir. Keza innovasyonda 60., işgücü pazarının verimliliğinde 127., sağlık ve temel eğitimde 73., kurumlaşmada 75. sırada yer alan Türkiye’nin, kısa ve orta vadede ekonomik anlamda başarılı olması için destekleyen tek bir faktör göze çarpmamaktadır.
Türkiye’nin temel sorunlarından biri olan işgücü verimliliğindeki düşüş dikkat çekicidir. Bunun da başlıca nedeni nüfusun eğitim düzeyi, fikir üretimi, teknik bilgi ve beceri anlamında ileri gitmesi gerekirken, geriye dönüş eğilimidir. Eğitim düzeyindeki ortalama düzeyimiz PISA (Programme for International Student Assessment) Test sonuçlarında açıkça yer almaktadır. Kıyaslama yapmak gerekirse ekonomik anlamda G.Kore’nin başarısının önemli bir dayanağı, bu ülkedeki başarılı eğitim programına dayanırken (Dünya’da şehir nüfusu başına düşen doktora derecesinin en yüksek olduğu şehir Seul’dür), Türkiye eğitim stratejisini halen oturtamamıştır. Çağdaş bilim ve düşüncenin yaygın olarak öğretilmediği eğitim sisteminden hangi nitelikte bir işgücü çıkarılacağı da şüphelidir. Ülkemize göçmüş olup, sayısı milyonlarla ölçülen Ortadoğu kökenli insan toplulukları çok ucuz işgücü arz ederek, işsizliğin artmasına ve emek piyasasının esnekleşmesine neden olmuş (oluşan sosyal sorunları dışarıda bırakarak) olması da başka sorunları tetiklemiştir.
Nitelikli bir işgücü eksiğinin yanı sıra, doğrudan sermaye akışının yeterli olmadığı bir görünümde uzun bir dönemden beri özel sektör yatırımları durmuş hatta bazı dönemler için yıpranma payı etkisi ile negatif değerler almıştır. Nitelikli işgücü ve kaliteli sermaye olmadıktan sonra, Türkiye ürettiği katma değeri nasıl ileriye götürecektir?
Başka bir sorun ise, kamu kurumlarının halen ekonomi içindeki etki ve payının yüksek olması ve ahbap çavuş kapitalizmin (crony capitalizm) devam ediyor olmasıdır. Bu sorunun kökeni sanıldığından daha da derine dayanmaktadır. 1950’li yıllardan beri Türkiye Ekonomisinin temel sorunlarından biri olan bu mesele, artık kanıksanmış ve kabullenilmiştir. Vergi gelirlerinin doğru kullanılamaması ve kaynak dağılımının kötüleşmesi ve katma değer üretimi yerine rant ve imtiyaz ağırlıklı gelire odaklanılması bu hastalığın bir sonucudur. Ancak 2016 yılı itibari ile kamu harcamalarının ekonomiyi canlandırmak için kullanıldığı ve savunma giderlerinin arttığı bir dönemde, bu hastalığın ortadan kaldırılması artık çok kritik bir konumdadır.
Bir diğer unsur da ülkemizdeki kurumların çalışma şeklidir. Kurumlarımız kâğıt üzerinde tüzel kişilik ancak, istisnalar hariç gelişmiş ekonomilerdeki kurumlar ile kurumsallaşma ve çağdaş yönetim anlamında fark açılmaktadır. Fonksiyonel anlamda bile organizasyonlarımızı tam anlamı ile yönetemezken, gelişmiş ülkelerdeki kurumlar çok çeşitli fonksiyon ve pozisyonlardan çalışan ve yöneticileri çekerek, deneyim, bilgi, eğitim ve hayata bakışlarından sentez yaratma becerisine ulaşmış durumdadır. Türk firmalarının kurumsallaşamaması sadece Türk sermayeli kurumlara özgü değildir. Ülkemizde iş yapan bazı yabancı kökenli firmaların da, yönetim biçimleri ve şirket kültürlerinin Türk firmalarına giderek benzeştiği görülmektedir.
Başka bir unsur da vergi düzenindeki sorunlardır. Türkiye’de vergilendirme sistemi ağırlıklı olarak dolaylı vergilere dayanmaktadır. Kayıt dışı ekonomi ile mücadelede gelinen nokta, son yılların en büyük ekonomik başarılardan biri olmasına rağmen, hali hazırda toplam ekonomi içindeki büyüklüğü halen önemli bir sorundur. Bu sorun, gelir dağılımı üzerinde baskı yarattığı gibi, vergi yönetimini yasal ve doğru yapan kurumlar üzerinde rekabet dezavantajı yaratmaktadır.
Sermaye piyasaları ise Türkiye’de ayrı bir hikâyedir. Halka açılmış olan belli başlı firmalar ve bu işi doğru ve dürüst yapan kurumlar dışında, güya UFRS standartlarında raporlama yapılan firmalarda çeşitli ayarlamalar gözlenebilir: Grup şirketleri arasında transfer fiyatlamaları ile aktarılan kar ve fonlar, değerleri yüksek gösterilen varlıklar, ortak ve yöneticilere ödenen yüksek huzur hakkı ve maaşlar gibi unsurlar.
Daha yakın tarihe kadar, bağımsız denetimden ve SPK’nın ayrıntılı denetiminden geçmiş bazı kurumların halka açıldıktan kısa bir süre sonra sorunlu hale geldiği örnekler halen canlı bir şekilde hatırlanmaktadır.
Sermaye piyasası yeterince güçlü olmayan bir ülkenin ekonomisi de rekabetçi olamaz. BDDK, KGK, SPK gibi kurumlar ile ve Maliye Bakanlığının hep beraber oyunun kurallarını doğru ve çağdaş bir şekilde yazıp, yasama erkinin bu kuralları yasalaştırması ileriye doğru atılmış çok önemli adım olacaktır.
Türkiye, GSYH’nın %4.5-5’i kadar bir cari açık, artık %7.5-8 düzeyinde katılaşan enflasyon ve %11 düzeyinde yüksek bir işsizlik ve yaklaşık %3-3.5 büyüme oranı gibi iyi olmayan göstergeler ile 2017’ye giriyor.
Türkiye Ekonomisinin hali 1990’lı yıllarda sık sık kalp krizi geçiren ve anjiyo olmak durumunda kalan hastaya benzemekte idi. 2017 yılına girerken Türkiye Ekonomisi, kamu kesimindeki bütçe dengesi ve kamu borçluluğu ile serbest kur rejiminin avantajlarına rağmen, yapısal sorunlarını tedavi edememiş kronik hastalıkları kötüleşir bir görünümdedir.
Burak Köylüoğlu
Yeni yazılardan haberdar olun.