Büyük Savaş, 11 Kasım 1918 tarihinde Almanya’nın Compiegne’de bir tren vagonunda imza etmek zorunda olduğu ateşkes antlaşması ile bitmişti.
Almanya’nın müttefiklerinin tamamı, daha evvel kendilerine dikte ettirilen ateşkes antlaşmalarını imzalamıştı. Bu ateşkes antlaşmaları sadece silahların bırakılması anlamına gelmiyordu, Merkezi Devletlerin ileride önlerine konulacak barış antlaşmalarına karşı direnmelerini de olanaksız kılıyordu. Örneğin Almanya’nın imza ettiği ateşkes antlaşması; derhal 5000 adet topçu silahının, 25000 adet makineli tüfeğin, 3000 adet siper havanının, 1700 adet savaş uçağının, 5000 adet lokomotifin, 150000 adet tren vagonunun, 5000 adet kamyonun derhal teslim edilmesini; Alman ordularının Ren Nehri’nin doğusuna çekilmesini, Ren Nehri üzerinde üç adet köprü başının Müttefik askerlerince işgalini, Alman donanmasının tüm büyük savaş gemilerinin Müttefik limanlarında enterne edilmesi gibi şartlar taşıyordu.
Bu silahların teslimi Alman ordularının zaten zayıf olan direnme olanağını kaldırdığı gibi, Ren Bölgesi’nin işgali Almanya’nın en büyük sanayi bölgesi olan Ruhr Vadisi’nin de savunulma olanağını da ortadan kaldırıyordu.
Ayrıca Almanya üzerindeki deniz ablukası barış antlaşması imza edilene kadar devam edecekti.
Artık Almanya düşmanlarının uygun göreceği bir barış antlaşması imzalamak zorunda kalacaktı.
Nitekim Fransa, İtalya, İngiltere ve ABD’den oluşan muzaffer dörtlünün temsilcileri tüm dünya düzenini yeniden müzakere etmek üzere Paris’e gelecekti. Mağluplar müzakerelere davet edilmemişti.
Paris Barış Konferansı (aslında konferansları demek gerekir) tam 145 defa toplanmıştı. Konferanslar oldukça hararetli geçecekti. Fransa’nın pozisyonu, Almanya’nın parçalanmasını dahi öne sürecek kadar şahin idi. Fransa’nın temsilcisi Fransız Başbakanı Georges Clemenceau 1871 ve 1914’te Almanların Fransa’yı işgal ettiğini görmüş, deneyimli bir politikacı idi.
Clemenceau; Fransız Cumhurbaşkanı Poincare, Müttefik orduları başkomutanı Mareşal Ferdinand Foch ve Parlamento temsilcilerini barış görüşmelerine dahil etmeksizin ilerleyecekti. Poincare ve Foch, Ren Bölgesi’nin Almanya’dan kopartılmasını savunurken; Clemenceau İngiliz Başbakanı Lloyd George ve ABD Başkanı Wilson’ın Fransa’nın Ren Bölgesi’ni ilhak etmesini izin vermeyeceğinin farkındaydı. Yine de Fransız Başbakanı barış görüşmelerinde en sert duruşa sahip politikacı olacaktı.
Britanya İmparatorluğu; Fransızların yeniden Avrupa’nın tek egemen gücü olmasını istememekle beraber, Almanya’nın Fransa başta olmak üzere Avrupa için bir daha tehdit olmamasında kararlı idi. Ancak İngiltere savaş öncesi en büyük uluslararası ticaretini yaptığı Almanya’nın ekonomik olarak çökmesini de arzu etmiyordu. Diğer yandan, İngiltere’nin kırmızı çizgisi Almanya’nın donanmasının tasfiye edilmesi idi. Fransız Başbakanı Clemenceau akıllıca bir yaklaşım ile kendi taleplerini kabul ettirmek için İngilizlerin Alman donanması konusundaki hassasiyetini görmezden gelerek, bu hususu pazarlık konusu etmişti.
İngiliz Başbakanı Almanya konusunda arayı bulan bir çizgi tuttursa da, İngiltere’nin savaş sırasındaki muazzam ekonomik ve insani kayıplarını telafi etmek için Orta Doğu’da Osmanlı İmparatorluğu’nun en ağır koşullarla parçalanmasını istiyordu. Lloyd George Orta Doğu’yu yenilenmiş olan Sykes-Picot Antlaşması ile Fransızlar ile bölüşmekle kalmamış, kendi hükümdarlığına kalan bölgelerden Filistin’de de Musevi yerleşiminin arttırılmasına izin vermişti. Savaş sonrası Filistin’deki İngiliz politikası 1917 Balfour Deklarasyonu’nun devamı niteliğinde idi. Lloyd George’un dikkatini çevirdiği diğer bölge ise Anadolu ve Trakya idi. İlgiliz Başbakanı Yunanistan’a ölçüsüz bir şekilde Doğu Trakya ve Batı Anadolu’yu ikram ederek, Yunanlılara sindiremeyeceği bir ziyafet sunmuştu. Fransızların Türkiye üzerindeki talepleri, Suriye ve Lübnan’daki kendi paylarını aldıktan sonra, nispeten önemsiz sayılabilirdi. Fransızlar Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldıkları payı bir savaş tazminatı gibi görüyorlar ve esas hedeflerinin Almanya’nın zayıflatılması olduğunu unutmuyorlardı.
İtalyanlar ise parçalanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kapacağı Güney Tirol ve Trentino bölgeleri ile yetinmiyor, Dalmaçya kıyılarından da kendisine pay istiyordu. İngiliz ve Fransızların Sırbistan liderliğinde kurulmasını desteklediği Yugoslavya fikrinden de epey rahatsızlardı. İtalyanlar savaşın başında tarafsız olmakla akıllı davranmışlar ama 1915’ten sonra savaşa girmek ile hata yapmışlardı. İtalyanların savaşta kaybettikleri yüzbinlerce asker ve İtalya’yı müflis hale getiren bütçe açığı ve devasa kamu borcu karşılığında aldıkları sınırlıydı.
İtalyan Başbakanı Vittorio Emanuele Orlando Paris’te taleplerine karşılık bulamazken, özellikle Ekim 1917’de Caporetto’da uğradıkları korkunç yenilginin imalı bir şekilde yüzüne vurulmasından oldukça rahatsızdı. Gerçi Fransız-İngiliz yardımları olmasa muhtemelen İtalya 1917 sonunda çökecekti. Orlando Paris’te garip bir şekilde şunu farketmişti: Eğer İtalya savaşa girmemiş olsa dahi zaten savaşı kaybedecek olan Avusturya-Macaristan dağılacak ve Trentino ve Güney Tirol zaten eninde sonunda İtalya’ya kalacaktı. İtalyanlar savaş bittikten sonra savaşa boşu boşuna girdiklerinin farkına varmıştı. Üstelik Müttefikler İtalya’nın büyük bir kararlılıkla talep ettiği Dalmaçya’da bir liman şehri olan Fiume’nin (bugün Rijeka) İtalya’ya verilmesine de karşı idi.
İngiliz-Fransız koalisyonu ne Afrika’da, ne Dalmaçya’da, ne Orta Doğu’da İtalyanlara ilave bir ödün vermişti. Olan İsonzo ve Alp Dağları’nda ölen genç İtalyan askerlerine olmuştu.
Başbakan Orlando rest çekerek 24 Nisan 1919 tarihinde, Paris’ten ayrılacaktı. Fransız Başbakanı Georges Clemenceau’nun İtalyan Başbakanı hakkında tanımı sert ve kırıcı idi: “Ağlayan adam”
İtalyanlar, savaşın mağlupları gibi Fransız-İngiliz metinlerini imza etmek zorunda kaldıktan sonra, yeni bir politik akım İtalya’da yükselişe geçecekti: Benito Mussolini liderliğinde Faşist Partisi…
Amerikalılar ise Fransa ve İngiltere’ye savaş sırasında açtığı devasa kredilerin nasıl ödeneceğini düşünürken, idealist bir yaklaşım ile milletlere ve konuşulan dillere göre şekillenecek bir Avrupa’da yeni devletlerin nasıl oluşacağına dair Wilson Prensipleri’nde ısrarcı idi. Amerikalılar kendi düşünce sistemlerine uyan hür ve liberal bir dünyanın düşünü kuruyordu ama askeri anlamda savaşın yükünü taşımış olan Fransız ve İngilizler bu ideallere katılmıyordu. Bir kere Fransızlar kendi güvenliklerini sağlamak için Almanya’yı kuşatmak istiyor, bunun için Polonya, Çekoslovakya gibi Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya’dan kopan topraklar üzerinde yeni kurulacak devletlere güveniyordu. Bu devletler kuruldukları zaman, Almanca konuşan nüfusun büyük çoğunluk oluşturduğu bölgeleri de kendi topraklarına katacaktı: Mesela Südet Bölgesi, Posen, Doğu Pomeranya gibi… Veya İngilizlerin Türk çoğunluğun olduğu Musul-Kerkük bölgesini Haşimi Irak Krallığı’na dahil etmesi, veya Macar çoğunluğun olduğu Transilvanya’nın Romenlere verilmesi, veya İngiliz planına göre Trakya ve Ege’nin Yunanlılara verilmesi gibi.
Amerikan Başkanı Wilson’ın prensipleri Fransız-İngiliz koalisyonu tarafından uygulanmayacaktı. Hatta Fransız Başbakanı Clemenceau Başkan Wilson’ın 14 prensibini şöyle dalgaya alacaktı: ”Ben Tanrı’nın on emri (Hz. Musa’ya indirilmiş olan On Emri kastederek) olduğunu biliyordum.”
Dünyanın en büyük iki sömürge (veya onların bakışına göre kolonilerden oluşan imparatorluklar) imparatorluklarına sahip Fransa ve İngiltere’nin Wilson Prensipleri’ni benimseyecek bir pozisyonu yoktu.
Aşağıda Paris Konferansı’nı yöneten dört lider yer alıyor. Soldan sağa İtalya Başbakanı Orlando, sağında kendisi ile konuşan İngiliz Başbakanı Lloyd George, kameraya doğrudan bakan Fransız Başbakanı Clemenceau ve en sağda Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’ı görüyorsunuz.
Muzafferlerin görüşmeleri epey sert geçecekti. Paris Barış Konferansı’na büyük güçlere yaltaklanmak ve onları ikna etmek için her türlü tip de Paris’e gelmişti: Çinliler, Kürt aşiret temsilcileri, Arap İsyanı’nı çıkaran Haşimiler ve diğer Arap kabile temsilcileri, Museviler, Ermeniler, Polonyalılar, Ukraynalılar, Çekler, vs. Bunlar, parçalanan Rus, Osmanlı, Avusturya-Macaristan imparatorluklarından ve dizlerinin üzerine çökmüş Almanya’dan pay isteyen ve kendilerini göstermeye çalışan profiller idi. Paris değişik değişik tiplerin bir millet ve devlet yaratmak için geldiği veya mağluplardan bir lokma koparmak için mücadele ettiği bir çekim merkezi olmuştu.
“Dört Büyük” devlet, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderleri açısından hem fikir idi. Bu imparatorluklar parçalanmalı ve bu imparatorlukların esas merkez milletleri olan Avusturyalılar, Macarlar ve Türkler küçük ve budanmış devletlere sıkıştırılmalı, bunların evvelden yönetmiş olduğu milletlere devletlerini kuracak topraklar verilmeliydi. Ayrıca Avusturya-Macaristan’a karşı savaşan Sırbistan’a ve Romanya’ya ölçüsüz miktarda toprak verilecek, savaşa sonradan katılan ve Selanik’te üstlenmiş Müttefik ordusuna ev sahipliği yapmış Yunanistan’a da Ege ve Doğu Trakya ödül olarak verilecekti.
Dikkat edilirse Müttefikler en ağır şartları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’na dayatmışlardı.
Ateşkesten beş ay sonra 1919 Nisan ayında artık müzakereler öyle ya da böyle olgunlaşmıştı. 29 Nisan 1919 tarihinde Alman heyeti Paris’e davet edildi. Alman heyetlerinin bu yolculukları Fransızlar tarafından özel bir organizasyon ile daha da utanç verici hale getiriliyordu. Almanya’dan kalkan tren, Fransız sınırından sonra yavaşlatılıyor, trenin yolculuğu Almanların savaşta yıktığı Kuzey Fransa’da özellikle uzatılıyordu. Alman heyeti dört yıllık savaşın ve Alman geri çekilişinin imha etmiş olduğu Kuzey Fransa’nın hali, adeta bir sinema filmi gibi izletilerek Paris’e getiriliyordu.
Almanya’da savaşın son günlerinde İmparator II. Wilhelm tahttan ayrılmıştı. Almanya’yı saran devrim dalgası ülkede muhafazakâr bir sağ hükümet liderliğinde cumhuriyetin kurulması ile sonuçlanmıştı. Ancak iktidara meydan okuyan komünistler ve sosyalistler Almanya’nın çeşitli bölgelerinde kendi egemenliklerini kurmuştu. Savaş bitmiş ancak iç savaş başlamıştı. Alman ordusu içinde aşırı sağcı ve milliyetçi fraksiyonlar sürat ile kendi komutalarında birlikler oluşturarak; komünistler ve sosyalistler ile çatışmaya başlamıştı. Freikorps isimli bu birlikler asayişi sağlamak görüntüsü altında kendi egemen oldukları bölgeleri genişletmek ve iktidarı kendileri ile iş birliğine zorlamayı amaçlıyordu. Daha da kötüsü Alman Polonyası ve Rus Polonyası içindeki Polonyalılar ayaklanmış, Alman Polonyası içindeki Posen (bugünkü Poznan) bölgesi, yeni Polonya hükümetinin kontrolüne geçmişti. Bu bölge aslında Alman çoğunluğun bulunduğu bir bölge olmasına rağmen Fransızlar Posen’ın Polonyalılara bırakılması için ısrarcı olmuştu.
Daha da kötüsü 1914 yılından beri devam eden Müttefik deniz ablukası ve savaş sırasında Ludendorff ve Hindenburg’un patlayıcı üretim çıktısını arttırmak için suni gübre üretimindeki hammaddeleri savaş endüstrisine kaydırmış olmaları Alman halkını açlığa götürmüştü. Deniz ablukası Almanları, Müttefiklerin arzu ettiği şartları içeren barış antlaşmasını imzaya zorlamak için devam ettiriliyordu. Sıradan bir Alman vatandaşının günlük aldığı kalori miktarı ortalama 1500 kaloriye kadar düşmüştü. Savaş sırasında yaklaşık 790,000 Alman sivilin açlıktan öldüğü açıklanmıştı ama bu korkutucu rakamın üzerine yaklaşık 100,000 kayıp daha ateşkesten barış antlaşmasına kadar olan süre içinde eklenmişti.
Alman heyeti bu şartlarda Paris’e gelmişti. Önlerine konulan metni görünce heyet dehşete kapıldı. Ancak Almanların başka bir şansı yoktu. Versay Sarayı’nın meşhur Aynalı Salonu’na hizmetçiler kapısından alınan Alman heyeti 28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması’nı imzaladı.
Almanya; Alsace-Lorraine bölgesini Fransa’ya, Yukarı Silezya, Posen (Batı Prusya) ve Doğu Pomeranya’yı Polonya’ya, Eupen-Malmedy bölgesini Belçika’ya bırakıyordu. Almanya’nın en büyük kömür cevherinin olduğu Saarland, Cemiyet-i Akvam (League of Nations) tarafından işletilecek ve çıkarılan kömür, Fransa’nın savaşta tahrip olan kömür madenlerinin tazminatı olarak tahsis olacaktı.
Meşhur Alman-Prusya genelkurmay sistemi tasfiye olacak, Almanya 100,000 kişilik ağır silahları ve savaş uçakları olmayan küçük bir orduya ile sadece kıyı koruma olanağı sağlayacak, az sayıda hafif tonajlı savaş gemilerinden oluşan bir donanmaya razı olacaktı. Almanya Avusturya ile birleşemeyecek, Almanca konuşan çoğunluğun yaşadığı topraklara Polonyalılar gibi çöken Çekoslovakya’yı da tanımak zorunda kalacaktı.
Polonya ayrıca Alman Doğu Prusyası’ndan bazı küçük bölgeleri almaya hak kazanıyordu. Yeni kurulan Polonya’ya denize çıkış için liman ve toprak da verilmişti: Alman Doğu Pomeranyası ve Danzig (bugünkü Gdansk) Şehri. Böylece Doğu Prusya ile Almanya’nın kalanı arasındaki kara bağlantısı da koparılmıştı. Yüzyıllar boyunca Alman toprağı olan, Doğu Prusya’nın en doğusundaki liman şehri Memel ise Cemiyet-i Akvam’ın kontrolüne alınıyordu. Almanya tüm denizaşırı sömürgelerini kaybediyordu. Ren Bölgesi Müttefiklerin işgaline girdiği gibi, Ren Nehri üzerindeki köprübaşları da işgale konu ediliyordu.
Almanya yeni kurulan Cemiyet-i Akvam gibi uluslararası örgütlere de üye olarak kabul edilmemişti. Daha da kötüsü tüm Merkezi Devletlere “savaş suçu” maddesi dayatılmış ve çok yüksek savaş tazminatlarının ödenmesi öngörülmüştü. Alman savaş tazminatı doğal olarak en büyüğü olacaktı ama tazminatın belirlenmesi barış antlaşmasından sonraya bırakılacaktı. 1921 yılında Müttefikler tarafından oluşturulan komisyon, tam 132 milyar altın mark karşılığı tazminata hükmedecekti. Müttefik politikacıları özellikle Versay öncesi savaş tazminatlarını belirlememişti çünkü kamuoyu baskısı o kadar sertti ki, işi uzmanlara ve bürokratlara atmak daha doğru bir yaklaşımdı. Meşhur ekonomistler Henning ve Maddison tarihi ekonomik seriler üzerinde yaptıkları çalışmalarda, 132 milyar altın mark değerindeki tazminatın, Almanya’nın 1919 net milli gelir (NNP) ile kıyaslandığında 1919 çıktısı ile yaklaşık 3.5 yıllık Alman milli gelirine eş değer olduğunu bulmuştu.
Yeni Versay sistemi kimseyi mutlu etmemişti: Fransızlar muazzam nüfus ve ekonomik kayıplarına kıyasla Alman sanayisinin yerli yerinde olduğunu biliyordu. Geleceklerinin İngiliz-Fransız ortak garantisine dayandığını biliyorlardı. Amerikan Başkanı İngiliz-Fransız metni haline gelen barış antlaşmalarını imzalamak zorunda kalmaktan memnun değildi. Başkan Wilson karakteri ve prensipleri sağlam bir kişilikti ama politikacı olarak Lloyd George ve Georges Clemenceau kalibresinde değildi. Üstelik çok önemli bir hata yaparak Senato’da çoğunluğa sahip Cumhuriyetçileri müzakere sürecinin dışında bırakmıştı. Cumhuriyetçilerin dayandığı halk kitleleri bir Avrupa savaşına milyonlarca Amerikan askerinin gönderilmiş olmasına karşı idi. Özellikle 1918 yılında Müttefiklerin taarruzları başladığı zaman deneyimsiz Amerikan askerlerinin uğramış oldukları müthiş kayıplar halk içinde tepkiye yol açmıştı.
Cumhuriyetçiler, Paris görüşmelerinde ortak bir devlet politikası kurulmasını önermişti ama Demokrat Başkan Wilson bu konuyu muhalefet ile müzakere dahi etmemişti.
Yorgun Amerikan Başkanı Versay’dan dört ay sonra kalp krizi geçirecekti. Herhalde bu kalp krizinin nedeni Fransız Başbakanı Clemenceau’nun zımpara gibi yorucu tavrı idi. Amerikan Başkanı asıl büyük şoku Senato’da yaşayacaktı. Senato Versay Antlaşması’nı onaylamayı red edecekti. Üzerine oluşan 1920 Depresyonu ile başkanlık seçimini kaybedecek ve Cumhuriyetçiler yeniden iktidar olacaktı.
Almanya ve Bulgaristan yine de Merkezi Devletler içinde şanslı idi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağıtılacak, imparatorluğun iki sütunu olan Avusturya ve Macaristan küçücük devletlere hapsedilecekti. Mesela 1920’de bugünün ihtişamlı Viyana Şehri, imparatorluk toprakları kendisinden alınmış fakirlik içinde olan koca bir şehirdi. Avusturya ve Macaristan’ın topraklarının büyük bir kısmı yeni kurulan Yugoslavya, Çekoslavakya ve Polonya ile Müttefiklere katılmış olan Romanya ve İtalya’ya dağıtılmıştı. Özellikle Almanca konuşulan Südet Bölgesi’nin Çekoslavakya’ya devri büyük bir sorun olacaktı.
Almanların Versay ile Polonya Koridoru ve Posen gibi Alman çoğunluğun bulunduğu bölgeleri Polonya’ya bırakmak zorunda kalması, Doğu Prusya’nın Almanya ile kara bağlantısının koparılması, Südet Bölgesi’nin Çekoslovakya’ya bırakılması; Nazilerin yükselişinin temelini oluşturacaktı. Artık II. Dünya Savaşı’nın sayacı Versay ve St. Germain en Laye antlaşmaları ile başlamıştı.
Fransızlar; Versay ile Almanya’yı doğu ve güneyde yeni kurulan Polonya ve Çekoslovakya ile kuşatarak, çevreleyeceğini planlamışlardı. Ama Fransızlar çok temel bir hata yapmışlardı. Bu zayıf devletler Sovyetler Birliği ve Almanya’nın arasında tampon olmuşlar ve hatta bunlar her iki gücün de çıkarına dokunduğu için Alman-Sovyet yakınlaşmasına sebep olmuşlardı. Bu iki devletin kuruluşu Almanya’yı zayıflatmamış tersine bir sonraki savaşın nedeni olmuştu. Fransızlar rövanşist davranarak, kendilerine karşı çok daha adil davranılan 1815 Viyana Barış Antlaşması’nın hatırasını unutmuşlardı. 1919’da Dört Büyük Güç’ün devlet adamları, 1815’te Viyana Kongresi’ndeki büyük güçlerin (İngiltere-Avusturya-Rusya-Prusya) müzakerecilerinin kalibresine ulaşamamıştı. Hele ki Clemenceau asla bir Dük Wellington veyahut Prens Metternich olgunluğuna ulaşamamıştı. Fransızlar Almanya’yı zayıflatmaya çalışırken aksine Almanya’nın doğu sınırını güven altına alacak zayıf devletler kurulmasına sebep olacaktı. Hitler 1941 yılında Sovyetler Birliği’ni işgal edene kadar, Almanya 1914 yılındaki iki cepheli savaş riskine girmeyecekti.
Bir cümle de Lloyd George için söylemek gerekiyor. Lloyd George Versay’ın esasen Almanya aleyhine yıkıcı etkisini sınırlayan tek kişidir. Örneğin Almanya’nın ikinci sanayi ve kömür merkezi olan (Aşağı) Silezya’nın Polonya’ya bırakılmasına engel olmuş, Ren Bölgesi’nin işgal altında olsa dahi Almanya’da kalmasını sağlamıştır. Ancak bu adımları Almanya’nın rövanşist olmasını engellememiş, tam tersine intikam peşinde koşan bir Almanya’nın gücünü muhafaza etmesini sağlamıştı. Almanya ile yapılması gereken barış ya 1815 Viyana Kongresi’nde mağlup Fransa’ya karşı olduğu gibi kucaklayıcı, ya da 1945 sonrasında olduğu gibi tamamen Almanya’nın hukuken ortadan kaldırılması şeklinde olmalıydı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Müttefikler Almanya’yı parçalayarak sorunu kökten çözmüşlerdi.
Lloyd George’un siyasi hatası esasen Türkiye üzerine olacaktı. Sevr Antlaşması ve ardından Kurtuluş Savaşı ile başlayan süreç kendisinin liderliğini tartışma konusu haline getirecekti.
İngiliz koalisyon hükümeti Ekim 1922 tarihinde; Çanakkale Krizi ile iktidardan düşünce, Başbakan Lloyd George istifa etmek zorunda kalacaktı. Mareşal Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’nı nihayete erdiren son resti İngiliz hükümetini ve başbakanını devirmişti. Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılmış olan Sevr Antlaşması tüm antlaşmaların en ağırı idi. Ancak mağlup Merkezi Devletler arasında kendisine dayatılan bu “Kartaca Barışlarını” tek yırtan millet Türkler olacaktı.
1919 yılında Mustafa Kemal Paşa (daha sonra Mustafa Kemal Atatürk) Kurtuluş Savaşına önderlik etmek üzere Anadolu’ya geçerken stratejik vizyonunu da oluşturmuştu. Dört büyük Müttefik ülkenin arasındaki çatlakları iyi analiz etmiş, özellikle İtalya ve Fransa’nın kendi çıkarları nedeni ile Kurtuluş Savaşı’nda İngilizlerin müttefiki olmayacaklarını hesaplamıştı.
İtalya Fiume’ye gözünü dikerken, Fransa Almanya’yı çevrelemeye çalışacaktı. Mustafa Kemal Paşa’nın zihnindeki hayali satranç tahtasının içinde önemli bir gelişme daha vardı. Rus Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği, Çarlık yanlıları olan Beyaz Ruslar ile savaş halinde idi. Bir Sovyet ordusu Azerbaycan’ı işgal ederek Bakü’ye girmiş ve “Royal Dutch Shell” (İngiliz-Hollanda ortaklığı) tarafından imtiyaz karşılığı işletilen Bakü petrol sahalarını devletleştirmişti. Bakü petrol sahalarının üretimi 20. Yüzyıla girildiği zaman ABD petrol üretimini geçmişti. Muazzam bir servete Sovyetlerin el koyması İngilizleri müthiş bir öfkeye sevk edecekti.
İngiliz ve Fransızların reaksiyonu sert ve hızlı olacaktı. Beyaz Rus ordularına destek veren Müttefikler ayrıca bazı Rus limanlarına asker çıkaracaktı. Beyaz Rus orduları muazzam Rusya coğrafyasında çeşitli eksenler üzerinden Kızılların üzerine taarruz ediyordu.
Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Türk milleti Sevr’i yırtacak ve Müttefikler ile 1923 yılında tek müzakereli ve gerçek barış antlaşmasını imzalayacaktı.
1920’ler dünya için müthiş bir değişim getirecekti. Almanya Versay’ın zincirlerini halka halka kırmayı deneyecek, İngiliz ve Fransız sömürge imparatorlukları çeşitli isyanlar ile karşılaşacak, Almanya kendi iç savaşlarını bitirecek, yeni üretim ve yönetim teknikleri dünyaya muazzam bir verim ve prodüktivite artışı getirecek, kadınlar yeni kazanılmış sosyal ve hukuki haklarını özgürce kullanmaya başlayacak, 1920’ler “Roaring 20’s” yani kötü bir çeviri ile “Muhteşem 1920’ler” olarak anılacaktı. Tabii 1920’lerin moda, sanat, sinema ve caz müziğinin gelişiminde nasıl rol oynadığını da unutmamak gerekir.
Barış ve muazzam verim artışı sermaye piyasalarını coşturacak ve hayaller 24 Ekim 1929 “Kara Salı” gününde çökecekti.
“Kara Salı” gününün de ardında Versay düzeninin meşum gölgesi vardı. Bu olağanüstü çöküşü daha Paris Barış Konferansı müzakereleri esnasında tahmin etmiş olan genç bir bürokrat şunu ifade etmişti: Alman savaş tazminatları meselesi tüm dünya ekonomisine kaos getirecektir! Bu genç bürokratın ismi John Maynard Keynes idi. Ertesi yıl yani 1920 yılında eleştirilerini “The Economic Consequences of the Peace” isimli kitapta yayınladı. Bu eser kendisine ilk şöhretini kazandıracaktı.
Versay Barış Antlaşması ve Merkezi Devletlere dayatılan antlaşmalar barışı sağlamayan, daha büyük bir savaşı davet eden antlaşmalar olarak tarihe geçecekti. Yeni düzen hakkındaki en doğru tanımı bizzat Mareşal Foch ve Başbakan Georges Clemenceau yapacaktı.
Bu bir barış antlaşması değil, bu sadece yirmi yıllık bir ateşkes antlaşması. Müttefik Ordular Başkomutanı, Mareşal Ferdinand Foch.
“Savaşlar mı, bir barış döneminin arası; yoksa barış antlaşmaları mı savaşların arası; inanın bunu ben de bilmiyorum.” Fransa Başbakanı Georges Clemenceau
Gerçekten de Mareşal Foch’un kehaneti iki aylık bir sapma ile gerçekleşecekti.
28 Haziran 1919 tarihinde imza edilmiş olan Versay Antlaşması’ndan tam 20 yıl 2 ay sonra Almanlar Polonya Koridoru’na girecek ve II. Dünya Savaşı çıkacaktı.
Yazı dizisinin sonraki yazısı “Muhteşem 1920’leri ve 1929 Büyük Buhranı ile daha büyük savaşa gidiş sürecini anlatacaktır.
Burak Köylüoğlu
3 Mart 2024