Ben tarih ve politika ile okulda tanışmadım. Dördüncü sınıf ilkokul öğrencisi iken, sevgili babam Prof. Dr. Ali Özden Köylüoğlu’nun kütüphanesini muziplik için karıştırdığımı hatırlıyorum. Kitaplar arasında Tünel isimli bir kitabı kapağındaki resimden etkilenerek okumaya başladım. Kitabın kapağında, yüzü korku ve endişe ile dolu genç bir adamın karanlık bir tüneldeki hali resmedilmişti.
Kitap, II. Dünya Savaşında işgal altındaki Fransa’da yakışıklı ve hergele bir Fransız karaborsacı ve kadın tüccarı Paolo’nun polise yakayı kaptırması sonrası, diğer adi suçlular ile beraber ilk önce Mauthausen Toplama Kampına sürüldükten sonra (işgal altındaki Fransa’daki adi suçlular Alman savaş sanayisinde çalıştırılmak üzere Almanlara teslim ediliyordu.) bugün Avusturya-Slovenya arasında yer alan Loible Pass isimli tünelin inşasında çalıştırılmasının gerçek hikâyesini anlatmaktadır.
Ölüm ve hayatta kalmanın çizgisinin ne kadar ince olduğunu ve insanoğlunun ne kadar zayıf ve aynı zamanda güçlü bir varlık olduğunu ilk defa o zaman anladım.
Bugün dünyanın kültür ve refah beşiklerinden biri olan Avrupa, 80 yıl önce milyonların öldüğü bir açık hava müzesi gibi idi. Bu yazı, dünyanın Altın 1920’lerden sonra (Golden 1920s, Roaring 1920s) II. Dünya Savaşına nasıl sürüklendiğini anlatacaktır.
1929 Büyük Buhranı, dünya ekonomisini çok derinden etkilemiş, oluşan deflasyon fiyatları düşüş sarmalına sokmuş, bir anda kurulmuş olan sanayi kapasiteleri talep yetersizliği nedeni ile atıl kalmıştır. Deflasyonist ortam, tüketicileri düşen fiyatlar nedeni ile alımlarını ertelemesini tetiklemiş, talep ertelemesi deflasyonu daha da derinleştirmiş, derinleşen deflasyon arz ve talep dengesini daha da düşük fiyat düzeyine itmiştir. Âtıl kapasitelerin işsizliği arttırması, artan işsizliğin talebi daha da baskılaması, bu açmazın boyutunu yönetilemeyecek hale getirmiştir.
Bu derecedeki deflasyon, tarihin bu dönemine kadar dünya ekonomi literatüründe tanımı olmayan bir kavramdır. 1873 Uzun Depresyonu (Long Depression) uzun sürmesine rağmen 18 yüzyılın Sanayi Devriminin 2. ve 3. safha arasındaki vites değişimine denk gelmiş, 1815 Viyana Kongresi sistemini (Napolyon Savaşları sonrasındaki dünya düzeninin kurulduğu) bozmuş ve diğer etmenlerle beraber I. Dünya Savaşını yaratacak kıyamet makinesini kurmuştur.
1929 Büyük Buhranı özellikle ihracata dayalı ekonomiler olan Almanya ve Japonya’yı çok kötü vurmuş, bilhassa Almanya’nın kapanmaya başlayan yaralarını yeniden açmıştır. Almanya; I. Dünya Savaşı ile geleneksel ihraç pazarlarının çoğunu kaybettikten sonra, I. Dünya Savaşının ağır yükünü çekmiş, savaş sonrası Versay Anlaşması ile ağır bir tazminat yükünün altına girmiş, Yukarı Silezya ve Saarland gibi önemli enerji kaynaklarına sahip toprakları (kömür rezervleri) kaybetmiş, üzerine 1920’li yılların başını darbeler ve iç huzursuzluklar ile geçirmiş ve 1923’de müthiş bir hiperenflasyon yaşamıştır. Almanya’yı yeniden ayağa kaldıran, ılımlı sağ politikacı ve müthiş bir diplomat olan şansölye Gustav Stresemann’ın politikaları olacaktır.
Almanya Gustav Stresemann’ın erken ölümü ve Büyük Buhran ile sarsılmış ve sahne 1923’deki başarısız darbe girişiminden sonra unutulmaya başlanan Adolf Hitler’e kalmıştır.
Adolf Hitler’in kişiliği, büyük ölçüde mutsuz bir çocukluk ve Viyana’da çok zor şartlarda geçen gençlik döneminin izlerini taşır. 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başındaki Viyana, Habsburg İmparatorluğunun gücünü ve kültürel ihtişamını yansıttığı gibi, çok derin bir eşitsizliği ve gelir dağılımı bozukluğunu içinde barındırmaktadır. Genç Hitler’in kişiliğinin, Viyana’da günlerce aç kaldığı günler ve Viyana banliyölerinde üst sınıfa, Musevilere ve aristokrasiye karşı beslenen derin nefret ortamı ile şekillendiğini söylemek yersiz olmayacaktır. I. Dünya Savaşı’nın başlamasını coşku ile karşılayarak gönüllü olarak cepheye giden Hitler, savaşın son ayında hardal gazı ile gözlerinden yaralanır. Geçici olarak kör olan Hitler, Doğu Almanya’da bir hastaneye sevk edilir. Hastanede geçirdiği günler, Hitler üzerinde derin bir iz bırakacaktır. Bazı tarihçiler, Pasewalk’taki bu hastanenin aslında bir psikiyatri kliniği olduğunu ileri sürecektir. Hitler’in hastane kayıtlarının 1930’larda ortadan kaldırılmış olması bu dönemi karanlıkta bırakacaktır. Hitler hastaneden çıktığı zaman, savaş bitmiş olup, Almanya aşırı sağ ve solun çarpıştığı kaotik bir ortamdadır. Hitler’in Münih’e dönüşü, orada arkadaşları ile beraber sağ görüşlü askeri birlikler (Freikorps) tarafından tutuklanması ve Freikorps’un elinden sağ kurtulabilmesi de ilginç bir rastlantıdır. Daha sonra askeri bir istihbarat uzmanı olarak göreve başlayan Hitler, Anton Drexler tarafından kurulmuş olan Nazi Partisine 55. sırada üye olur. Daha sonra partinin liderliğini ele geçirecektir. 1923 yılında Münih’te darbe girişiminde bulunan Hitler, tutuklandıktan sonra Landsberg Hapishanesinde yazmış olduğu “Mein Kampf” isimli kitabı ile politik manifestosunu oluşturacaktır.
1923’den sonra Almanya’nın yeniden yükselişi Hitler’i hafızalardan uzaklaştırmış, Nazi Partisi 1924’de genel seçimlerde %6.5 oranında oy almışken, 1928’de sadece %2.6 oranında oy alabilmiştir.
1929 Büyük Buhranı ise, Hitler’i ve Nazi Partisinin yükselişini yeniden başlatacaktır. 1930 yılında Nazi Partisi genel seçimlerde %18.3 oranında oy alarak kilit bir duruma geçer. 1932 yılında ise Hitler, Almanya’nın mevcut cumhurbaşkanı olan “ihtiyar” Paul von Hindenburg ile cumhurbaşkanlığı seçimi için yarışır ve kaybeder. İlginç bir not olarak Hitler’in 1925’de Avusturya vatandaşlığından feragat etmesine rağmen 1932’ye kadar Alman vatandaşlığına geçmemiş olmasını kaydetmek gerekir.
1930’lara girerken merkez sağ ve sol partilerin, Büyük Buhran ile güç kaybetmesi, politik alanı Komünist Parti ile Nazi Partisine bırakır. Komünistlere karşı, merkez sağın ve büyük iş adamlarının Nazi Partisini desteklemesi, Hitler’i 1933 yılında iktidara getirecektir.
Cumhurbaşkanı Hindenburg, hiç hoşlanmadığı Hitler’i şansölye olarak atamak durumunda kalmıştır. Ünlü bir mareşal, Tannenberg Savaşının muzafferi ve kökeni yüzyıllara dayanan bir Prusya aristokratı olan Hindenburg, Hitler hakkındaki düşüncelerini açıkça ifade etmekten kaçınmamaktadır: “Küçük bir Bohemyalı onbaşı”
Hitler şansölye olduktan sonra, sürat ile devletin her köşesini aylar içinde ele geçirir. Sendikaları susturur, muhalefet partilerini ezer. Ardından partisinin sol kanadını oluşturan SA örgütünü ve liderlerini tasfiye eder.
Hindenburg’un ilerleyen yaşı nedeni ile 1934’de ölümü ile, Hitler şansölyelik ve cumhurbaşkanlık makamını birleştirir. İktidara gelişinden 15 ay sonra, Almanya’nın Führer’i haline gelir.
Uzakdoğu’da ise Japonya, çok daha önceden askeri bir cuntanın liderliğinde, dramatik bir yayılmacı siyasete girişmiştir. Japonya ilk hamlesini 1931’de Çin’in endüstriyel ve doğal kaynak açısından zengin bölgesi olan Mançurya’yı işgale başlayarak atacaktır. Bazı tarihçiler Mançurya’nın işgalini II.Dünya Savaşı’nın başlangıcı sayar.
Bu arada, Atlantik Okyanusunun öbür tarafında ABD’de başkanlık seçimlerini (1933) Franklin Delano Roosevelt kazanır. Roosevelt, ABD’yi Büyük Buhrandan çıkartacak “New Deal“ ekonomik sistemini yürürlüğe koyar. New Deal’ı oluşturan finansal sistemdeki reformlar, altın standardından çıkış, işsizlere yönelik kamu politikaları, bankacılık düzenlenmeleri, genişlemeci maliye politikaları ABD’yi 6 yılda Büyük Depresyondan çıkaracaktır. ABD Ekonomisi 1929 sonrası GSYH’sının neredeyse %50’sini kaybetmişken, 1943 senesinde 1 saatte 1 avcı uçağı, 1 günde 1 destroyer yapacak dinamizme ulaşacaktır. Bu nedenle Franklin Delano Roosevelt (Thedore Roosevelt ile karıştırılmamalıdır.) belki de Washington ve Lincoln’dan sonra en büyük ABD başkanı olarak anılmayı hak etmektedir.
Bu arada Almanya’da genç bir albay bilinen tüm askeri stratejileri demode bırakacak bir doktrinin temelini atmaktadır. I. Dünya Savaşında “Alman Ordusunun Kara Günü” olarak bilinen Amiens Savaşından (1918 Ağustos) çıkardığı dersler ile meşhur İngiliz teorisyenler Füller ve Liddell Hart’ın çalışmalarını harmanlayan Heinz Guderian, düşman cephesini tek bir noktadan zırhlı birlikler ile yararak zaferi kazanmak prensibi ile “Schwerpunkt” doktrinini yazacaktır. Bu doktrin 1930’lar boyunca Guderian tarafından geliştirilecek ve çok tanınmış bir isme kavuşacaktır: Blitzkrieg yani Yıldırım Savaşı.
Almanya’da Hitler, Versay Anlaşmasının tazminat yükümlülüklerini tanımayacağını açıklayıp, anlaşmanın Alman Ordusu üzerindeki tüm sınırlamalarını yok sayar. Almanya hızla muazzam alt yapı ve silahlanma programlarına başlar. Bu projelerin finansmanı; para basarak, MEFO bonoları (varlığa dayanmayan ama güya varlığa dayalı bonolar) ve devletin el koyduğu varlıklar (muhalifler, Museviler, vs.) ile sağlanır. Meşum Nürnberg Irk Kanunları çıkarılır.
Hitler’in ekonomik politikası aslında Alman Sanayinin verimini pek arttırmayacaktır. Alman sanayi üretiminin dünya içindeki payı 1929’da %11.1 iken 1937 yılında %11.4 olarak gerçekleşecektir.
Hitler ilk büyük hamlesini Ren Bölgesine (1936) asker sokarak yapar. Versay Anlaşması, Fransa ve Benelüks Ülkelerini korumak ve Versay’ı Almanya’ya dikte ettirmek için Almanya’nın Ren Nehrinin batısındaki topraklarına asker sokamayacağını şart koşmuştur. Ren Nehri’nin batısında Alman askerinin olmaması demek, Almanya’nın Ren Nehrini bir bariyer olarak kullanmayacağı anlamına gelir ki, bu durum da Almanya’nın en büyük sanayi bölgesi olan Ruhr Bölgesi fiilen savunulmasını imkânsız kılar. Fransa ve İngiltere, Hitler’in blöfünü göremeyecektir. Hitler anılarında oynadığı kumarı, “Fransız müdahalesi olsaydı bir köpek gibi kuyruğumu bacaklarıma kıstırıp geri adım atacaktım.” şeklinde tanımlayacaktır. Alman askerinin bölgeye girişi, artık Ren Nehrini muazzam bir savunma mevzii haline getirecektir. Amerikalılar ve İngilizlerin savaşın bitiminde bu müthiş savunma bariyerini aşabilmeleri (1945 Mart) 3 milyon asker, binlerce tank ve uçak ile olacaktır.
Hitler’in bir sonraki hamlesi, Avusturya’nın Almanya’ya katılımını (1936) sağlamak olacaktır. Zayıf Avusturya hükümeti, Berlin’den yönetilen Avusturya Nazi Partisine engel olamayacaktır.
Bu arada Almanya’nın silahlanma programı muazzam bir düzeye ulaşmıştır. Almanya 1937 yılında GSYH’nın %23’ünü askeri harcamalara ayırırken, ABD’de bu oran %1.5, İngiltere’de %5.7, Fransa’da %9.1’dir.
1937 yılında Japonya Marco Polo Köprüsü olarak bilinen hadiseyi yaratarak, Çin’e savaş ilan eder. Artık Uzakdoğu’da II. Dünya Savaşı fiilen başlamıştır.
1938 yılında Hitler bu kez gözlerini Çekoslovakya’nın Südetenland Bölgesine göz diker. Bu bölge Almanya’nın güneydoğusunda yer almakta olup, nüfusun çoğunluğu Alman’dır. Saint Germain Anlaşması Avusturya’yı parçalarken, bu bölgeyi haksız bir şekilde yapay bir devlet olan Çekoslovakya’ya vermiş, Çekler de bu bölgeyi ellerinde tutmak için Alman nüfusunun üzerinde sert bir baskı kurmuştur. Ren Bölgesi meselesi halledilince Hitler’in Orta Avrupa’da eli serbest kalmış ve savaş tehdidi ile Südetenland’ı Almanya’ya katabilmiştir. Üstelik, bunu Münih’e ayağına kadar getirttiği Fransız ve İngiliz Başbakanlarının (Münih Anlaşması) imzasını alarak yapmıştır.
İngiliz ve Fransızlar, Çekoslovakya’nın bir parçası için savaşa girmeyi göze alamayacaklardır.
Bu arada doğuda Sovyetler Birliği Stalin’in mutlak gücü ele geçirmek için yaptığı son hamleleri ile sarsılmaktadır. Stalin, Lenin 1924’deki ölümünden sonra sabırla 6 yıl içinde partiyi ve devleti ele geçirmiş ve 1930’ların ortasında parti ve askeri sınıf içinde yapmış olduğu büyük temizlikle gücünü mutlak olarak kurmuştur. Bu arada Sovyet Sanayi müthiş bir atılım göstermiş, ülke alt yapı projeleri baştan aşağıya değişmiştir. Bunun insani bedeli ise milyonlarca ölüm ve ülkenin tamamına yayılan Gulag sistemi olacaktır.
1939 yılının başında Hitler, Çekoslovakya’nın kalanını da bir bahane ile işgal eder. Aslında Hitler’in derdi toprak değil, Prag’daki Çekoslovak Merkez Bankasındaki altınlardır. Almanya 6 yıl içinde tüm ekonomik barutunu tüketmiş, ülkenin ham madde ithalatı yapacak dövizi kalmamıştır. Üstelik finanse edilen İspanya İç Savaşı da her şeyin üzerine tuz biber olmuştur.
Hitler’in bir sonraki adımı ise Versay Anlaşmasının yarattığı Polonya’nın Baltık Denizine ulaşımı için yaratılan “Polonya Koridoru ve Danzig” meselesi olacaktır. Ancak bu adım, beklediğinden farklı bir sonuç yaratacaktır: II. Dünya Savaşı
Burak Köylüoğlu
Bu yazı dizisi 1919’dan 1945’e kadar süren olayların dramatik hikayesini anlatmayı amaçlıyor. Eğer bu yazı dizisinin tamamını okumak isterseniz:
- Dizlerinin Üzerine Çökmüş Bir Dev: I. Dünya Savaşı Sonrası Almanya
- Versay Anlaşması Sonrası Almanya
- Hiperenflasyonun Kıskacındaki Almanya
- Almanya Devler Sahnesine Dönüyor: Almanya’nın 1920’li Yıllardaki Altın Yılları
- Neden 1930’ları Hatırlamalıyız? 1929 Büyük Buhranı
- Neden 1930’ları Hatırlamalıyız? 1929 Büyük Buhranından II. Dünya Savaşına Giden Yol
- Neden 1930’ları Hatırlamalıyız? II. Dünya Savaşının Başındaki Stratejik ve Ekonomik Görünüm
- II. Dünya Savaşının Ekonomik ve Stratejik Analizi: Almanya’nın Zaferleri (1939-1940)
- II. Dünya Savaşının Ekonomik ve Stratejik Yönden Analizi: Barbarossa’dan Stalingrad’a Giden Yol (1941-1942)
- II. Dünya Savaşı’nın Ekonomik ve Stratejik Yönden Analizi: Stalingrad’dan Normandiya’ya Giden Yol (1942-1944)
- II. Dünya Savaşı’nın Ekonomik ve Stratejik Yönden Analizi: Almanya’nın Çöküşü 1944-1945
Yeni yazılardan haberdar olun.